@yesilkutuphane61
|
Çimlerin kokusudur hasret, göğün mavisi. Çarıklarıyla koşturan çocuklardır özlem, sobaların dumanı. Ayaklar altında ezilen yaprakların sesidir memleket, otlayan hayvanlar. Taze süt kokusu evin her yanına yayılmıştı. Vakit akşama yakındı. Mehmet henüz köyün tamamını dolaşmış değildi. Fakat karşılaştığı hiçbir akraba çay içmeden bırakmıyordu gurbetçi adamı. Soruyor, soruşturuyor, muhabbet ediyorlardı. Başka dünyaydı Mehmet, asi rüzgârdı, estikçe esmişti. Gören hemen bırakmıyordu yakasını. Kardeşleri içeriye girdi, Mehmet edindiği kötü bir alışkanlık sebebiyle evin önündeki ceviz ağacına doğru ilerledi. Evden sesler geliyordu, koşturmalı bir günün akşamında sofra kuruluyordu muhtemelen. Mehmet güldü belli belirsiz. Azize'nin de çoktan evdeki kalabalığa karışmış olduğunu düşündü. Geniş bir ailenin sofrasında yemek yiyecekti. Henüz yabancıydı ama alışacaktı. Sevecekti herkesi, tanıyacaktı. Cebinden çakmak ve sigarayı çıkartıp omzunu ceviz ağacına yasladı. "Ne dünyasın be! Öyle hızlı dönüyorsun ki, sanki hep yerindeymişsin gibi hissettiriyorsun." Geçen gelişinde de burada durduğundandı bu sözü, ondan önceki gelişinde de. Zehirli bir nefes çekti ciğerlerine. Dünya tertemizdi, insan ağaçların altındaydı da ısrarla zehir dolduruyordu ceplerine. Bir asilik türküsüydü Mehmet'in dudaklarındaki, hep zararı kendine veren. "Hoş geldin." Yumuşacık, taptaze bir ses duydu Mehmet arkasında. Gelmemiş baharın esintisini taşıyordu sanki. Bu belde hırçınlık tınısıyla aklında kalmıştı oysa. Arkasındaki yabancı mıydı, tanıdık mı? Elindeki yarısı içilmiş sigarayı, yok etmek niyetiyle çakılların üstüne atıp doğruldu. Kazağını düzeltirken ağır ağır döndü sesin sahibine. Bir aydınlık yerleşti yüzüne, tanır gibi oldu karşısındaki kızı. Aynı zamanda, daha önce hiç karşılaşmamış gibiydiler sanki. "Hoş buldum" dedi boğazını temizleyip. Öyle bakınca rahatsız etmişti kızı. Kötü değildi niyeti fakat ayaküstü çıkarım yapmak da hoş olmamıştı işte. Sorsaydı daha iyiydi. Sen Zeynep misin deseydi mesela iki ev ötedeki, yaş be yaş küçük, boyundan uzun etekleri ayaklarına takılan Zeynep? Güzel bir hanım olmuş, hoş bir tını yerleştirmişsin sesine. Üstten bağladığın yazmandan süzülen kömür karası saçların kaç yüreğe kor olmuştur Allah bilir? Fakat niçin daha önce görmemişim seni? İki ev ötedeki, komşu kızı Zeynep. Saklıyor musun kendini? En lazım olanı da budur. "Zeynep ben, tanıdın değil mi?" Kısacık anda toparlandı Mehmet. "Tanıdım, tabi ya tanımaz mıyım? İshak amcanın kızısın değil mi?" Zeynep başını salladı onaylamak için. Mehmet'in yine sırtı dönük olsa, hoş geldin demek için topladığı cesaretini yeniden toplar bir kaç kelam daha ederdi onunla. Aralarındaki mesafeden sesini duyurabilse yeterdi şimdi. "Ben gideyim o zaman. Bizde tabağınız vardı da onu getireyim demiştim." Zeynep cevap beklemedi, başını kaldırıp uzun uzun Mehmet'e de bakmadı. Döndü arkasını çıktığı yokuş değilmiş gibi hızlı hızlı yürüyüp bir dönemeçte kayboldu. Mehmet'in kelimelerinden bile seriydi hareketleri. Yoksa bekle derdi adam, sofra kuruluyordur, birlikte yemek yerdik. Esen yel sonrası Mehmet silkti üstüne sinen şaşkınlığı. Nasıl da büyümüş, değişmişti herkes. Bu köy sinsi darbelerle güzelliğini göstermeye çalışıyordu sanki. Ama burası ziyaret mekânıydı artık, bağlanmamak lazımdı. Güzellik gördüyse seyretmeli, her türlü gidişe hazır etmeliydi kendini. Eve doğru yöneldi. İki tane çocuk sesi duydu. Biri Azize'nindi, onun gülüşü çok tanıdıktı. Döndü arkasına baktı. Mustafa'yla birlikte soluk soluğa koşturuyorlardı. Nihayet düzlüğe çıktıklarında, göz göze geldiler. Mehmet Azize'yi evde sanıyordu. Güneşe sırtını dönerken dünya, bu küçüğün dışarıda ne işi vardı? "Nereden geliyorsunuz böyle?" Eskisi gibi sert değildi sesi. Hatta kızını gülerken görmekten memnundu. "Çayıra gittuk emice." "Bu saate kadar ne işiniz vardı çayırda? Saatten haberiniz var mı sizin?" Azize geç kalışının babası tarafından bir disiplinsizlik addedildiğini biliyordu ama gördükleri öyle güzeldi ki yine olsa yine giderdi. "Ben sıkılmıştım evde, Mustafa'dan beni götürmesini istedim baba. Sen de yoktun." Doğru, gitmişti Mehmet. Yine gitse uzun süreli uzun mesafeli yollara, kızı köyün altını üstüne getirecek başka terbiyelerle terbiye edilecekti. Şimdi kızmanın bir manası var mıydı? Başını salladı, Mustafa'nın pek umursadığı yoktu gerçi. Azize gülümsedi yine belli belirsiz. Bu gülümseme insanın kalbini sıkıyordu. Cüretkârdı, cesurdu, Azize bu niyetle yapmıyordu ama sanki meydan okuyordu. Mehmet istediği kalıba soksa da bu kızı, bir gülümsemenin tüm kuralları yıkacağını hissediyordu. Annesine benzemediğini iddia edenler, demek ki öyle dikkatli bakamıyordu. "Haydi içeriye geçin." Döndü arkasını eve yöneldi. Ardından çocuklar geldi. *** Çiçek, yemek boyu suskundu. Kuru bir selamdan başka kelime duyulmadı ağzından. Arka bahçede çay içen abisiyle yalnız kalana kadar da kimseyle konuşmadı. İçinde büyüyen hislerin tek muhatabı abisiydi. Mehmet ay ışığının, rengini gizlediği yaprakların üzerinde gezindirdi gözlerini. Çiçek'e hiç ödeyemeyeceği bir borcu vardı. Bir utanç eğmeyecekti başını ya da telafi etmek için çabalamayacaktı. Sol yanındaki dayanmayana kadar susacaktı. "Temelli mi geldin?" Olumsuz anlamda başını salladı kardeşinin sorusuna. "Ne zaman gideceksin?" Omuz silkti, net bir tarihi yoktu ama gidecekti. "Dilimizi de mi unuttun? Niye konuşmuyorsun abi?" Çiçek öfkeleniyordu yavaştan. Bir acizlik seziyordu kendinde, en çok da buna kızıyordu. Duvardan Mehmet'e yalvarmak! Artık utanca dönüşüyordu. "Unuttuğum bir şey yok Çiçek. Hatta bu gün o kadar konuştum ki, yoruldum." Çay bardağını parmakları arasında döndürdü. "Sen neler yapıyorsun?" diye sorma cesaretinde bulundu. Alacağı tepkiyi de cevabı da biliyordu. Öylesine bir sorunun bile ağır cevapları olduğu bu zamanda, insan duyacaklarından kaçamıyordu ki. "Bekliyorum abi. İsteklerime ulaşacağım günü bekliyorum." "İsteklerin seni mutlu edecek mi?" "Seni etmedi mi?" "Biraz." "Ne demek?" "İstekler... Peşinden koşturup durduğumuz mevhum sevgililer. Bir garip hazzı var Çiçek, yalancı değilim. Fakat öyle bir yürek lazım ki; onca yılın, gurbetin, yersizliğin ve yabancılığın ardından ayakta kalabilsin. Kalır mı seninki?" "Kaldı mı seninki?" Sesli bir nefes verdi Mehmet. Onunki artık pek de yürekten sayılmazdı. Kendini neye çevirdiğini, yirmi tane dil toplansa açıklayamazdı. Yaşamak lazımdı ancak ve Mehmet yaşamıştı. Gittiği için üzen lezzetlerden nasıl hevesle bahsedebilirdi ki insan? Mutfak penceresinden annesi seslenmeseydi bitmeyecekti sıkıntısı. Rahime hanım küçük bir tabakta börek uzattı Çiçek ve Mehmet'e. Karınları toktu, iştahları yoktu iki kardeşin de ama yine de aldılar. "Zeynep getirmiş, fazla yok bu kadar düştü size ancak." "İshak amcanın Zeynep mi?" "He nerden bildun?" "Kapıda karşılaştık da, büyümüş epey." Rahime hanım kollarını pencereye yaslayıp iç çekti. "Büyüdü tabi, yaşi yirmi iki olmuştur. Az değil, dokuz senedur yoksun oğlum." Dokuz koca sene, oturdu içine Mehmet'in. Büyüyen yapraklardan, esen rüzgârdan uzak dokuz sene. Çıkıp bağırası geldi o an. Fakat hakkı yoktu, oturduğu sandalyeye pustu. Başkası onu zorla göndermiş gibi davranıyordu. Bir Mehmet alıp karşısına evire çevire dövmek istedi. Sarı saçlı mavi gözlü bir güzelin peşinden giderken neredeydi aklı? Medeniyet dedikleri, aslı geçici zevkler bütünü olan zımbırtının ardından sürüklensin diye mi doğurmuştu onu bu kadın? İlk kez bu denli acıdı kendine, güçsüz hissetti kendini. "Büyüdü de evleniyor" dedi Çiçek. Tüm ilgisini ona verdi Mehmet. "Kiminle? Sevdiği biri mi var?" Bir merak sardı içini. Değişen, büyüyen ve güzelleşen her şeye karşı sorular çıkıyordu meydana. "Akrabaları var ya yaylada. Görücü gelmişler kıza, İshak da olur demiş." Rahime hanımın bariz canı sıkkındı bu konuda. "İshak amcanın altın görünce olmaz dediği bir şey mi var anne?" Çiçek börek yemekten vazgeçti Zeynep'in ne kadar üzüldüğünü düşününce. O, kendinden pay biçip bu köyde istediğini yapamayan her kıza üzülürdü. "Zorla mı veriyor kızı? Niye müdahale etmiyorsunuz anne? Yayla da zor, İshak amcanın akrabaları da zor. Günahtır göz göre göre buna müsaade etmek." "Buna karış, ona karış, en sonunda evlendirecekler bu kızı Mehmet. Ne yapalum? Kanlı bıçaklı mı olalım istiyorsun?" Ayaklanmış Mehmet'i susturan annesi oldu. “Dua et kısmeti iyi olsun. Hayırlı biri çıksın karşısına. Yoksa edecek bir şey yok.” Sonra da içeri girdi Rahime hanım. Söylediğinde yanlış bir şey yoktu, daha önce bir kaç kez Zeynep'i kurtarmışlardı kötü bir evlilikten. Fakat nereye kadar çabalayacaklardı? İshak'la karşılaşsalar yolunu değiştiriyordu adam. Mevzu ilerlese herkes belinde tabancayla dolaşmaya başlardı ki böyle bir olay karşı köyde yaşanalı uzun zaman olmamıştı. "Görüyorsun abi, burada kızlar babaları ne derse onu yapıyor." Mehmet Çiçek'in imasına kızdı. "Kendinle onu kıyaslama. Çaylığa bile sokmaz babam seni. Kaldı ki dağlara gelin yollasın. Almanya'ya gidemedin diyeyse bu söylemin, sen orada bırak bir Azize’ye kendine bile bakamazsın!" Kardeşine daha fazla söz hakkı vermeden büyük adımlarla bahçeyi terk etti Mehmet. Bir o biliyordu yaşadığı zorlukları. Önce kendine sonra çocuğuna yetememenin acısı damağındaydı hâlâ. Çiçek yine hiç anlaşılmadığını düşündü. Bu sözler onu öfkelendirdi. Kurduğu hayaller öyle uçarı değildi ki sefillikten söz ediliyordu. İçindeki inat ve başkaldırı alevlendi. Mehmet bir fitili ateşledi. *** Hasan bey abdestini almış, oğullarını bekliyordu. Cuma vaktine daha vardı ama erkenden gitmeyi, cami cemaatiyle bir çay içip günü bayram gibi geçirmeyi severdi. Üç oğlu da arkasından gelse gururla göğsü kabarırdı. İçten içe Mehmet'in gitmesini hiç istemese de evin sorunlarını dışarıya yansıtmazdı. Hem bu sefer umudu vardı. Mehmet bir büyüğünün lafını dinlerdi belki. Daha uysaldı bu gelişinde. Eski celalli halinden eser yoktu. Hop oturup hop kalkmıyordu. Bu gelişin geri dönüşü olmazdı belki. Hasan bey henüz büyük bir tartışma yaşanmamış olmasından dolayı şaşkındı hatta. "Sen de akıllanacaksın Mehmet'im, gençlik elinden gittiğinde anlayacaksın babanın sözünün doğruluğunu." Sakalını sıvazlayıp elindeki küçük tespihi çevirdi. Mustafa, babasından önce çıktı dışarıya. Sanki arkasından kovalayan vardı. İki dakika durmaz mıydı bir çocuk yerinde? "Ben gidiyorum dede" diye seslendi. Hepsi bu, koştura koştura gitti. Hasan bey çocuğun başına kaza gelecek diye korkuyordu, kontrolsüzdü hareketleri. "Allah muhafaza." Azize de küçük haylaza yetişmeye çalışanlardandı ama başarılı olamamıştı. Kapıya çıktığında çoktan incire doğru koşturan Mustafa'yı gördü. Yüzü asıldı, kim bilir kaç saat daha arkadaşsız kalacaktı! "Mustafa camiye gitti." Dimdik duran dedesinin tok sesini duyunca başını kaldırdı. Bu adam babasının beyaz saçlı haliydi sanki. Çok benziyorlardı birbirlerine. Aynı ciddiyet, aynı duruş, aynı bakışlar. Ortamda en az konuşan da, konuşması en değerli olan da onlardı. Yaşına rağmen düzgün ve temiz giyinen dedesini yakışıklı buluyordu Azize. Fakat kanaati aynıydı, biraz gülmek kimseye zarar vermezdi. "Ne zaman gelir?" diyebildi merakla. "Bilmem. Hem sen öyle çok dolaşmasan iyi olur. İçeride oynayacağın birisi daha var. Mustafa dağun taşun tepesinde durur. Sen alışık değilsin. Düşme, kendune dikkat et." Alışırdı, zaten köyde duracağı ne kadardı ki? Tatilini içeride soba başında bez bebekle oynayan kızla mı geçirecekti, odasından çıkmayan halasıyla mı, işten başını kaldırmayan yengeleriyle mi? Babaannesiyle beraber hayvanların yanına inmişti sabah, epey oyalanmıştı ama kadın da öyle fazla konuşmuyordu. Hayal ettiği samimiyet bir tek Mustafa'da vardı, o da sürekli çıkıp gidiyordu. Yine de dedesine bir şey demedi Azize. Dönüp eve girdi. Babası abdestini almış, üstüne hırkasını giyiyordu. Kızının somurtkan yüzüne bir bakıp yakasını düzeltti. İhmal etmişti Azize'yi. Cumadan sonra biraz gezdirse iyi olacaktı. “Namazdan döndüğümde gezelim, tamam mı?” Gülümseyip elini kızın omzuna koydu kısa bir an. Bu öyle iyi geldi ki Azize’ye, sıkıntısını unuttu. Babasını mutlu gördüğü anların sayısı arttıkça seviniyordu. Kendine dönmüştü Mehmet. Heyecanlı, kıpırtılı bir yanı vardı kederli halini gölgeleyemeyecek kadar silik. Unutmamıştı da Azize'yi, zaman ayırmamıştı yalnızca. Vakit ilerledikçe alışacaktı ne de olsa. Bu memleketin vefalı ve merhametli kadınları vardı. Şu karşıki dağlardan büyüktü yürekleri. Onların kalbine emanetti Azize. Onlardan öğrenirdi sevmeyi. Ve bu vefadan uzak adamı kucaklardı yokluğuyla bile. "Hayde da!" Babasının gür sesiyle kendine geldi Mehmet. Çıktı kapıya, kardeşleri de gelince yola koyuldular. Önce yokuşu inmek lazımdı, sonra düzlüğe çıkacaklardı. Sağ taraflarına yüksek toprak kayalıkları, sol taraflarına derinlerde bir ırmağı alıp camiye kadar yürüyeceklerdi. Yolda karşılaştıklarına selam verip, araya hiç zaman girmemiş ve girmeyecekmiş gibi sohbet edeceklerdi. "Vay Mehmet! Hangi rüzgâr attı seni buraya?" Davut hoca sıkı sıkı sarıldı Mehmet'e. Kırlar düşmeye başlayan sakalları, tombullaşan yanaklarını gizleyemiyordu. "Ziyaret edelim dedik hocam." "İyi yapmışsın, çok iyi. Baba ocağı, özlenir tabi. Ee buldun mu bari?" "Neyi hocam?" "Arıyordun ya oğlum. Başka dünya arıyordun. Sahi kaç sene oldu? Buldun mu farklı bir şeyler?" Mehmet güldü kesik kesik. Davut hocanın sükûnet ve neşeyle karışık sesi, kinayeli sözleri bile yumuşatırdı. "Aradıkça, aramadığımız ne varsa buluyoruz hocam. Bir o kadar sene daha ararız." "Maşallah yiğidimin cesaretine. Ama bu Davut hocan sana bir sır versin." Davut hoca kolundan tutup Mehmet'i, hafifçe yanına yaklaştırdı. Çevrenin kalabalığından sakınmak ister gibiydi sözlerini. "İstediğin kadar uzağa, başka ülkelere git. Bu dünyanın içinde, şu sol tarafındakiylesin. Bambaşka diyarlar bambaşka yerlerde." Sonra geri çekilip yüzünde gerçekliğin verdiği eminliğin parıltısıyla tebessüm etti. Doğru diye düşündü Mehmet, neredeysem oradayım. *** Elindeki sepeti otların üstüne koydu Azize. Bu gün yumurtaları eve götürme görevi ondaydı. Layıkıyla yerine getirmek için çok dikkatli ve yavaş davranıyordu. Geçen günkü gibi hayvanları korkutmak istemiyordu. Şehrin içinde doğallıktan uzak oluyordu insanlar. Oysa yumurtasını yediği tavuktan ne korkmalı ne de onu korkutmalıydılar. İneklerin nefesleriyle ısıttığı ahırda ağır bir koku vardı. Fakat Azize dün içtiği taze sütün üstüne süt tanımazdı. O yüzden hayvanların kendilerine has kokusuna hiç sesini çıkartmamaya niyetlendi. Burada yaşadığı müddetçe onları sevecekti. Tavukların bir kısmı dışarıdaydı. İçeride üç tanesini saydı, etrafta dolaşıyorlardı. Oval şekilde bir araya toplanmış otların arasında gördü yumurtaları. Hedefine gülümsedi ve kendini hırsızlık yapmadığına ikna etmeye çalışarak sepetine dört tane yumurta koydu. Tavuklar oralı bile olmadı. Azize memnundu. Yüzüne dökülen saçlarını geriye çekti. Sepetindeki dört yumurtayla ayağa kalkıp arkasına döndü. O sırada bir oğlan çocuğu göründü kapıdan. Ayağında büyük sarı çizmeler, başında büyük hasır bir şapka ve bolca toprağa bulanmış pantolonuyla ellerini beline koymuş etrafa bakınıyordu. Azize'yi görmemişti henüz. Fakat küçük kız bu yabancıya karşı temkinle yerinde durmayı tercih ediyordu. Çocuk aradığı kazma küreği bulmak için loş ışıklı ahırın içinde yürüdü. Azize'nin ayağının altındaki otlardan ses çıkınca, yalnız olduğunu sandığı için ses çıkartan her neyse ondan korktu. "Bismillah! Kimsun?" Neredeyse bağırdığında Azize'nin yüreği hopladı. Ne kadar çok ani tepki veriyorlardı böyle. "Benim" dedi ağlamaklı bir sesle "Azize." Bulunduğu köşeden çıkıp bir adım öne geldiğinde loş ışık aydınlattı yüzünü. Çocuk ilk kez gördüğü bu kıza ne tepki verse bilemedi, in miydi cin mi? "Gerçek misun?" Elindeki sepeti sıkıca tutan Azize, anlamayarak baktı çocuğa. Epey korkuyordu ondan. Kapıya baktı önce. Koşsa kendini dışarıya atar, bu garip durumdan da kurtulurdu. Hâlâ gerçekliğini sorgulayan bu çocuğun karşısında durmak istemiyordu. Elindekilerin kırılganlığını unutup, tavukları korkutma pahasına koşturdu. "Bekle!" Arkasında şaşkın bakışlar bırakıp yumurtaları sepetten düşürerek dışarıya çıktı ve yer yer kırılmış beton merdivenleri tırmandı. Bir kaç kez eteğine takılsa da nihayet evin önüne, kendince güvenli bölgeye vardı. "Baba!" Babasının evde olmadığını unutmuştu. "Baba!" O bağırınca evdeki kadınlar da korktular. Rahime hanım ve Selvi elindeki işi bırakıp kapıya koşturdu. Azize'yi nefes nefese görünce önce üstünü başını kontrol etme ihtiyacı duydular. Yara almamıştı şükür. "Ne oldi, niye bağırıyorsun!" Bir elinde sıkıca tuttuğu sepet varken diğeriyle ahırdan çıkan ve elinde kazma olan çocuğu gösterdi. "Rahime nine!" Çocuk bir çırpıda yanlarına geldi. "Beni gördi korkti, in misun cin misun dedum, koştu gitti." Kadınlar çocukça bu korkuya güldüler. Latif'miş bu çocuğun adı. Bağ bahçe içinde çalışırmış bu yaşıyla. İki yaş büyükmüş Azize'den. Efendi çocukmuş, annesiyle yaşarmış. Kimseye zararı olmaz, evin geçimine büyük katkı sağlarmış. Büyüyünce yaman delikanlı olacakmış. Fakat bu anlatılanların Azize için bir önemi yoktu. Kendisine verilen görevi bu çocuk yüzünden düzgünce yerine getirememişti. Dört tane yumurtayı sağ salim eve çıkartmamıştı. Zamanı mıydı kazmanın küreğin? Elindeki sepeti hınçla bıraktı. Latif'e sert sert baktı. Oysa çocuk, gün ışığında sevimli bulmuştu bu kızı. İçinde böyle bir kızgınlık büyüteceğini tahmin etmemişti. Seri adımlarla içeriye giren Azize'nin arkasından bakakaldı öyle. Ayağının dibinde ters dönmüş sepet vardı. |
0% |