Yeni Üyelik
32.
Bölüm

31- CAN SUYU

@yesilkutuphane61

Valizlerin büyük yeri vardı Azize'nin hayatında. Giden, gelen ve toplanan veda kutularıydı onlar. İnsana yüktü, adımlar yavaşlayınca çantadaki bir parça ekmek bile ağırdı. Okul tatil olduğunda bilet alıp Trabzon'a döneceği kararlaştırılmıştı. Ama sınavlar bittiği için Azize bir hafta erken dönmek istedi köye. İçinde özlemler büyütüyordu, uykuları hafifledikçe yüreği ağırlaşıyordu. Ayağının altında ezilen çimlerin sesini işitir gibi oluyordu. Ahırda bıraktığı buzağının ne kadar büyüdüğünü bile görmek istiyordu. Ev rüyalarıyla geliyordu gece. Yerini bir türlü güne bırakamıyordu.

Halaya veda etti ve kimseye haber vermeden sabah ezanından evvel otobüse bindi. Kezban hala yalnızlığın elemini uzun zaman sonra ilk kez bu denli hissetti. Ve o da tattı otobüsün arkasından el sallamanın acısını. Mehmet'e olan kızgınlığı uçup gitti. Evlat yokluğu, zaten ödenecek en ağır bedeldi. Evde dolaşan birinin varlığına öyle alışmıştı ki Azize gittikten sonra, unutarak defalarca kıza seslendi. Cevap alamayınca hüzünle çöktü omuzları. Vitrindeki fotoğrafa bakıp uzun uzun ağladı. Tatilin tez vakitte bitmesini istiyordu genç öğrencinin aksine. Fakat kaderin başka bir planı vardı.

Dar koltuklu, konforlu olmayan bir otobüste yolculuk yapmak elbette kolay değildi. Fakat aşılacak mesafeler için dakika saymak daha da zordu. Azize bir süre yolu seyretti. Cam kenarında, deniz tarafındaydı. Ne gök maviydi ne Karadeniz. Gri bulutlar toplanmıştı kubbeye. Ufak kalplerin bayramına gölge düşüyordu. Coşkulu bir kavuşma hayali kurmak için acele etmiyordu Azize. Sabrı çok önceleri öğrendiğini kendine telkin ederek bekliyordu.

Yanında bir teyze vardı, Ayşe'ydi adı. Meraklı ve konuşkandı, köydeki birçok kadın gibi. Bir süre onunla sohbet etti. O da Trabzon'a gidiyordu. Üstünde peştamalı, dilinde yöreye has sözcükleriyle Azize'nin sempatisini hemen kazandı. Hemşerilerin, belki akrabayızdır düşüncesiyle soy ağacını saydıkları o konuşmayı bile yaptılar ama fazla uzun tutamadılar. Çünkü Azize, kadının bildiği kadar isim bilmiyordu.

Yarım saatlik mola verdiklerinde, Ayşe teyze Azize'yi yalnız bırakmadı. "Etraf tenha değil ama ben yanunda durayim" diyordu. Gönlü razı değildi tek başına yollara düşmüş bu kızı bir başına bırakmaya. Kendi torunları geliyordu aklına, kızlarını da böyle korurdu gençliğinde. Hava soğuktu, dışarıda duramadılar. Bulutların ardından süzülmeye çalışan sabah güneşi bile bu keskin soğuğa direnmiyordu. Bir tesise girip, aynı masaya oturdular. Üstlerine çöken sersemlik dağılsın diye çay içtiler. O sıra "ha bu dizlerum çok fenadur" diyerek bolca söylendi Ayşe teyze.

"Yük kaldırmaktan olabilir" diye cevapladı Azize. Ayşe teyze zorlu geçen gençliğinden bahsetmişti biraz. Ve bu fikir kadının yüzünü güldürdü, yeniden ağır hayatından birkaç kesit anlatmaya başladı. Anlaşılmak hoşuna gitmişti. Azize'nin kulağı söylenenlerde değil, kelimelerdeydi. Memlekete has sözcüklerdeydi. Gözlerini kapatsa, sobanın yanında babaannesinin dizinin dibinde hissederdi kendini. Neredeyse beş aydır görmediği kadına olan özlemi yüreğini kıpır kıpır ediyordu.

Yeniden yolculuk başladı. Gece boyu uyumamış olmasına rağmen, hâlâ dinçti. Ayşe teyze sabahın erken saatine direnemedi, kapattı gözlerini. Bundan sonraki iki saatte sessizce ilerledi araç. Midesi bulandığından kitap okuyamayan Azize dalgalarıyla kıyıyı döven denizi seyretmekle yetindi. Biraz yanında getirdiklerinden yedi. Her lokmasında halayı hatırlayıp, geride kalmasına üzüldü. Birileri kavuşurken, birileri ayrılıyordu. Zaten Azize henüz küçükken öğrenmişti aynı anda hem meyveli hem de çikolatalı pasta alınamayacağını.

***

Of'tan bir otobüse binip köprüde indi. Valizi öyle ağır geliyordu ki bir köşede bırakıp yokuşu koşarak çıkmak istiyordu. Islanmıştı üstü başı, ayakkabıları. Fakat su birikintilerine çekinmeden basmanın hazzını yaşıyordu. Bu köyün çamurundan, saçını başını ıslatan yağmuruna kadar her şeyi güzeldi. Nefes nefese koyuldu yola. Köprüyü geçti, soğuğa dayanamamış fasulye sırıklarının bahardaki halini hayal etti. Çayevinin önüne gelince durdu, çeşmeden su içti.

"Azize" artık çabucak değişen bir sesten duydu adını. Fakat beş ay yabancılık sokmadı araya. Hemen tanıdı Latif'i. Heyecanla arkasına dönüp, yağmura aldırmadan çayevinin saçağı altında bekleyen oğlanın yanına gitti. "Sen... Ne zaman geldin? Yanlış gördüğümü zannettim ama gerçekmiş..." Latif ufak bir kahkaha attı sevinçle. Üstünde iş elbiseleri vardı, o da ıslanmıştı. Saçına talaş sıçramıştı. İki köy ötedeki işini bitirmiş, evine dönüyordu. Ve günün tüm yorgunluğunu unutturan o temiz simayı görmek dikleştirmişti omuzlarını.

"Yanlış görmedin. Habersiz geldim, erken aldın biletimi. Çok özledim köyü. Babaannemi, dedemi, evimi, arkadaşlarımı..." Latif açık açık, beni özledin mi, diye soramazdı ama arkadaş kelimesinin çatısının altına sığınabilirdi.

"Biz de... Biz de çok özledik. Öyle farklıydı ki bu yıl. Herkes gitti, ben de çok çalıştım. Ama tadı yoktu bir şeylerin. Büyümektendir dedi annem, büyüyünce çok neşeli olmuyormuş insan. Tanırsın onu, gülmeyi sever. O bile durgunlaştı bu sene."

"Büyümek mi, ayrılmak mı tadını kaçırıyor hayatın?" Azize durgunlaşınca, sustu Latif de. Bilemiyordu bu soruya vereceği cevabı. Hangisiydi fena olan? "Mesela büyüsek" diye devam etti kız, gözlerinden ufak bir parıltı geçti. "Ama ayrılmasak sevdiklerimizden... Mustafa, ben, Yasemin, sen bir arada olsak yine, eskisi gibi sohbet etsek. Oyunlardan söz etmiyorum, çünkü artık oynayamayız." Bu hayal elbette hoşuna gitti Latif'in. Fakat Azize iyimserlik ederken, farkına varamıyordu söylediklerinin gerçekleşemeyeceğinin.

"Artık uygun olmaz" dedi Latif. Kalın mantosuna sarılmış bu kızın karşısında, eski kıyafetleriyle biraz da çekingen duruyordu zaten. Azıcık dağılsa da saçları, aynı temiz görüntüsüyle dimdikti Azize. Elbette güzel bir hayatı olmalıydı, çocukluk oyunlarından çevirmeliydi yüzünü. Okulda bir sürü arkadaş bulabilirdi kendine. Bir bastonlu amca gelip kalbini kırmamalıydı. Büyüdükçe uzak kalmaları uygunsa, uzak kalmalılardı. "Hadi eve çık sen artık, üşüme."

"Üşümem" dedi Azize biraz ters. Aslında bu mevzuyu içinde halletmişti, yine de kızmaktan alamadı kendini. Adı üstünde hayaldi işte, gerçekleşmedi diye kaşları çatmaya gerek var mıydı? "Sen de gel o zaman." Ne zaman kızsa Azize, Latif böyle yumuşak biraz da mahcup bakardı. Kavga etmezlerdi. Kız da yumuşar, azıcık da pişman olurdu. "İnce giyinmişsin zaten."

"Çok hareket ediyorum ya, üşümüyorum."

"Ama terliyorsun, sonra rüzgâr esiyor, sonra da..."

"Hasta oluyorum. Annem gibi konuştun Azize." İkisi de güldü.

"Ama doğruyu söyledim. Hadi, gidelim." Yağmur durmamıştı, yine de yola koyuldular. Valizi Latif aldı, Azize'nin gözünde büyüyen yükü o çekti. Yaprakları dökülmüş ağaç dallarının altında yürüdüler. Yeşil en koyu tonuna bürünmüştü yine. Söylenecek tüm kelimeler buz dağlarına hapisti. Henüz çocuk yaşlarına rağmen, büyük yüreklerle atıyorlardı adımlarını.

***

Kapı soğuğa rağmen açıktı. Sobanın dumanı süzülüyordu bacadan. Yapraklar ezilmiş ve ıslanmıştı. Ceviz ağacı, gücünü yitirmiş gibi cansız dallarını eğmişti. Güneş veda ediyordu güne. Valizi çekiştirip içeriye girdi yolcu. Çorapları ıslaktı ama umursamadan sobalı odaya koştu ve kapıyı açtı. Görmeyi beklediği tüm simalar, karşısında şaşkın ifadeleriyle Azize'ye bakıyordu.

Bir nida koptu Rahime hanımın ağzından. Yerinden nasıl kalktığını ve torununu kollarının arasına nasıl aldığını hatırlamıyordu. Hasan bey aylar sonra ilk kez coşkuyla gülebildi. Mehmet çok sevinmişti ama anne babasından fırsat bulup da ulaşamıyordu yanakları soğuktan kızarmış kızına. Annesinin dizinin dibinde oturan Akif bu ani heyecanın sebebini anlayamamıştı henüz. Aylardır görmediği ablasına yaklaşmak için, yeniden tanışmaları ve birlikte vakit geçirmeleri gerekiyordu. On gün önce tam bir yaşında olmuştu.

"Kız sen ne zaman geldun?" Rahime hanım coşkusuna yenilmek üzereyken elini kalbine götürüp oturdu. O, eşi ve oğlu gibi uzun yolculuklara dayanamadığından ve Azize de inat edip dönem boyunca köye gelmediğinden görüşememişlerdi.

"Ha bu kadar çocuk da bize oyun yapayisa vay dünyanun haline!" Hasan bey bıyık altından güldü karısının haline. Torununun sırtını sıvazlayıp kızı sobanın yanına çekti. Islaktı her yanı, daha fazla üşümesini istemedi.

"Öyle şaşkınım ki" dedi Mehmet. Nihayet sarılabildi kızına. Hava kadar soğuk bir karşılık aldı ama ona da şükretti. "Çıkart, çıkart üstündekileri. Çok ıslanmışsın. Bize haber vermedin anlarım ama niye şemsiye almadın yanına? Neyle geldin, otobüs mü?"

"Köyün yağmurunda ıslanmak istedim. Uzun zamandır bu halde değilim, hasta olmam merak etmeyin." Mehmet kızını dinlemeyip mantosunun düğmelerini çözmeye başladı. Bir yandan da bu anın gerçek olup olmadığını kontrol etmek için Azize'nin yüzüne bakıyordu. Rahime hanım hâlâ kendine gelemediğine, Hasan bey epey sevinçli olduğuna ve Akif bile çığlığa benzer sesler çıkardığına göre her şey gerçekti. Azize beklenenden önce dönmüştü.

"Azize, hoş geldin." Zeynep de sıra bulup sarılabildi nihayet. Sonra geri çekilip baktı Azize'ye. Boyu uzamıştı sanki. Fakat zayıflamıştı da. Çehresi bir gerginliğe ev sahipliği yapıyordu. Bunca sevincin arasında bile kaşları çatılmaya hazır vaziyetteydi. Bu betimlemenin aksine, dudağına yerleştirdiği ufak tebessümün birçok sebebi olabilirdi. Zeynep kibarlık varsaydı.

"Tamam, sonra konuşursunuz. Azize çoraplarını da çıkart, haydi." Mehmet araya girdi çabucak. Kavuşmanın rehaveti yüzünden hasta olacaktı Azize. Bunu bildiğinden olabildiğince ciddi konuştu.

"Hayde kızum hayde" diye söylendi Rahime hanım. Ama kız odadan çıkmadan dayanamayarak bir kere daha sarıldı.

***

Yatsı ezanı okunmuş ev halkı namazlarını kılmıştı. Sobanın yanında oturuyorlardı. Koyu bir sohbetin yanında Azize'ye çok özlediği ballı sütten hazırlamıştı babaannesi. Sobanın fırın kısmına patates atılmıştı hemen. Bu habersiz gelen yolcu için hiçbir ikramdan kaçınmak istemiyorlardı. Azize'nin istediği yemek içmek değildi, otobüsün sarsıntısından olsa gerek, midesi bulanıyordu.

Büyükler konuşurken henüz uyumayan Akif gözünü ablasına dikmişti. Çekingen ve meraklıydı bakışları. Yerde kendisi için serilen battaniyenin üstünde emekleyerek bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor, Azize konuştukça duruyor eve yeni gelen bu tanıdık simayı inceliyordu. Ağzından akan salyalar boynundaki mendili ıslatırken hiç de rahatsız gözükmüyordu. Mavi kalın ipten örülmüş, üstünde ev deseni olan bir yelek giyiyordu. Annesinin marifeti olmalıydı. Saçları da gözleri de tıpkı Zeynep'e benziyordu. Mehmet en başından beri böyle olacağını bildiğinden gocunmuyordu. Gözünü çevirdiği her yanda bir güzellik görmek, ona göre nimetti.

Azize de henüz kucaklamadığı kardeşinin merakının farkındaydı. Dönüş hikâyesini anlatıp derslerden de bahsettikten sonra koltuktan kalkıp yere indi. Battaniyenin ucuna, dizüstü oturdu. "Akif" dedi yumuşak bir tonda. "Gel bakalım yanıma." Bebek sadece bakmakla yetindi o an. Azize de güldü. "Tabi, sen diyorsun ki bu kim? Ben senin ablanım." Fakat anlayamazsın ki bunca zaman uzak kalışımın sebebini. "Madem hemen gelmiyorsun yanıma. Bekle burada o zaman." Eteğine takılmadan yerinden kalktı ve odadan çıktı. Yatağının yanına koyduğu valizin içindeki poşeti arayıp buldu ve tekrar sıcak sobanın yandığı salonda döndü.

"O ne Azize?"

"Akif için" diye cevap verdi babaannesine. Yine battaniyenin ucuna oturdu. "Doğum gününde yanında değildim ama hediyesini aldım." Küçük bir bebek için doğum günü, büyüklerin gülüp geçtiği bir yıl dönümüydü yalnızca. Hatırlanacak özel bir zaman dilimiydi ama merasime gerek görülmemişti. Zaten bunu gâvur adeti bilirdi halk. Mehmet'in ufak jestleri ise Azize'ye özeldi. Akif büyüdüğünde o koca yanaklarıyla pasta yiyişini de seyredecekti elbette.

Azize elindeki poşetle sadece küçük bebeğe bakıyordu ama odadaki tüm gözlerin üstünde olduğunu biliyordu. Babası da diz çöktü battaniyenin bir kenarına. Adamın yaklaşmaya çalıştığını anladı ama başını çevirmedi kız. Poşetin içinden roman boyutunda bir kutu çıkardı. "Bakalım beğenecek misin Akif?"

"Ne aldın ki?" Mehmet, sorusuna cevap alamayınca azıcık geriye kayıp sırtını koltuğa yasladı. Hemen arkasında da Zeynep'in dizleri vardı. Omzunda bir elin desteğini hissetti hafiften. Bu zor günler, aşılmaz sanılan mesafelerin bir sonu olacak mıydı? Yoksa daima iki yabancı gibi, köşe kapmaca mı oynayacaklardı evin içinde?

Renkli kutu Akif'in dikkatini çekince, boynunda asılan emziği çekiştirmeyi bırakıp minik parmaklarını uzattı öne doğru. Azize tebessüm etti, kardeşi korkmasın diye fazla tuttuğu mesafeyi azalttı. "Sen de gel" dedi eliyle işaret ederek. Akif kutuya yaklaştı daveti ikiletmeden. "Gel bakalım, tosun." Kutuyu battaniyenin üstüne koyup kapağını açtı. İçinden kırmızı renkli plastik bir araba çıkarttı ve bebeğin eline verdi.

"Ablasi ne almış benum uşağuma!" Rahime hanım bağırarak sevince Azize irkildi bir anda. Beş aydır titiz ve düzenli bir kadınla yaşadığından, yüksek sese yabancı kalmıştı. Fakat Akif alışmış gibi duruyordu. Arabayı eline aldı, epey kurcaladı. Bebeklere uygun bir oyuncaktı elindeki. Kopacak, kırılacak ve ağza alınacak bir parçası yoktu. Okul çıkışı bir mağazanın vitrininde görmüştü Azize. Aklına, ne kadar büyüdüğünü bilmediği Akif gelmişti. Sahi, bebekler ne kadar zamanda, ne kadar büyürdü? Kitap ve şahsi ihtiyaçlar haricinde harcamadığı ve babasının daima yeniden gönderdiği harçlığını kullanarak almıştı.

"Unutmamışsın" dedi Zeynep. Bir oğluna, bir de kıza baktı. Yüzünde bir tebessüm vardı. Alışkındı kırgınlığı aşmak için atılan ufak adımları beklemeye. Bebeğin başını okşayıp yanından kalktı Azize.

"Unutulacak bir şey değil. Hem siz de benim doğum günümü unutmamışsınız. Babamla gönderdiğiniz hediyeler için teşekkür ederim."

"Patikler oldu mu ayağuna?"

"Oldu babaanne." Babaannesinin merakına gülüp kadının yanına oturdu. Dizine de yatmak istedi aslında ama dedesi odadaydı. Saygıdan dolayı büyüklerin yanında düzgünce oturulması gerektiğini öğrenmişti. Uzansa, dedesinden laf işitmeyeceğini biliyordu aslında. Ama aralarındaki ince ve hoş saygı çizgisini aşmak istemedi.

"Ben da gelmek isterdum ama uzun yola çıkamam." Aralık ayındaydı Azize'nin doğum günü. Mehmet Samsun'a gitmiş, sürpriz yapmak istemişti. Bu vesileyle de evdekilerin hediyelerini ulaştırmıştı kızına. Elbette o güne dair bir yazı da yazmıştı Azize günlüğüne. Bir volkanın patladığı tarihi unutabilirdi ama elinde makası tutan adamın yüzündeki ifadeleri asla.

Ben senenin sonuyum, Akif başı. Yakın gibiyiz ama öyle uzağız ki birbirimizden. Kopmuş ve birbirinden ayrılacak bir çemberin çizgisi gibiyiz. Dümdüz olacağız, iki ayrı uç nokta... Babam tutmuş ikimizi de kolumuzdan. Var gücüyle çekiştiriyor. Dağılıp gitmeyelim diye uğraşıyor. Ama babam o çemberi kesip ikiye ayıranın kendisi olduğunu unutuyor.

***

Son ayların en huzurlu uykusundan uyanmak istemez gibi, epey geç açtı gözlerini Azize. Yol yorgunudur diye kimse de odasına gelmedi. Hayat sakin düzeniyle işliyordu evde. Mehmet işe gitmişti. Zeynep mutfaktaydı. Rahime hanım hayvanların yanına inip gelmiş, torunuyla ilgileniyordu. Akif yeni oyuncağını çok sevmiş olacak ki elinden bırakmıyordu.

Sıcacık yorganın altından çıkmak ile kokusu gelen kuymağı soğutmak arasındaki o ince çizgideyken Azize, kapısı açıldı. Mahmur gözlerle babaannesine baktı. "Uyandun mi?" Şimdi yoğun bir sevme faslı başlıyordu işte. Yüzüne sert birkaç öpücük konduruldu, yatakta doğrulduğunda kemikleri sıkılarak sarılındı. Ve hiçbirinden şikâyet etmeye fırsat bulamadan kahvaltıya gelmesi söylenildi. Rahime hanım yatağın altındaki seleden tozpembe el örmesi bir yelek çıkardı. Azize'ye, henüz kalkmadan giydirdi.

"O halan hiç bakamamış sana, zayıflamışsın, suratun uzamış" diye söyleniyordu bir yandan da. Azize gülmemek için zor tuttu kendini. Kezban halanın endişelerinde haklı olduğunu anladı.

"Aslında çok güzel yemekler hazırladı ama ben yoğunluktan zayıfladım sanırım."

"Bilurum onun yemeklerini. Anasi bana zulmetmekten kızına ev işi öğretemedi. Kocaya gittikten sonra kaynanasından ne öğrendiyse o işte."

"Yok yok, gerçekten güzel."

"Aman iyi! Hayde sofraya."

***

Azize kahvaltıdan sonra soğuğa rağmen dışarıya çıktı. Köyü dolaştı. Komşulara selam verdi, birçoğuyla oturup sohbet etti. Meryem teyzeye de uğradı. Hafta sonu Yasemin gelecekti, sabırsızlıkla arkadaşını beklemesi gerekiyordu. Aslında onun da dersleri bitmişti, erkenden gelebilirdi ama o Samsun'da amcasının yanında kalırken çok keyifli vakit geçirdiğini defalarca söylemişti. Köyü de pek özlememişti çünkü birçok kez izin kullanıp annesini görmeye gelmişti. Meryem teyze de uzun süre kızının yanında kalmıştı. Eğitim sürecindeki ayrılığı, ufak bir gezintiye çevirmişlerdi aslında.

Latif'in annesini de kapıda bir kedinin başını okşarken görünce selam verdi. Ayaküstü sohbet ettiler. Arkadaşının söylediği gibi, kadın eskisi kadar çok gülmüyordu. "Issız oldu buralar" diyordu. "Şenliği çok severim ama tenhalaştı etraf." Bu sözler mazideki bir kadını hatırlattı Azize'ye. İçinin sesini bastırmak isteyen annesi gibi kalabalık mı arıyordu Latif'in annesi de? Gitmeye yakın yine seslendi arkasından. "Odanı beğendun mi" diye sordu.

"Hangi oda?"

"Baban yaptırdı ya senun içun, onu diyorum. Latif'imin çok emeği var orada. Kitaplık yaptı, dolap yaptı, hakiki cevizden mobilyalar. Anlattı bana. Güzel olsun diye uğraşti çok. Beğendun mi?" Dün ısrarla yukarıda yatması teklif edilmişti ama Azize hep kaldığı odada uyuyacağını söylemişti. Üst katta hazırlanan eşyaların birine göz ucuyla bile bakmamıştı ve bakmayacaktı da. Zaten en başından beri sıcak bakmıyordu odasından taşınma fikrine. Babası yukarıda uğraşırken gitmemişti hiç yanına. Bir de aralarına kırgınlıklar girmişti. Artık imkânsız gibiydi. Fakat Latif'in elinin değdiğini bilmiyordu ki. Bilse, bir oyuk tahtayı sakladığı gibi avucunda arkadaşının emeğine de övgüler yağdırırdı. Yabancı saymazdı uyuyacağı yatağı, çocukluğundan bir parça bulurdu kitabını koyacağı rafta.

"Evet, evet çok beğendim" dedi kadın üzülmesin diye. Köyün geri kalanını ziyaret etmeyi sonraya bırakarak koştu ve eve döndü. Üst kata çıktı, kapısı daima kapalı olan ve sahibini bekleyen odanın karşısında durup soluklandı. Bir emanet gibi bırakıldığı yataktan ayrılacak olmak mı acıtıyordu canını, koşmaktan mütevellit yanan soluk borusu mu?

Kapı kolunu indirdi ve içeriye girdi. Serin duvarlara ahşap kokusu sinmişti. Bir meşe ormanında yürümek gibi hissettirirdi burada uyumak. Sol köşede başlığı duvara yaslanmış, üzerine kahverengi bir pike örtülmüş yatak vardı. Karşısında, pencerenin altında bir masa, sandalye. Sağ köşede iki kapaklı bir dolap. Onun yanında dört raflı genişçe bir kitaplık. Hepsi aynı renk, aynı malzemeden yapılmış. Perdeler kapalı, açınca karşıda ceviz ağacı. Ahşap pencereler de odaya yabancı değil. Temiz, nezih ve köye yaraşır her detay.

Azize bu odayı ilk görüşte sevdi. Bir düzen ve renk uyumu vardı. Divanın üzerine yorgan serip uyumak ya da ne zaman geleceği belli olmayan bir halanın yatağına bekçilik yapmaktan daha iyi hissettirebilirdi. Kitaplarını dizebilirdi raflara, artanları kutulara doldurmak zorunda kalmazdı. İçinde konuşan bu iyimser sesin farkına geç vardı. İrkildi etrafa bakınmayı bırakıp. Yüzüne yerleşen sırıtmayı sildi. "Sen" dedi kendine hitap ederek "sevmek niyetiyle girdin odaya, Latif yaptı diye beğendin. Başka sebeple değil... Hem, aşağısı daha güzel..." Çıkmadan, içindeki dürtüye karşı koyamayarak elini çalışma masasında dolaştırdı. Pürüzsüz ahşabın üzerine bir defter ve kitap ne de güzel yakışırdı.

"Burada yaşamıyorsun Azize, alışma! Üç hafta sonra gideceksin Samsun'a, alışma!" Sert uyarısı içindeki ufak çocukları susturdu. Arkasına bakmadan odadan çıktı ve arka bahçede, ıslanmamış sandalyelerden birine oturup uzaktan yoldan geçen arabaları seyretti.

***

İnsanlar yeni kararlar alabilirdi ama tamamen değişmezlerdi. Mustafa, azimle çalışma kararı alsa da tatillerden ve haylazlıktan hâlâ çok hoşlanıyordu. Ve Azize gibi o da erkenden köye dönmek istemişti. Selvi, oğlanı durduramayacağını anlayınca eşyalarını topladı ve tatili geçirmek üzere köye döndüler. Hava soğuktu, zorunda olmadıkça kimse dışarıya çıkmıyordu. Gökyüzünün rengi kapalıydı genelde, uzun yağmurlar yağıyordu. Fakat buna rağmen yavaş yavaş bir araya gelen ve sobanın başında toplanan aile baharı yaşıyormuş kadar mutluydu.

Çok özlemişlerdi birbirlerini. Çocuk sesleriyle uyanmak, sobayı yakmak, üstüne taze sağılmış sütü koyup kaymağını Mustafa'ya yedirmek, kapılar açılınca mahmur gözlerle “hayırlı sabahlar” demek gibi adet haline gelmiş alışkanlıkları yeniden yaşamak bile keyif veriyordu hepsine. Mustafa'nın daima kısa kesilen diken gibi sarı saçları, bu yıl kesilmemiş biraz da uzatılmıştı. O haylaz bakışlı çocuk büyümeye başlamış, yakışıklı bir delikanlı olacağını her gören konuşur olmuştu.

Mustafa, vücudunda biriken tüm enerjiyi zihnine yönlendirmek için kendini zorluyordu. Kıpır kıpırdı, koşup atlamak istiyordu fakat bu düşüncelerin kendine verdiği sözün önünde engel olacağını bildiğinden, arada bir alıp fırlatma arzusuna yenilse de kitaplara teslim oluyordu. İlk dönem notları iyiydi, Of'ta tuttukları evde yeni kurdukları düzen de farklı bir hayatın kapısını açmıştı aileye. Güzel bir rüya görmüş de sabahın erken saatinde dinç uyanmış gibiydiler. Köy güzel bir rüyaydı, yeni evlerine bir gurbet sürgünüyle gitmediklerinden içleri rahattı.

Azize kapıdaki valizleri ve gelenleri görünce aylar süren bastırılmış hasretinin göğsünden dolup taşmasını engelleyememişti. Kime sarılsaydı? Bir anne şefkatiyle kollarını açmış yengesine mi, değişmiş ve kirpi saçlarını uzatmış Mustafa'ya mı, yoksa abla diye koşturan Hüseyin'e mi? Kocaman ve herkesi saracak uzunlukta kolları olsaydı bir dakika beklemezdi. Fakat çabucak bir tercih yapıp, bir zamanlar çamura bulanmış yüzü ve yırtık paçalı pantolonuyla ona mevsimin son fındıklarını bulup getirmiş Mustafa'nın yanına gitti. Delikanlının yanında kısa kalmıştı şimdi. Kollarını açıp sarıldı kucaklaşmaları sevmediğini dert edinmeyerek.

Sonra ayrılıp Hüseyin'e sarıldı sıkıca. Torunlarını hasretle bekleyen babaanne sayesinde bu kavuşma kısa sürdü. Selvi sahte bir sitemle kollarını indirip Azize'ye parmak salladı. "Hiç özlenmemişim herhalde? Bırak bu hayırsızları, insan yengesine sarılır önce."

"Olur mu hiç? İnsan özlemez mi seni?" Bir çırpıda boynuna atladı boyuna geldiği kadının. Bu ailenin torunları, tıpkı babaları gibi uzun boylu olacaktı. Ayrılmak istemez gibi sarıldılar. Selvi çok özlemişti kızı yerine koyduğu Azize'yi. Bir zamanlar ördüğü saçlarından öptü, ikisinin de gözleri doldu.

"Ah be yavrum" diye mırıldandı Selvi, tekrar kızı bağrına bastıktan sonra. Araya bu kadar hasret koyulur muydu hiç, diyecekti diyemedi. Senin kabahatin de değildi gerçi, diye geçirdi aklından. O gün devamlı birlikteydiler. Emine de geldi, o bile ortamın neşesine dahil oldu. Ölse itiraf etmezdi fakat bu evi özlemişti. Üstelik Kâmil'le baş başa kalmak sorunlarını bir kat daha arttırmıştı geçen aylarda. İkisi de birbirinden kaçmak için yer arıyordu. Adam mesaisi olduğunu söyleyerek kahveye gidiyor, Emine de köyün kadınlarını ziyaret edip vakit geçiriyordu. Gülcan, okulda edindiği birkaç arkadaştan başkasıyla konuşamıyordu. Kendini derin bir ihmalin ve yalnızlığın içinde hissettiğinden, anne ve babası gibi o da evden kaçmanın yolunu arıyordu.

Gülcan da herkesin dönmesine sevindi. Azize'nin bile. Aralarında ufak kıyaslar olsa da, ki bu yadırganmayan bir alışkanlıktı artık, büyüklerin neşeli sohbetleri arasında sohbet ettiler. Hüseyin, Akif'in karşısına oturmuş oynuyor Mustafa gür bir sesle amcasına okulu anlatıyor, Selvi, Rahime hanım ve Zeynep de gündelik hayattan bahsediyorlardı. Gündemde sert hava koşulları ve çocuklar vardı.

Selvi'nin gözünden kaçmamıştı Azize ve Mehmet arasındaki soğukluk. Geçen zaman içerisinde bir nebze barışmaya yaklaşabileceklerini düşünüyordu herkes. Fakat bir zamanlar Selvi, küçük kıza acırken ve işlerin bu raddeye geleceğini öngörebiliyorken onun ne denli yara almış olabileceğini tahmin edebiliyordu. Bu sebeple şaşkın değildi Azize'nin mesafeli tavırlarına. Yalnızca ne zamana kadar devam edeceğini merak ediyordu. Bir yıla yakın bir süre geçmişti aradan. Kız büyüyor, serpiliyor, yeni kararlar alacak yaşa geliyordu ve gençliğin en tehlikeli döneminde bir ebeveynin rehberliğine ihtiyacı vardı. Belki doğru bildiği yanlışın peşinden giderdi, belki eksik yanını doldurmak için kendini yorardı. Zaman tehlikeliydi ve Selvi en başından beri Azize'nin uzakta olmasını onaylamamıştı.

Kıza güvenmediğinden değil. Azize bile bile bataklığa yürüyecek bir karakterde olmamıştı hiçbir zaman gözünde. Ama çocuktu, o yürümese biri tutardı elinden, çekerdi düşürürdü. Böyle temiz yüzlü, güzel bir kızın başına bela açmaya hevesli olurlardı. Komşuları gençlerin halinden yakınıp yeni hikâyeler anlattıkça yüreği ağzına geliyordu Selvi'nin. Kezban halanın yanında da olsa, Azize'yi oradan almak istiyordu. Kıymetli bildiğinin uzaklığını dert ediyordu kendine. Tabi payına düşen söz hakkı fazla değildi. Mehmet abisi göndermemekte ısrarcıyken, kız daha fazla yıpranmasın diye müsaade etmişti ve babasının konuştuğu yerde herkese susmak düşmüştü.

"Anlat bakayım" dedi tebessüm ederek yatağa oturduğunda. Son görüşünden bu yana hayli değişmiş olan kızın tam karşısındaydı. Biraz baş başa kalmak ve yalnız sohbet etmek istiyordu onunla. "Nasıl gidiyor okul? Dersler nasıl?"

"İyi, güzel."

"Aslında ben seni merak ediyorum Azize." Derin bir nefes aldı Selvi. "Dersler, ne bileyim pek da mühim değil gözümde. Sen nasılsın? Rahat misun halanın yanında? Alıştın mı Samsun'a? Arkadaşun var mı?"

"İyiyim yenge" dedi Azize zorla gülerken. Hangi soruya cevap vereceğini bilemedi. "Rahatım halanın yanında, odam var, ders çalışıyorum bol bol. Konular zor biraz."

"Bir sıkıntın var mı?"

"Yok."

"Emin misin?"

"Olsa... Yani olsa söylerim, çözüme kavuşur. Her şey yolunda... Niye böyle soruyorsun ki yenge? İyiyim gerçekten." Sorgulayan bakışlar ağır geldi Azize'ye. Gözlerini kaçırdı odanın içinde. Oturduğu yerde, elinin altındaki yorganı sıkıyordu farkında olmadan. Selvi yutkundu, kalktı Çiçek'in yatağından. Yeğeninin yanına oturup, gergin omuzlarını kolunun altına aldı.

"Sekiz yaşındaydun geldiğinde. Ufacık, tatlı, gözleri meraklı, çekingen bir kızdın. Benim iki oğlum vardı, seni da kızım bildim. Anneler sadece saç taramaz, kıyafet giydirmez Azize. Çocuklarının içinde olup biteni de bilirler. Sıkıntılarını görürler, varsa bir hal çaresi bulurlar. Ben de anneyim ya, anladum bir şeyler. Bu yüzden soruyorum nasıl olduğunu." Ufak bir tebessüm edip sesini yumuşattı. "İnanmadım söylediklerine" dedi.

Azize bunu duyunca kaşları çatıldı. Geçen günlerde haladan da duymuştu bu yalancılık ithamını. Hayır, yalancı olmak istemiyordu. Yalan can acıtan, yüz kızartan kötü bir eylemdi. Yalan kandırmaktı. Bir çocuğu yurdundan etmek ve yalnız bırakmak ise en büyük yalandı! Peki Azize doğruları söylese ne olurdu? Bir senedir aynı dertten yakınan, düştüğü yerden doğrulamayan, sunulan sulh çözümlerine sırtını dönen ve insanları sıkan, inatçı, yaşadığı yalnızlığı hak eden, kendini anlatmaktan sıkıntısına vakit ayıramayan bir kız olarak anılmaz mıydı adı? İnsanları ikna etmek için harcayacağı vakitte durum analizi yapmak, kesinlikle daha az gayret sarf ettiriyordu. Deşilmedikçe, kapalı kaldıkça ve görülmedikçe yaraların iyileşeceğine inandırmıştı kendini.

Bir şeyi kırk kere dersek gerçek olurmuş. O kadar çok iyiyim diyeceğim ki, bu artık benim gerçeğim olacak. Yalancılıkla itham edildiğimde, başım dik çıkacağım karşılarına. Ve ben gerçekten iyi olacağım.

Yalnız bırakılan çocukların başlarına gelen kötülükler; öldürülmek, kaçırılmak, madde bağımlılığı, arkadaş kurbanı olmak gibi kulağa korkunç gelen hadiselerle kısıtlı değildi her zaman için. Azize bu ve bunun gibi satırları yazdıkça, yengesinin bir türlü dillendiremediği korkusunda haklı olduğunu gösteriyordu. Henüz gelişim çağındaki bir gencin doğru bir rehber olmadan hayatına devam etmesi, cisimleşmemiş düşüncelerin kötü arkadaşlığını musallat ediyordu zihnine. Ruhunda darbeler, örtülerin altında kanayan öldürücü yaralar, içeriye dolan zehirli gaz gibi sustukça uyutan kelimeler peyda oluyordu hayatında. Ve bir gencin başına pek fena bir kötülük gelmiş oluyordu.

Tecrübeli ve şefkatli bir ele, insan kaç yaşında olursa olsun ihtiyaç duyardı. Azize de daima kabuğuna çekilerek yaşayamazdı elbette. Hayaletlerle boğuşulmazdı yaşam boyu. Dudaklar gülerdi ama gözlerdeki o canlı yeşile sonbahar uğradıysa, kış bahçeleri talan ettiyse bu korkulanın başa geldiğine işaret olurdu. Can suyuna, sıcaklığa, gıdaya ihtiyacı olan çiçekler boynunu büker merhamet bekler gibi toprağa bakardı. Anne ararlardı belki, yardım... Kendi dilleriyle konuşur, medet beklerlerdi.

Selvi kucakladığı kızı bırakmak istemiyordu. Buraya gelmişken, geri dönmemeliydi Azize. Ne yana gitse hatalarından oluşan sert kayalara çarpmaktan sersemlemiş babasını affetmeli ya da onunla yaşamaya alışmalıydı ama yeniden uzağa gitmemeliydi. Kendi lisanıyla konuşan bir çiçeğin saçlarını okşadı kadın, düşünceli bakışları pencerenin ardındaki simsiyah gökyüzündeydi.

Loading...
0%