Yeni Üyelik
33.
Bölüm

32- AĞACA DOĞRU

@yesilkutuphane61

Su birikintilerine basmamaya dikkat ederek son yokuşu da çıktığında nihayet camiye varmıştı Azize. Ayağına giydiği yün çoraba biraz çamur bulaşmasına engel olamamıştı ne yazık ki. Böyle olacağını bilerek giymişti gerçi kara lastikleri. Birçok ayakkabıdan daha rahattılar. Köyde, dolabın içinde aylarca sahiplerini beklemişlerdi. Caminin, üstü kapalı avlusunun yanındaki patika yolu geçip lojmana vardı.

Tek katlı lojmanın pencereleri kapalıydı. Kapısında çamaşır asılmıyordu. Cemaatin sohbet ederken oturmaktan keyif aldığı sandalyeler kaldırılmıştı. Kış geldiğinde, her evde olduğu gibi Davut hocanın kapısı da sessizleşirdi. Derin bir nefes aldı Azize. Elinden kayan eldivenlerini kalın paltosuna sürterek düzeltmeye çalıştı. Yavaş ve dikkatliydi. Babaannesinin torbaya koyup yolladığı kavanozun içindeki çorba fazla sallanmasın diye epey gayret etmişti. Biraz mısır ekmeği ve yoğurt da vardı yanında. Evde pişenden yaşlı çifte de göndermek istemişlerdi.

Kapının önüne gelip "hocam" diye seslendi. Yanaklarını saran yünlü atkı yüzünden huylanıyordu biraz. Tüm itirazına rağmen, sanki kara kış gelmiş gibi giydirmişti babası. Kazak, hırka, kalın çorap, bere, manto, atkı. İçeriye girdiğinde de sobanın sıcağı işleyecekti iliklerine. Kışın ortasında yazı yaşayacaktı bir nevi. "Hacer teyze!" Parmaklarını metal kapıya vurdu sertçe.

Birkaç dakika içinde kapı açıldı. Hacer teyze misafirin sesini duyduğunda, ağrıyan bacaklarına rağmen hızlanmıştı. Kısa boylu, zayıf, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli bir kadındı. Kemikli burnunun ucu ufak ve sivriydi. Dudakları incecikti. Çocuklar, yaz aylarında evde hazırlanan kompostodan ikram eden bu kadını çok severdi. Hacer teyze Azize'yi bir anda karşısında görünce tanıyamadı. Aylar olmuştu görüşmeyeli. Boy atmış, değişmiş bir de sarıp sarmalanmıştı. "Tanımadın mı Hacer teyze, Azize ben. Rahime'nin torunu..."

"Azize, oy benum güzelum. Gel içeri gel." Kadın kızı tutup kolundan içeriye soktu. "Tanıyamadum, ha bu gözlerum da yaşlandi aklum da yaşlandı." Azize kıkırdayıp kadına sarıldı.

"Bir anlık şaşkınlık yaşadın diye ettun kenduni yaşli." Son kelimelerinde kadının sevimli şivesini taklit etmekten alamadı kendini. Beyaz başörtüsü omuzlarına düşen Hacer teyzeye kabanını çıkarttıktan sonra sıkıca sarıldı. Bu evde başka, bambaşka hoş bir koku vardı. Ya da huzur kesecikleri asmışlardı köşelere. Yoksa insanın içi odaların sakinliğine tezat, nasıl kıpır kıpır olurdu?

"Kim gelmiş hanım?" Odadan Davut hocanın sesi duyulunca Hacer hanım tebessüm etti. Kendine has sesinin sakin tonunu hiç yükseltmeden küçük adımlarla salonun kapısına yürüdü.

"Kıymetli bir misafirun var hoca, toparlan bakayım." Davut hoca önündeki masaya baktı göz ucuyla. Kur'an'ını ve tespihini kenara çekti. Boş çay bardağını köşeye koydu. Takkesini takıp, oturduğu koltuğun örtüsünü düzeltti. Yaşına rağmen el çabukluğuyla, kısa sürede toparlandı. O sıra Azize girdi içeriye. Önceleri olsa koşup sarılabileceği hocasına kocaman gülümseyerek bakmakla ve selam vermekle yetindi. Şu büyümek, her zaman için iyi bir iş değildi. Çok sevdikleriyle mecburi mesafeler giriyordu aralarına.

"Oo benum Azize kızım gelmiş. Hoş gelmiş! Maşallah ne kadar büyümüşsün görmeyeli. Gel otur şöyle. Sobada sıcak çayımız da var, teyzen yeni demledi sayılır. Gel gel..." Azize bu sevimli davete icabet edip ikram edilen bir bardak çayı aldı. Çok özlemişti Davut hocayı. Adamın başı önde ettiği sohbetinde, her kelimenin yüreğine akıp girmesine izin verdi. Ne zaman üzülse, yalnız hissetse ayetlerle imdadına yetişen hocanın sesi duyulduğunda odada, ona olan saygısı ve sevgisi bir kat daha artıyordu. "Ha bu köyün cemaati sabah namazına gelmez ama sen erkek olsan koşar gelurdun" demişti bir keresinde. Azize de Cuma namazına gitmek için can attığı günleri hatırlayıp gülmüştü. Sahici teselliyi bulmuş bir kalp, nasıl O’ndan yüz çevirebilirdi ki zaten?

Azize Samsun'dan bahsetti. Okuldan, öğretmenlerinden ve en çok da biyoloji derslerinden anlattı. Davut hoca kimi zaman takdir etti, kimi zaman onayladı yalnızca ve nihayetinde "bir davan ve inancın var senin. Laf söylenmesi elbette canını sıkar. Ama daha fazla okumaya, inanmaya, bilgi sahibi olmaya ve seninle savaşacak şüphelere karşı koyacak gücü bulmaya ihtiyacın var" diye bir çıkarımda bulundu.

"Çok inanıyorum zaten" dedi Azize. "Çok seviyorum ben dinimi."

"Bundan şüphem yok kızım. Daha açık anlatayım sana ne demek isteduğumi. Bir şehir düşün. Daima düşmanları tarafından ateş altında, surları zedeleniyor. Padişah dese ki, bizim korumamız var, surlarımız şehri sarmış, rahatça dolaşmaya devam etse... En sonunda düşman yıkmaz mı o surları?" İkisi ahenkle başını salladı. Hacer teyze de izliyordu bu sohbeti. Bir yandan da gülümsüyordu. Davut hocanın anlatma isteğini, tatlı dilinden latif nükteler dökülmesini pek severdi. Azize gibi meraklı çocuklar geldikçe, eşinin gençliğindeki gibi hitabını taze tutuşunu seyretme fırsatı bulurdu.

"Şeytan hep çalışır Azize. Sen kalp şehrinde bir iman taşıyorsun fakat muhafaza etmen, düşmanın şerrinden o surları koruman gerekir. Tahkim diyoruz, yani sağlamlaştırmak. Kaleleri sağlamlaştırman lazım. Bu sebeple okumalısın. Kur'an'ı oku, kâinatı oku, tefsirleri oku. Böylece yüzlerce, binlerce delil göreceksin. Düşman nereden saldırırsa, kafasına bombalar yağdıracak şüpheleri çürüteceksin. Kastettiğim buydu."

"Anladım" dedi Azize içinde kocaman bir şehrin varlığını tesis etmişken. Gözleri bir hayal seline kapıldığının işaretçisiydi. Çayı da yarım kalmıştı zaten. İnanç olgusunun, kâinatta var olanı kavramak ve benimsemek olduğu kanaatine vardı. "Deliller" diye mırıldandı. Daha fazlasına ihtiyacı olduğunu hep hissetmişti zaten. Öğretmeni, adını bilmediği bir sürü felsefecinin birbirinden farklı konulardaki kuramlarını sıralarken, o İslam büyüklerinin sözlerini ve din üzerine düşüncelerini bilmediğinin farkındaydı. "İki grup var hocam" dedi düşünceler hızla zihninden akarken "iki ordu ya da... Hangisine katılacağımız bizim elimizde. Ve tarafımızı seçtiğimizde bize güç gerekir, kuvvet gerekir. Kuvveti ayetlerden, hadislerden ve tefsirlerden bulmalıyım. Yani bulmalıyız... Öyle değil mi?"

"Aynen öyle" diyerek gülümsedi Davut hoca. Sonra hanımına baktı. "Ha bu kızı dünya alacak diye ödüm kopayi. Kafası zehir maşallah."

"Ondan ben da korkayirum hoca."

"Niye korkuyorsunuz? Hemşire olup geldiğimde, inşallah olmazsınız ama hasta olursanız ilgileneceğim sizinle." Davut hoca bunun üzerine bir şey demedi, susmakla yetindi. Tecrübeler geçti gözünün önünden. Koca bir ömür yaşarken, zeki talebeler, yeni fikirler, çeşitli yüzler görmüştü. İnandığı ve vardığı yol bir taneydi; dünya oyun ve oyalanmaktan ibaret bir bataklıktı. Bataklık, acımaz içine çekerdi. Davut hoca masanın üzerindeki tespihi eline aldı. Düşünceli bir tebessüm yerleşti yüzüne.

"Namazlarını kılıyorsun değil mi?" Olumlu cevap aldı Azize'den. "Kur'an okumayı aksatma." Kız, aksatıyor olacak ki sustu. "Tesettürü de düşün e mi?" Biraz nasihat biraz şefkat vardı hocanın ihtarlarında. Bu genç talebenin rehber arayan, dünyaya gözleri yeni açılan bir insan olduğunu düşünerek konuşuyordu. Azize de alınmadan gücenmeden dinleyip, aklının bir köşesine yazıyordu her kelimeyi. Çayı bittiğinde ziyaretini de sonlandırmak gerektiğine karar verdi.

"Eline sağlık Hacer teyze. Ben kalkayım artık."

"Afiyet olsun kızım. Otursaydın biraz daha. Neşe oldun eve, sessiz sedasızdı bu salon." Fıstık yeşili boyanmış duvarlara bakındılar ikisi birlikte.

"Yine gelirim ben. Yağmur başlamadan çıksam iyi olacak."

"Nenene selam söyle, yolladıkları için de teşekkür et bizim yerimize." Hacer teyze torbayı kastederek gülümsedi. Kabanını giymek için salondan çıkacaktı ki Azize, Davut hoca seslenince durdu.

"Bir ara uğra yine, kitaplar vereyim sana. Ne yaptığını bil, hikmeti gör, delillerin peşinden git."

"Olur hocam" dedi Azize. Konuşulanların havada bir anı olarak asılı kalmayacağına dair büyük bir inanç vardı içinde. Nasıl olur, ne yapılması gerekir, bir heyecanın peşinden gitmek hayatına ne getirir bilmiyordu. Sadece öğütlendiği gibi çokça okuma yapmak geçiyordu aklından. Yine gelecekti Davut hocaya ve kitapları alacaktı.

***

Hasan beyin radyosu ufak taburenin üstünde çalışıyordu. Haberleri sunan adam Türkiye'de yaşanan sert kıştan bahsediyordu. Kar yağışının başladığını, beyaz örtünün şimdiden bir yorgan gibi kenti kapladığını anlatıyordu. "Hiç bu kadar soğuk etmemiş idi" diye mırıldandı Arif. Hafif açık perdeden dışarıya bakıp lapa lapa yağan karı seyretti. "Bi kamyon daha odun almak lazum."

"Meşeler ne güne duruyor." Hasan bey ufaktan azarlayınca sustu Arif. "Hepten hazıra alıştınız siz de."

"Öyle de baba, bu işi yazın yapacaktık. Kar diz boyu olduğunda meşeden odun kesemeyiz ki. Hadi kestik, nasıl taşıyacağız?" Mehmet'in savunmasından sonra konu fazla uzamadı. İki taraf da adamın haklı olduğunu biliyordu. Yoğun çalışma temposunda odun kesmek yerine satın almışlardı. Bir kısım köylünün imrendiğini, geriye kalan büyük çoğunluğun da kınadığını biliyorlardı ama yük taşıyarak bellerini bükmedikleri için Mehmet'in gönlü rahattı. Cebinde para oldukça bir hizmeti satın almayı tercih ederdi. O da parası olana hizmet ediyordu ve böylece dünyanın çarkı dönüyordu.

Derin bir nefes alıp kalktı yerinden. Sobanın arkasına geçip ellerini güğümden çıkan buhara yaklaştırdı. Üşüdüğünden değil de sobanın önünde oturmuş ateşi seyreden kızına yakın olmak içindi yerinde duramayışı. Bu akşam normalden daha sessiz ve düşünceliydi Azize. Önceleri dertleşir, aklından geçenleri paylaşırdı. Hiç olmadı merakla kaldırır başını, soru sorardı. Fakat şimdi sessizdi. Mehmet'in hoşuna gitmiyordu bu suskunluk. Yabancı, uzak bakışlar ateşin içinde kayboluyordu o sıra.

"Ne düşünüyorsun?" Azize sorunun kendisine yöneltildiğini hemen anlayamadı. Mehmet yeniledi cümlesini. Kız başını kaldırıp baktı ısınmak bahanesiyle ellerini uzatan babasına. Ufak yaralar almış parmakların ne iş yaptığını bilmiyordu bile. Nasıl da uzaklardı! Sormak yerine, cevapların ayağına gelmesini bekliyordu. Hocanın yanındaki meraklı Azize ile Mehmet'in kızı bambaşka iki kişiydi. Dava ve amaç peşinde koşmaksa yeni bir kimlik kazandıracaktı günden güne büyüyen kıza. Fakat kırıldığında kaçmak, fıtratındaki bir alışkanlıktı.

"Birkaç önemli fikir" dedi sonunda.

"Önemli fikir demek... Merak ettim doğrusu. Paylaşmak ister misin? Ben dinlemeyi çok isterim." Amcası, yengesi, nenesi, dedesi ve haber spikerinin sesi odadayken içindeki şehri keşfetmekte zorlanıyordu Azize. Ve babasına da öylece bahsetmek istemedi bu konudan. Önce belirginleşmeliydi her detay. Kendini tanımak için attığı adımların farkına varmalıydı. Ayağa kalktı hızlıca. Başını salladı olumsuz anlamda.

"Yoruldum biraz, erkenden yatacağım. İyi geceler herkese." Mehmet bu ufacık vedadan sonra indirdi ellerini. Açılıp kapanan kapıya baktı düşünceli gözlerle.

"İyi geceler kızım" diye mırıldandı.

***

"Niye öyle bakıyorsun Akif? Farklı mı geldi halim?" Azize babaannesinin tülbentlerinden biri başındayken, merakla her hareketini seyreden kardeşinin önünde oturdu. "Namaz kılarken başımı örtüyorum. Sen beni daha önce hiç böyle görmedin. Yakışmış mı? Belki hep böyle dolaşırım artık. Ne dersin, güzel olurdu değil mi? Zorlanacağımı düşünmüyorum. Bir anda namaza başladığım gibi, tesettüre de girebilirim değil mi? Davut hocaya göre hemen bu gün büyük bir adım atmalıyım. Ama beni zorlamak yerine, elime bir sürü kitap verecek. Hep öyle yaptı. Kendim ikna olacağım, ne yapmam gerektiğini okuyarak öğreneceğim." Akif anlamıyordu söylenenleri ama gülüp ablasının eteğini çekiştirirken epey eğleniyordu.

"Komik mi geldi sana söylediklerim? Ha, niye gülüyorsun bakayım? Ablan sesli düşünüyor, fikir danışıyor sana ama hiç yardımcı olmuyorsun." Saçlarından süzülüp omzuna düşen örtüyü düzeltmeden, odasına gelmeye alışan ufak misafirinin karnını gıdıkladı. Akif öndeki tavşan dişlerden süzülen salyalarına, fazla güldüğünden hâkim olamıyordu. "Sen hatırlamayacaksın ama hayatım yavaş yavaş değişirken, hatıralarımda neşeli bir bebek olarak kalacaksın. Geleceği bilemem, ileride nasıl olur ilişkimiz onu da bilemem. Bir anda bambaşka oluyor her şey. Henüz salyalarını bile idare edemediğin günlerdeyiz, kavgasız gürültüsüz geçecek oyunlarımız." Bunları söyledikten sonra yeniden gıdıklanmayı bekleyen bebeğin minik elini öptü.

***

"Zorlanmayacak mısın peki?" Yasemin merakla bakıyordu arkadaşına. Almak istediği kararları desteklemiyor değildi, yalnızca şaşkındı.

"Bilmem, etrafımdaki kadınlar zorlanmıyorsa ben de zorlanmam herhalde. Hem, bir gün başımı örteceğimi biliyorum, hep biliyordum. Küçükken, büyüklerin kıyafeti, diye düşünürdüm. Büyüdüğümde başımı kapatacağım ve bu bir gelenek zannediyordum."

"Gelenek mi? Bu biraz yakışıksız bir tabir bence."

"Çocukluk işte. Sonra zaman geçtikçe fark ettim ki biz büyüklerimizden epey farklıyız. Düşünce ve yaşam tarzı olarak yani. Onların yaptığını ben yapamam, benim yaptığımı onlar yapamaz. Yani geleneklerimizin bir sınırı var. Ama örtünün, örtünmenin bir sınırı yok. Asra, millete, kişiye yani inanan herkese verilmiş bir yükümlülük. Bu emir ne zaman gelmiş?" Azize elini çenesine koyup ufak bir hesap yapmaya çalıştıysa da bu konuda bilgisiz olduğu için Yasemin'in de kafasını karıştırmaya mahal vermedi. "Neyse, öğreneceğim yakın zamanda. Ama şu dersi çıkartmalıyız ki asırlardır sürdürülüyorsa bu bir gelenek değil, Müslümanların uyduğu emirdir. Bizim için de zamanı gelecek. Öyle yabancı gibi bakma, ikna olacağımıza eminim." Ellerini birbirine sürtüp Davut hocadan alacağı kitapları hayal etti. "E ne düşünüyorsun şimdi?"

Yasemin aklına geleni pat diye söyleyen biriyken, bu soru karşısında tereddütle dudaklarını birbirine bastırdı. Yanakları kızarana kadar da nefesini tuttu. "Küçük... Değil miyim biraz?" Meryem teyze mutfaktaydı ve kızların konuşmalarını duyabiliyordu.

"Küçül da cebume gir Yasemin. He mi evladum?" Yasemin kaşlarını çatıp mutfağa doğru bakarken Azize elini ağzına bastırdı gülmemek için.

"Boyun uzun ya biraz, ondan dedi herhalde."

"Biraz daha gülersen seni da ben uzatacağum!" Bu sert tehdide karşı Azize istifini bozmadan omuz silkti.

"Benim boyum bana yetiyor, sağ ol şekerim." Bu şekerim lafı, Samsun'da ziynet eşyalarına bayılan bir komşusundan çalınmıştı kulağına. Bazen aklına geldikçe Kezban halaya söyler, gülerlerdi. Sese biraz ahenk ve yumuşaklık katmak yetiyordu. Fakat daima kullanmak pek de iyi sonuçlar doğurmayacağından, yalnızca ortam yumuşatmak için çıkıyordu Azize'nin ağzından. Yasemin de hiç sevmiyordu bu kelimeyi.

"Azize!"

"İyi tamam, küçük civcivim." Azize, masanın üzerinden Yasemin vesilesiyle havalanan ve fırlatılan defteri tutmakta gecikmedi. Bu ani tepkilere alışkın olduğundan, haylazca gülümsemekle yetindi.

***

Azize kendini ahıra attığında çenesi titriyordu soğuktan. Henüz sabahın yedisiydi. Mustafa kendisi için kızak yapmayı kafasına koymuştu ve amcasının kızına zorunlu çıraklık yaptırıyordu. Azize metreyi ve elinde tuttuğu birkaç kalemi tahta tezgâhın üzerine bırakıp uykusunu alamamış gözlerini Mustafa'ya dikti. "Günler çuvala mı girdi Mustafa?" diye çıkıştı.

"Yav fena mı oldu? Namazdan sonra yatmadın işte. Okula giderken kaçta kalkıyordun sen?"

"Okula gitmek için kalkıyordum Mustafa, kızak yapmak için değil!"

"Tamam, söylenme. İlk önce seni bindireceğim. Sonra yalvaracaksın bir kere daha Mustafa, bir kere daha..." Sesini inceltince komik olmak yerine, kızın daha fazla öfkelenmesine sebep oldu. Azize berenin altından firar eden sarı saçları tutup çekiştirme isteğiyle doluydu o an. "Bakma öyle. Gel tut şu tahtanın ucundan."

"Ya sabır!" Mustafa çok severdi böyle işler yapmayı ama teknik bilgisi yoktu. Çoğu zaman yardım alması gerekirdi. Ortaya çıkardığı ürünü bir haftadan fazla kullanamazdı. E zaten kar da bir iki gün yerde kalır, erirdi. Anın tadına varmak için öğle vaktini bekleyemezdi Mustafa. Gece boyu çiviler, çekiçler görmüştü rüyasında. Sabah ilk iş de ayakta gördüğü Azize'yi kolundan tutup ahıra sürüklemişti. Durum gereği atışıyorlardı biraz. Hele kız, cebinden ufak bir krem çıkartıp ellerine sürdüğünde amcasının oğlu uzun uzun söylenmeye başlayınca bir kavga alevlendi aralarında. "Ellerim yara olsunlar da kanasınlar mı Mustafa? Bir krem sürdüm altı üstü, ne gevezelik yaptın!"

"Hüseyin büyüsün da, kurtulayım senden!"

"Kim kimden kurtulacak acaba!" Nihayetinde Azize tahtayı bıraktı elinden. Hem yardım ediyordu hem azar işitiyordu. Dışarıda diz boyu kar vardı, babaannesi bile yataktaydı. Mustafa'nın aklına uyup aşağı indiğine pişman oldu. Elleri çatlamasın diye krem sürmenin bu kadar alay konusu edilmesine epey kızmıştı.

"Hayırdır, niye bağırıyorsunuz?" Ahır kapısının açıldığını ve Latif'in içeriye girdiğini o an fark ettiler, hatta bağırdıklarını da.

"Hiç" diyerek eline çekiç aldı Mustafa "Azize hanım süsleniyor da onu bekliyorum." Çocuk söylenmeye devam ederken, Latif sinirden yanaklarına kan hücum etmiş Azize'ye baktı göz ucuyla. Bere ve atkının içinde ufacık ve sevimli görünüyordu pespembe olmuş yüzü. Gözleri neye kızgın bakıyordu acaba? Burnunun ucu kızarmıştı. Bu saatte ne işi vardı ahırda? "Yav sus gevezeluk etma!" Latif tez zamanda kendine geldi bir çekiç sesiyle. "Ne yapacaksan ben sana yardım edeyim. Rahat bırak kızı." Mustafa, Azize'yi savunur gibi konuşan Latif'e kızdı biraz ama yardım teklifini reddetmedi. O zaten hep Azize’yi savunurdu. Kızak yapacağını söyledi. Dışarıda kar vardı, kaymak istiyordu. Bütün dönem eve hapsolmanın acısını çıkartacaktı.

Latif dizlerinin üstüne çöktü. Tahta parçasını alıp evirdi çevirdi. Sonra konuşmadan, kızak yapmaya başladı. Azize, Latif sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştu, gidebilirdi. Fakat kalmayı ve bir köşede oturmayı tercih etti. Genç ustayı izliyordu. Bağırmadan çağırmadan, el çabukluğuyla tahtaya şekil vermesini seyrediyordu. Aynı ortamdaydılar, eski günlerdeki gibi bir aradaydılar. Erken uyandığına ve üşüdüğüne değdiğini hissetti. Mustafa her zamanki gibi, ortalığı karıştırdığını unutmuştu. Lazım olan malzemeleri ustanın önüne yığıyor, yardım ediyordu. Ufaktan güldü Azize. Sinirinin buhar olup uçtuğunun farkında değildi. Soğuyan parmak uçlarını birbirine kenetleyip oturmaya devam etti.

Latif son dokunuşları yaparken neredeyse yarım saat geçmişti aradan. Sağlam ve iş görür bir üründü. Mustafa sabırsızlıkla eline almaya çalışıp çekiştirmese, genç usta hiç zorlanmayacaktı. Azize yerinden kalkıp demir parmaklıklı pencereden içeriye süzülen güneşin önünde çalışan iki gencin yanına gitti. "Bitti" dedi Latif gururla gülümserken. "Nasıl oldu?"

"Bu beni seneye de idare eder. Aslansun ula! Diğer miçolar poşetle, çuvalla kayarken benum kızak yakacak ortalığı. Uf!"

"Çok şükür, muradına erdin Mustafa."

"İyi, ben gideyim o zaman." Latif ellerini üstüne sürüp ayaklandı. Alışkındı tahta tozuna. Gittiği yerde de bundan farklı bir şey yoktu.

"Kahvaltı etseydin bizimle. Ettin mi evde? Yani o kadar uğraştın, Mustafa..." Azize imalı bir bakış attı Mustafa'ya. Latif’i öylece göndermesi ayıptı. Oysa amcasının oğlu teşekkür için kahvaltıya davet etmek yerine, kürek alıp kaymak için yol açmaya niyetlenmişti.

"Ha, evet, kahvaltı et oğlum. Hadi çık yukarıya." Azize ve Latif bu şaşkın ve dalgın davet karşısında bir an duraksadıktan sonra güldüler. Kız, genç ustaya döndü. Amcasının oğlundan hayır yoktu bu saatten sonra.

"Ciddi bir teklif benimkisi. Yarım saat daha beklersen hazır olur her şey. Kalabilir misin?"

"Aslında benim gitmem lazım, usta bekler. Başka gün belki Mustafa'yla yaparız biz kahvaltı. İşini gördüm, seni de onun dırdırından kurtardım ya o bana yeter."

"Esas bu yüzden çokça teşekkür ediyorum ya sana. Ustan beklemeseydi tutardım seni. Ama madem işin var... O zaman..." Kız çabucak elini cebine attı. Mustafa'yla kavga etmelerine sebep olan o ufak kremi çıkardı. Latif'in elleri soğuktan çatlamıştı. Kızak yaparken görmüştü de ses çıkartmamıştı Azize. Şimdi madem amcasının oğlu kendi derdine düşmüştü, kremi Latif'e verebilirdi. "Bunu sür" dedi "ellerindeki yaralara iyi gelir. Eldiven de tak Latif. Hava çok soğuk."

"Olur mu ki?"

"Niye olmasın Latif? Sizin ne alıp veremediğiniz var şu kremlerle? Altı üstü yaranın üzerine süreceksin ve bekleyeceksin."

"Tamam... Azize tamam." Latif çabucak sinirlenen kızın elinden kremi alıp cebine attı. Geldiğinde çıkan kavganın yeniden yaşanmaması için yine ufaktan gülümseyerek ve yumuşacık bakarak konuyu kapattı. "Gideyim o zaman" dedi.

Azize de "Eldiven tak" diye söylendi.

***

Yoğun bir ikindi vaktiydi. Komşunun ineği ahırdan kaçmış ve ortalık birbirine girmişti. Hayvan koştururken sahibi de peşinden gidiyordu. Yardım isterken öyle bağırmıştı ki herkes korkuyla evden dışarı atmıştı kendini. Erkekler montlarını giydi meseleyi anlayınca. Komşuyla beraber ineğin peşine düştüler. Engebeli ve dik yamaçları olan arazide koşmak elbette zordu. Bir de diz boyu kar olunca hayvan da huzursuzlanmıştı. Kendini tehdit altında hissediyor olmalıydı ki artık kaçmak yerine ırmağın yakınlarında dolaşıyor, kimsenin yanına yaklaşmasına izin vermiyordu.

"Hayde kızım, hayde gel kızım." Adam tatlı dille çağırıyordu ineği. Nefes nefese kalmıştı. Yaralanma tehlikesine karşın yanına gidemiyordu. Hayvanın sakinleşmesini bekliyordu tüm köylü.

"Abi nası kaçtı hayvan yav?"

"Bilemedum ki Mehmet. Bir baktum deli dana, koşayi. E ben da peşinden koştum. E sen da benum peşumden, e ..."

"Abi tamam, anladım ben seni." Mehmet ağzından çıkan bir buhar kütlesini görmezden gelip karın üstünde zorla yürüyen ineğe baktı. "Arkadan mı yaklaşsak acaba?" diye söylendi. "Boynuna halatı geçiririz, kaçamaz herhalde."

"Yok oğlum, hayvan kayar düşer. İş almayalım başımıza. Bırak sakinleşsin." Arif bu planı onaylamadı. Durdurdu Mehmet'i.

"E bu sarıkızın keyfini beklerken donalım mı abi?" Sırıttılar birlikte. Arif eğilip yerden bir avuç kar aldı. Elinde bir top haline getirip kardeşine gösterdi.

"Hareket et ısınırsın." Sonra hiç beklemeden fırlattı kartopunu. Koca adamlar, eğlenceli bir savaş başlattılar. Soğuğun insan üzerindeki durgun tesiri, hayvan kaçtığında meydana gelen gerginlik bir nebze olsun bu oyunla dağıldı. On yedi yaşlarında içi içine sığmayan delikanlılar çayevinin üstündeki yokuşun kenarındaki büyük çınar ağacının altında kahkaha atmaya başladılar. Tabi bunca gürültü ineğin sakinleşmesine engel oldu. Üşüyeceklerinden sızlanan Mehmet'in kıyafetleri baştan aşağıya karla kaplanmıştı. Mustafa kendisine haber verilmediği için epey kızacaktı babasına fakat fazla ileri gidemeden yapacaktı bunu.

İneği tekrar ahıra koyabildiklerinde saat sekize geliyordu. "Üstümden kamyon geçti sanki" demişti Mehmet. "Kurban bayramına kaç ay var abi?" diye sorduğunda omzuna sert bir darbe yemişti.

"Ya oğlum ne istiyorsun hayvandan? Geç içeri de üstünü başını değiştir. Kıpkırmızı olmuş burnun." Gülerek ayrıldılar birbirlerinden. Mehmet üst kata çıkıp kalın ve temiz kıyafetler giydi. Karnı da acıkmıştı. Sıcak çay ve çorbanın hayaliyle hızlı hareket ederken ciğerlerinin ufak öksürüklerle sinyal vermeye başladığını fark edememişti.

Fakat akşam boyu üstünde günün neşesiyle konuşurken ve çayını içerken hanımlar gözünü Mehmet'in üstünden ayırmamıştı. Zeynep kalkıp ılık suya bal kattı, yetmedi Rahime hanım ıhlamur kaynattı. Arif kıskandığından söz edip Selvi'ye yan bakışlar atsa da nazına karşılık bulamadı. Her şeye rağmen, epey keyiflilerdi. Hasan bey etrafına toplanan evlatlarını özlediği kadar, onların da eve ve aileye olan hasretlerinin farkındaydı. Belki aylar süren bir ayrılık geçmişti üzerlerinden fakat günün sonunda herkes kıymet bilecekse, buna değerdi.

Mehmet gece salonda yatmak istedi. Biraz ateşi vardı, öksürüyordu da. Yukarı çıkıp Zeynep ve Akif'i rahatsız edeceğini düşündü. Sanmıyordu ama bu ufak üşütme bulaşıcı olabilirdi. Her ihtimale karşı sobanın yanındaki divanda bir yatak serdi kendine. Başını yastığa koyduğunda, ufak bir zaman yolculuğuna çıkacağını tahmin ediyordu zaten. Diğer çekyatta yatan ufak bir kızın soluğunu işitir gibi oluyordu. Ayrılık, gözyaşı, kandırmaca ve umutlarla cebelleşen bir adamın yüreğindeki karmaşayı anımsıyordu.

Geride kalmış olmalıydı karanlık girdaplar. Sonsuza kadar sürebilir miydi kederler? Hayır, dünya sonu olan bir mekânsa bu hislerin de elbette sonu olmalıydı. Peki ne zaman? Bitti derken çelişkili düşünceler, daima tazeleniyordu. Kaç sene hüküm giydiğini düşündü. Düze çıktım dedikçe yeni yamaçlarda buluyorum kendimi. Hak ettiğimi hiç inkâr etmem ama insanım ya, affedilmeyi çok istiyorum. Küçük bir kızın kırılan kalbinin vebali mi daha ağır, evladımın yüzüme bakmaması mı bilmiyorum.

Gece sıkıntılı geçecekti biraz. Sıcak içecekler fayda etmemişti Mehmet'e. Ateşi yoktu ama epey öksürüyordu. Hastalığına teşhis konulan o karanlık günleri anımsıyordu. Bir karabasan kıyafetine bürünüyor, boğazına çöküyordu geçen seneler. Rahime hanım da elinden geleni yapmış yatağına dönmüştü. Kâbuslarla ve öksürükle cebelleşen oğlu bir başınaydı. Koca bir adamken, dizlerini karnına çekmiş şefkat beklediğini bilmeden yatıyordu. Zeynep'i ısrarla yukarıya gönderdiğine üzülmüştü, sonra bunu düşündüğüne de pişman olmuştu. İki gram uykusu olan birini ayağa dikmenin ne faydası vardı ki?

Zeynep bilse halimi gelirdi. Ama bilmiyor, iyi de oldu habersiz olduğu. Annem sabaha kadar ilgileneceğine dair teminat vermeseydi çıkmazdı yukarıya. Annem de uyuyor gerçi. Herkes uyuyor. Tabi ya benden sebep dolaşamazlar ya gece boyu. Çocuk değilim ki bakarım kendime. Kocaman adamım. Ama oyun eğlenceliydi. Pat diye vurdum herkesi. İyi nişan alıyorsun Mehmet. Askerde harcadılar oğlum seni. Teğmen falan olurdun sen.

Gerçi gitmen lazımdı. Nereye? Bilmiyordun ki, takıldın bir hayalin peşine. Nasıldı Almanya? İlk zamanlar, güzeldi evet. Şanslı adamdım, evim oldu. Herkesin evi olmaz, şantiyede uyurlar. Aç gezenler çoktu. Köylerine para yollayacaklardı. Benim evim nerede? Köyümün adı ne? Kafam karışıyor, yolu bulamadım. İlk kez geldim ya, kayboldum herhalde. Sorarım şimdi birine. Niye anlamıyor söylediklerimi? Sağır mı bu kadın? Hiç de bilmiyorum buraları.

Samsun mu burası? İstanbul mu? Hm, bir kız çocuğu tutuyor elimi. Elleri sıcacık, tertemiz. “Baba” diyor bana. Baba oldum ben, iyi olmuş. Şimdi buluruz yolumuzu. Belki o biliyordur, eve götürür beni. "Ev nerede?" diyorum. Parmağıyla uzaklarda bir ağacı gösteriyor. Ne, ağaç mı? Sincap mıyız biz evladım? Derenin sesini duyuyorum. Tamam, bizim dere. Ben bulurum şimdi evi, merak etme. Adım hoş bir sesten duyulana dek dere boyu yürüyoruz. Ağaca doğru gidiyoruz ama ısrarla “Mehmet” diyor birisi. Dönüp bakıyorum, pek tanıdık, pek güzel bir kız. Gülümsüyor, siyah saçları yazmasından süzülmüş...

"Bu kim?" diye soracak oluyorum. Ellerim kaskatı kesiliyor. Elimdeki sıcaklık kayboluyor. Bana “baba” diyen kız yürüyüp gidiyor. Ağaca doğru, evine doğru. Ama ben de evimi arıyorum. Adımı duyuyorum. Ortada kaldım "bekle" diye bağırıyorum. Kimsenin adını bilmiyorum. E madem beni biliyorlar, niye elimden tutmuyorlar?

"Baba, baba uyan." Azize bir kez daha sarsınca babasının kolunu, nihayet adam gözlerini açtı. Fakat korkunç bir bilinmezliğin içinden çıktığı belli oluyordu. Çok terlemişti, etrafına bakınıyordu acı içinde. Nerede olduğunu idrak edemedi bir süre. Sonra sobanın sesini duydu, Azize'nin elini hissetti, kızının yüzüne baktı. Derin bir nefes almak istedi. "İyi misin? Kâbus görüyordun, o yüzden uyandırdım."

"Ne zaman uyuduğumu bile bilmiyorum" dedi Mehmet. Öksürdü sonra. Azize babasını omuzlarından tutup kaldırdı, yastığını dikleştirip bir bardak su uzattı. "Düşünüyordum sadece. Sonra... Kayboldum."

"Korkma" diye fısıldadı Azize "evindesin, kaybolmadın. Hadi iç suyunu. İlaç getirdim sana."

"Ne ilacı? Pekmez içtim ya."

"Antibiyotik bu, daha hızlı tesir eder. Pekmezi yine içersin." İlacı kutusundan çıkartıp babasına uzattı. Rahime hanım doğal ürünlerle tedavi etme taraftarı olduğundan, akşamdan beri Azize elinin gittiği ilacı babasına verememişti. "Hazır etraf tenhayken, gece yarısı ev ahalisi görmeden iç bunu."

"Babaannenden mi korkuyorsun hemşire hanım?" Loş ışıkta bir soluk verir gibi tebessüm etti Azize. Hırkasının ceplerine sokuşturdu ellerini.

"Bir dönemde hemşire olunmaz ama dolaptaki ilaçları ne için kullandığımızı az çok hatırlıyorum. Bence görevlerini yapmalılar."

"Şifa olsun o zaman..." Bir yudum suyla ilacı içti Mehmet. Elleri titriyordu ama farkında değildi. Yüreği çırpınıyordu göğüs kafesinde. Gecenin bir vakti, karanlığın sokaklarında elini tutan bu kıza sarılmak ve sığınmak istiyordu. Fakat izin olmadığını bildiğinden, çaresizce ağlamak geliyordu içinden.

"Ev diyordun?" Kısa bir sessizlikten sonra sordu Azize. "Rüyanda yani, bir evden bahsediyordun." Mehmet bir kere daha öksürdü. Sonra ciğerlerini havayla doldurup avuç içiyle alnındaki teri sildi.

"Evimi arıyordum, kaybolmuştum." Kız yalnızca başını sallamakla yetindi. Bilinçaltında yatan travmaların ve korkuların böyle aciz anlarda çıkıp kapıya dayandıklarını bildiğinden, babasının kâbusunun sebebini az çok anladı. Ne de olsa Almanya, babası için kocaman bir pişmanlıktı. "Sonra sen geldin, elimi tuttun. Bir ağaç gösterdin bana. Evimiz orasıymış. Dere boyu yürüyorduk. Sıcacıktı elin." Uzanıp Azize'nin elini tuttu. "Biri seslendi adımı, dönüp ona baktım. Ama hiç kimseyi tanımıyor gibiydim. Baba demesen bana, seni de bilemezdim. Baktığım kişi..." Düşünmek ister gibi kaşlarını çattı. "Bilmiyorum, sen gittin sonra. Beni beklemedin, kayboldum. Nereye gideceğimi kestiremedim..."

"Fena bir kâbusmuş" diye mırıldanarak babasının sözünü böldü Azize. "Hani küçük bir çocuksun, yanında ne annen ne baban var. Yabancı bir yerdesin. Herkes yabancı, ağlamak istiyorsun, hava kararıyor, korkuyorsun... Öyle fena bir rüya görmüşsün baba." Mehmet, nasıl da iyi tarif ettin korkumu diyemedi. Çünkü Azize bir rüyadan bahsetmiyordu. Büsbütün hakikatti sözleri.

"Gel bulalım birbirimizi Azize'm." Çatallı sesinden anlaşılıyordu ağlamaya başladığı. Muhtaç bir adam gibi ellerini uzatmak istiyordu. "Evimizi, yurdumuzu, birbirimizi bilelim." Bu samimi teklif yüreğine dokundu Azize'nin. İyi ki karanlıktı her yer. Aksi halde yanaklarından yuvarlanıp giden iri gözyaşlarını görecekti hasta adam. Uzanıp silmek isteyecekti. Közü kalmış sevgileri alevlendirecekti.

"Bulduk zaten baba. Bir aradayız, evdeyiz. İstediğin buydu, oldu."

"Değildi, hayır." Bu cevaptan sonra içinden feryat etmek geldi Azize'nin. Ne istiyorsun be adam, diye bağırmanın tam sırasıydı. İsteklerin sürükledi bizi buralara. Bırak da kendi nefesimi alabileyim artık. Sevginde de yokluğunda da boğazımda düğüm düğüm.

"Her neyse" diyerek erteledi cümlelerini. "Dinlen biraz, ilaç terletir. Dert etme."

"Gitmesen..."

"Şu koltukta yatayım, olur mu?"

"Onu demedim, Samsun'a gitmesen?"

Loading...
0%