Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4- EVLAT PRANGASI

@yesilkutuphane61

Yattığı yerden pencerenin ardını seyrediyordu Zeynep. Gün tüm yoğunluğuyla sona ermiş ve genç kıza biraz da olsa kendiyle baş başa kalma fırsatı vermişti nihayet. Bir kardeşi daha vardı odada, nefes seslerinden uyuduğu anlaşılıyordu. Bir gece kalmıştı geriye bir de Zeynep'in uykusuz gözleri. Önceleri rüyalar istediği simayı ona gösterirdi. Şimdi bir kaç ev ötedeydi özlemini çektiği kişi.

Ne garip bir hal! Onca uzaklığa ve imkânsızlığa rağmen, üstelik engelleri aşacak bir gram güce sahip değilken birisini özleme cesaretine sahip olmak. Zeynep'in en büyük sırrı, kalbindeki aydınlığı, imkânsız hayallerinin adı Mehmet. Çocuklukta hayranlık, büyüdükçe gözlerine yerleşen muhabbet, genç adamın duruşunun verdiği güven yer etmiş Zeynep'te. Başkalarınca Mehmet, yalnızca abi olmuş Zeynep'e. Ama başkalarınca. Zeynep'in kalbinde yeşeren güllerden kimsenin haberi olmamış, solduklarında bile.

Esnemek benzeri iç çekti. Dünü anımsadı. Yılda bir belki görür belki görmezdi ama sırtı dönükken bile tanıyacak kadar kalbi aşinaydı ona. Zeynep çoğu zaman aklından atmak isterdi Mehmet'i. Henüz büyüyen yüreğine, dünya görmüş, evlenmiş çocuğu olmuş bu adamın sevgisiyle zulmetmek delilikten başka neydi ki? Bir keresinde karısıyla gelmişti, güzel ve bakımlı bir kadındı. Zeynep’in sırtında ot dolu sepet varken, yanından geçmişti Mehmet. Daha genç daha yakışıklıydı. Dönüp bakmayışına kızamamıştı genç kız. Üzüntüsü canından can götürene dek sürmüştü. Bir arsız sevgiye hapisti yüreği. Küçüklüğüne, silik varlığına ve imkânsız masallarına esirdi.

Bir önemi var mıydı bunların? Ne Mehmet için ne dünya için yoktu. Bir kaç aya kapılarına tanımadığı birileri gelirdi, babası onay verirdi ve Zeynep boynu bükük sevdasıyla uzak yerlere giderdi. Gelin diye gönderirlerdi gurbete. Unuturlardı Zeynep'i, Zeynep gömdüğü sevdasının üstünde kırgın çiçekler yetiştirirdi. Mehmet'e değil, onunla aynı zamanın insanı olmayışına kırılırdı.

Ne zaman doldu gönlü, farkında değilken yastığını ıslanmış buldu. Önceleri hayal kurarken, büyüdükçe gerçekleri düşünür olmuştu. Yorganını omzuna doğru çekti biraz daha. Sabah ıslak zemine bastığından ayağını burkmuştu. Onun acısı da çıkıp gelmişti şimdi. İmkânsızın acısından daha iyi hissettiriyordu ama. Sürmese de ilacı vardı. Gözlerini kapatıp, uyumaya çalıştı.

Sobanın rehavet veren sıcağında oturanlar da vardı. Bir ay, tüm karanlıkla baş etmeye çalışırken suskunluğu bozan Azize oldu. "Baba ne zaman gideceğiz?" Göğsünü kabartarak derin bir nefes aldı Mehmet.

"Niye sordun? Sıkıldın mı?" Başını salladı Azize. Sıkılıyordu burada, yalnız hissediyordu. Hava hep kapalıydı üstelik. Kasvetle sarılıydı etrafı. Bu hayatta güvendiği, elinden tutan bir babası vardı o da gün boyu evde değildi. Evine dönmek istiyordu. Her gece fırtınayla, sarsılan pencerelerle, şimşeklerin aydınlattığı bir odada uyumaktan hoşlanmıyordu ve kendini ikna edebilecek raddeyi geçmişti çoktan.

"Eve dönmek istiyorum" dedi ağlamaklı bir tonda. Dizlerini karnına çekip, sobadan yayılan cılız sarı ışığa baktı dolu gözleriyle. Elinden geldiği kadar babası için sabır göstermişti. Ama köyün güzel bir anı olarak kalabilmesi için kısa zamanda Almanya'ya geri dönmeleri gerekiyordu. Karşı koltukta, oturduğu yerden kalktı babası ve küçük kızın yanına oturdu. Kolunun altına aldı Azize'yi. Biraz sarılmak, biraz sahip çıkmaktı amacı. Evlat başka bir şeydi, insan bağımsızlığını ilan etse de dünyaya, küçük bir beden yüz pranga vururdu ayağına. İlgi bekleyen bir çiçek, ilmek ilmek işlenmesi gereken bir nakıştı. Zordu, bakması beceri istiyordu. Ve Mehmet için tüm bitik hislere rağmen gizli bir huzurdu.

"Sevmedin mi burayı? Babaannen, deden, Mustafa... Hepsini seversin diye düşünmüştüm." Azize sigara kokusu kazağına sinmiş babasına sokuldu.

"Sevdim ama evimizi özledim. Babaanne iş yapıyor, Mustafa hep gidiyor. Dede evde kal dedi ama sıkılıyorum. Fahrrad istiyorum."

"Azize…"

"Türkçesini unuttum baba."

"Bisiklet." Azize başını salladı. Günlük hayatta kullandığı eşyaları olduğu gibi söylüyordu. Babası ona da izin vermiyordu. Bu konuşma onu daha fazla sıktı. Ne olacaktı bu kadar katı davranmasaydı? Bisiklet yerine fahrrad dedi diye tüm Türkçeyi unutmuş sayılmayacaktı ki. Parmaklarını çekiştirmeye başladı farkında olmadan. Dünyadaki tek varlığı babası olmasaydı, onunla bu konuyu etraflıca konuşurdu. Ama onu seven ve yanında olan bir tek babası vardı. Kötü bir çocuk olursa ve babasının dediğini yapmazsa, annesi gibi onu da kaybederdi. Bunun olmasını hiç mi hiç istemiyordu.

"Yarın, birlikte dışarıya çıkarız tamam mı? Ben sana etrafı bir güzel dolaştırırım. Çok seversin buraları." Aslında sözü bu gün içindi ama maalesef ertelenmişti.

"Sonra gideceğiz değil mi?"

"Bence gitmek istemeyeceksin."

"İstiyorum baba, evimi özledim." Mehmet bir sıkıntıya düştü. Biri yetmiyordu, bini dayanıyordu kapısına. Daha fazla sürdürmek istemedi konuşmayı. Bir çocuğu fikrinden caydırmanın en iyi yolu, ona istediğinden daha güzelini göstermekti.

***

"Bak şu ağacı görüyor musun? Dalında salıncak vardı, sallanırdık." Azize başını yukarıya doğru kaldırdı hayretle. Altı uçurum, boyu göğe değen bir ağaçtı bu. Bırak sallanmayı, tırmanmak bile cesaret isterdi.

"Korkmadın mı?"

"Korkak birine mi benziyorum?" Yalancı bir sitemle bakan Mehmet, bir yandan da göğsünü kabarttı.

"Hayır, ondan demedim. Ama yüksek, çok yüksek." Çenesini kaldırıp ağacın uzanmış bir kol gibi duran dalına baktı. Bu dala ip atıyor, sonra da sallanıyorlardı demek. Boşluğa kendini bırakmaktan farkı yoktu bunun. Ya da bir denizin üstünde sallanmaktan. Aşağısı yeşillikten oluşan bir denizdi sanki. Sık otlar, ağaçlar, ufak çay tarlaları ve yamaç kayalar. Üstte gök altta deniz. Bazen yeşil bazen gri. Azize aksiyonun verdiği kalp çarpıntısını ve rüzgâra kollarını açtıkça kesilen nefesini hayal etti bir süre.

Hayalini bölen, ayaklar altında ezilen taşların sesi oldu. Babasının baktığı yöne baktı sonra. Sırtına içi ot dolu sepetini almış güzel bir kız geliyordu kendilerine doğru. Yol üstünde duruyorlardı ama Zeynep'in bir komşu gibi yanından geçeceğini düşününce selam vermek için boğazını temizledi Mehmet. Azize üstten bağladığı başörtüsünden çıkmış kıvırcık saçlarına bakındı kızın. İlk dikkatini çeken bu olmuştu. Kıvırcık saçı severdi, sınıfında bir kız vardı saçı kıvırcık, ona özenirdi hep. Yaklaştıkça, Azize Zeynep'in yüzündeki her detayı daha rahat görebildi.

Tatlı ama sert bir siması vardı. Güzeldi fakat yorgun. Olmaması gereken bir yerdeydi sanki. Gölgelerin içinde kayıptı. Gözleri yerdeydi, hafif çekingen. Yer yer diken batmış, yara almış elleri sepetin iplerindeydi. Beyaz teni gerek soğuktan gerek güneşten yanmış, kırmızıdan sonraki esmerliğe teslim olmuştu. Krem değmediği belliydi yüzüne. Saçlarının siyahı, gözlerinin zeytin rengiyle uyumluydu. Gençti fakat çocukluğundan epey uzaktaydı.

"Nereden böyle?" Gelen selam verirdi, adet böyleydi. Fakat Mehmet laf atmasa Zeynep'in konuşacağı yoktu. Başıyla selam verir, geçer giderdi hatta.

"Ot toplamaktan." Nerdeyse her hanenin ineği vardı. Ahırdan fazla çıkartmazlardı ama. Her yer yamaç, her yerde çay tarlaları vardı. Hayvanları salacakları dümdüz çayırlar olmadığından otları kesip, getirir önlerine koyarlardı. Evde bu iş de diğer birçoğu gibi Zeynep'e düşerdi.

"Meşeden mi topladın?" Merak ettiğinden sormuyordu Mehmet, amacı Zeynep'i oyalamaktı. Sonraları bu oyalanmalar epey pişman edecekti onu. Fakat farkında olmadan buraya ait bir güzellik arıyordu ruhu. Kendine, buranın yaşanılabilir güzelliklere dolu bir yer olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Farkında olmadan.

"Meşeden, çayırdan." Zeynep gittikçe ağırlaşan sepeti bir kez hoplattı sırtında. Kayan iplerin yerini sağlamlaştırdı. Mehmet'in karşısına ikinci kez sepetle çıkışıydı bu. İlkinde küçük, görünmez biriydi. Azize'nin annesi de geçmişti yanından. Şimdi yolunun üstünde hem Mehmet duruyordu hem kızı, üstelik bu sefer Zeynep de görünmez değildi. Yine şehirli gibi giyinmişlerdi, yeni ayakkabılarındaki çamurdan rahatsız olup temizleyeceklerdi. Kıyafetleri kötü de kokmuyordu. Sırtındaki beş kilo yük yüz kilo olmuştu sanki Zeynep'in. "Ben gideyim artık" dedi sesi içine kaçmış gibi.

"Bekle." Azize yalnızca seyrediyordu olanları. Babası önüne geçip durdurmuştu Zeynep'i. Kızın irkilerek geri çekilişinden ortama bir huzursuzluk yayıldığını fark etti. "Ben taşıyayım sepeti." Ne, babası sepet mi taşıyacaktı? İçi ot dolu sepete talipti Mehmet, hem Zeynep'in hem Azize'nin şaşkınlığı bundandı.

"Olmaz" Zeynep kendine geldi hızlıca. Olur şey değildi.

"Lütfen Zeynep, ver de taşıyayım." Bir gören olurdu, konuşan olurdu. Hepsinden öte, bu işlerden kaçıp şehre yerleşmişti Mehmet. Zeynep artık bu adamın eline sepeti yakıştırmıyordu. Fakat Mehmet ısrarcıydı. "Özledim da eski günleri. Sepeti ben taşırsam ikimizin de gönlü olur. Sen dinlenirsin ben gençliğime giderim." Gençlik kendisini terk etmiş gibi konuşan Mehmet'in ısrarına dayanamadı Zeynep, indirdi sepeti sırtından. Sonra bir çırpıda yeniden havalanışını seyretti. Özlem bahanesiyle iki tarafın da gönlü oldu.

"Baba." Azize kıkırdadı babasına. Bir gömlek bir pantolonla görürdü adamı, bu hali garip gelmişti. Tabi küçük kız babasının yaşadığı zorlukları, hamallık yaptığını bilmiyordu. Bu sepet, bel büken çuvalların yanında bir hiçti. Mehmet güldü, kızının omzuna dokundu.

"Hayde düş önüme bakalım." Yokuş aşağıya yürümeye başladılar. Bir süre sessizlik oldu. Zeynep dinlendi, Mehmet ne dese bilemedi. Yanındaki kız çocukluğuydu, geride kalan memleketinden bir parçaydı. Topladıkları elmalardan verirdi, Çiçek’e yaptığı iyiliği ona da yapardı. Bu kadar değişmiş olması garibine gidiyordu hâlâ. Arkadaşlarından çoğu şehre taşınmıştı. Geride kalanlar yuva kurmuş, işinde gücündeydiler. Oturup eski günleri yâd edeceği pek kimse yoktu etrafında. Bu yüzdendi biraz da Zeynep’e, konuşsa dinleyecekmiş gibi bakması.

"Yorulduysan..."

"Bu yormaz beni." Zeynep'in teklifini düşünceli bir sesle reddetti.

"Maşallah büyümüş. Çok küçükken görmüştüm bir kere, uzaktan..."

"Azize... Evet, kocaman oldu." Küçük limon ağacının yanına gelene kadar biraz daha sustular. Sonra yine Zeynep söze girdi.

"Ne kadar daha kalacaksınız?"

"Belli değil."

"Azize sevdi mi burayı? Yani... Annesini falan özlemiyor mu?" Zeynep, Mehmet'in boşandığını biliyordu. Uzun sürmemişti evliliği. Fakat bir çocuk vardı ortada ve hâlâ görüşüp görüşmediklerini merak ediyordu.

"Özlemez" dedi kısaca. Zaten öyle sık görüşmezlerdi anne kız. Lisette sorumluluk sahibi, sevmeyi bilen bir kadın değildi. Alkol ve eğlence düşkünüydü. Hayvanların bile yavrularına sahip çıktığını bilen Mehmet, Lisette'den de onunla evlenme hatasına düştüğü için kendinde de iğreniyordu. Yaşı genç, tecrübesi azdı. Yabancı bir memleketteydi ve barınmak bile bir problemdi. Düştüğü boşluktan, hevai bir gülümsemeyle kendini çekip çıkartan kadına güvenmişti yalnızca. Evlenmekte gecikmemişlerdi. Bir ev açmışlardı. Kararlarında hızlı ve fevri bir adamdı Mehmet. Fakat kaçtığı kültürdeki sevgiyi, sadakati, güveni ve sıcaklığı hiç bulamayacağını fark ettiğinde artık geçti. "Buralara alışsın, ailesini tanısın istiyorum. Orada Azize'ye vaat edilen bir mutluluk yok. Yuvası olmalı burası."

"Ne demek bu?" Zeynep istemsizce duraksadı. Mehmet'in her kelimesinin altında derin bir mana arayıp kendini mi yoruyordu, yoksa artık dönüş vaktinin geldiği mi ima ediliyordu?

"Baba, kedi!" Elma ağacının altına doğru koşturan Azize'ye döndü ikisi de. Kedi Azize'den korkup kaçmıştı. Hayvanların fevri hareketlerden ürktüğünü, ancak birçok tecrübeyle kavrayacaktı küçük kız. Mehmet kazağının üstüne yapışan ıslak otlardan habersiz, sepetin iplerini sıkıp karşıdaki çay tarlalarına baktı. Babasının malıydı buralar. Çaylıkların üstünde, arkasına göğü almış taş bir ev vardı. O evdekileri de, çocuklarını da hiç sevmezdi. Ev, şatodan farksızdı, ürkütücü gelirdi insana. Köyden bağımsız gibiydi sanki. Üstelik evin bahçesinden yirmi otuz metre ileride üç kişinin mezarı vardı.

Köyde evlerin arkalarında, bahçelerin yanında, cami avlusunda mezara rastlamak çok doğaldı. Toplu mezarlık yerine herkes kendi arazisine gömüyordu ölülerini. Mehmet oldu olası sevmezdi bu düzeni. Fakat köylü alışkındı buna, garipsemiyordu. Değiştirmeye niyetli değillerdi. Kimse de arazisini halka açmazdı zaten.

"Azize de benim büyüdüğüm yerlerde dolaşsın, gezsin görsün demek istiyorum." Mehmet en doğru ve ucu açık cümleyi kurduğuna inanıyordu.

"Sen seviyor musun ki buraları?"

"Benim ne yaptığımın bir önemi yok. Yaşama sırası kızımda."

"Altmışında dedeler gibi konuşuyorsun." Zeynep büyüklük taslayan bir tavırla konuşan Mehmet'ten hiç hoşlanmıyordu. O zaman sanki aşılmaz uçurumlar giriyordu aralarına. Mehmet büyük, Zeynep küçük. Mehmet görmüş geçirmiş, Zeynep cahil.

"Altmışın yarısına ulaşmak üzereyim. Az kaldı." Alayla güldü.

"Ama değilsin, önünde Allah nasip ederse uzun bir ömür var." Dua eder gibi konuşmuştu Zeynep. Sevmek, sevilmek ve mutlu olmak nasip olsundu Mehmet'e. Yüzü hep gülsündü. Dillendiremediklerini gözlerine taşıdı. Ne mutlu gözleri okumayı bilenlere! "Hem kızının büyüdüğünü göreceksin daha." Zeynep böyle konuşunca, gerçek umutların varlığını hatırlıyordu Mehmet. Sahi, büyümesi gereken bir Azize vardı değil mi? Peki gerçekler ve imkânların çizdiği çizgiler ne olacaktı? Azize babası gibi, hatalarıyla hayatının tadını göğe yükselen alevlere atan bir adamı sevebilecek miydi?

"Azize, hiç yalnız kalmayacak. Bundan eminim." Mehmet'in lafı doğrudan söylememesi, konuyu kendinden uzaklaştırması Zeynep'e bastırmaya çalıştığı hasret korkusunu hissettiriyordu. Genç kız ağacın dibindeki küçüğe baktı. Kendinden pay biçip, ona da acıdı. Sepetini taşıyan adama da kızmadı değil. İnsanları bunca üzme hakkını nereden buluyordu kendinde? Ya da bu kendi halinde kızın kalbi ne diye hoyrat ve yurtsuz bir adamı seviyordu? Boğazına bir yumru oturduğunda, hemen koşup evine gitmek istedi. Mehmet'te bir emaneti vardı ama.

"Ben gideyim artık. Sepetimi verir misin?"

"Hayır." Ne demek hayır! İşkence ediyorsun varlığınla, yokluğuna alışmaya çalışırken takatim bitiyor. Sepetimi ver... Beni bana ver de gideyim... Ben gitmesem sen gidersin. Yeni yetme yüreğim bir tek alışmayı öğrenemedi. Ne yazık, sen bihabersin benden. Sessiz feryadını duymayacak adama öfkeliydi artık.

"Beni zora koymak mi niyetun?" Bir elini de beline koyunca, Mehmet sessiz bildiği kızın öfkesine şaşırmadan edemedi. "Biri görse ne der? Babam duysa ne olur?"

"Zeynep, yabancı mıyım ben? Baban beni tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. Zaten selam vermeye evinize uğrayacaktım. Rahatla lütfen." Zeynep'in korkusunu anlamadı Mehmet. Havaya yayılan hüzünlü gerginlikten hoşnut değildi yalnızca. Kavga mı, her mekânda vardı. Köyün kızı Zeynep'e konduramadı. O, tatlı, çekingen haliyle kalmalıydı hatırında. Ciddiyetini takınıp cevap beklemeden yokuşu inmeye başladı. Elma ağacının sağındaki yola sapıp yolun üstündeki eve uğradı. Ziyaret etmek istediği kişi evde olmadığından, sepeti kapıya bıraktı. Aynı yolu devam edip ağaçların hışırtıları ve uzaktan çağlayan derenin sesi eşliğinde evine doğru yürüdü. Sepetin ipleri omzunda iz bırakmıştı. Eksik muhabbetlerin kırgınlığıyla, peşinden gelen kızının koşturduğunu fark edemedi. Azize anlamıştı ama yeterince hızlı olursa yan yana yürüyebilirlerdi. Zeynep gerideki evinden gidenleri seyretti.

***

"Benim geri dönmem lazım baba. Çalışmam gerekiyor, paraya ihtiyacım var. Azize'yi burada bırakmak istiyorum." Bu ve bunun gibi cümleler bomba gibi düşüyordu geceye. Para lazım bahanesiyle bu kaçıncı gidiş olacaktı? Çaylıklar, hayvanlar, fabrikalar neyine yetmiyordu Mehmet'in. Uzakların ne tadı vardı ki bırakıp gelemiyordu? Oysa mutlu değildi, doyasıya gülemez, yaşından ağır bakar olmuştu gözleri. Parasız yaşanırdı. Bu adamın içinde taşıdığı fakat koşarak kaçtığı bir ruhu vardı.

"Olmaz!" diye yine direndi Hasan bey. Bu sefer akıllanır sanmıştı. Fikrini değiştirir ve bu gurbete bir son verir diye düşünmüştü. Ama burnunun dikine giden, kafasından geçeni kimseye söylemeyen oğlu yine bildiğini okuyordu. "Para da var burada ev de var! Yine hangi cehenneme gidiyorsun?" Mehmet sıkıntılı bir nefes verdi. Bu gidiş diğerleri gibi değildi. Bu sefer ne kararlıydı, ne de rotasını çizmişti. Umut dolu, başı dik bir genç epey yaşanmışlıktan sonra sesini yükseltemez olmuştu artık. Dokunsalar ağlayacaktı belki. Mahvettiğini hissettiği bir ruhla karşı karşıyaydı.

"Azize'yi bırakacağım. Ona iyi bakın olur mu? Oralar zor, hem onunla ilgilenip hem de çalışamam. Evde tek kalıyor, ilgiye ihtiyacı var. Yetemiyorum, bakamıyorum artık." Sabır çekti Hasan bey. Tüm baskısına karşın, oğlunun sakince planını anlatması sinirlerini arşa çıkartıyordu. Ayağa kalkıp odanın içinde turladı. Elleri belinde bağlı, siyah boncuklu bir tespihi çekiştiriyordu.

"Ulan Mehmet!" Aklından kovmak istediği bir ihtimali artık dillendirmek istedi. "İçiyor musun yoksa?"

"Yok baba, tövbe!"

"Yeni birisi mi var?"

"Hayır baba."

"Kumar mı oynuyorsun oğlum!" Mehmet yine olumsuz cevap verince Hasan bey aklını kaybedecek gibi oldu. Burada ailesinden, tanıdıklarından utanıp bu günahları işleyemezdi belki. Alışkanlıkları varsa o yüzden kaçardı. Ama buna da hayır diyordu. "O zaman niye, niye? Niye durmuyorsun şu evde? Gitmene izin versem, on sene sonra yeni bir çocukla gelirsin sen bir de. Kendine acımıyorsun, bize de acımıyorsun anladım. Ha bu kızına acı da!"

Kafası karışıyordu Mehmet’in. Eskisi gibi dimdik duramıyor, tartışamıyordu. Direnci kırılıyordu. Israrlara yenileceğinden korkuyordu. Yenilseydi? Yaz aylarında çay kırardı. Kışınsa iş bulamazdı. Sıkıntısı artar, kafasının içindeki seslerle kavgaya tutuşurdu. Huzursuzdu, evdekileri de bunalıma sokardı. "Yav baba illa sebep mi olması lazım? Duramıyorum buralarda işte. Niye alışamadınız? Ben dağların ötesini görmek istedim hep. Gittim bu yüzden. Dokuz sene olmuş, niye hâlâ konuşuyoruz bunu? Bana bir açık kapı bırakmak, geldiğimde kucaklamak, saygı duymak bu kadar mı zor? Ben kızım için iyi olanı yapıyorum, ileride bana teşekkür edecek bu yüzden. Esas acıdığımdan onu köye bırakıyorum." Karanlıktaydı. Anlatamayacağı kadar derinlerdeydi ve gün geçtikçe batıyordu. Azize’nin gözlerindeki ışığa set çekeceğinden korkuyordu artık.

"İyi, nere gidersan git! Bize dokuz senede anlatamaduğuni, kızına nasi anlatacaksun bakalum?" Kimsenin ikna ve tatmin olduğu yoktu. Hayatlarında alışılmış konuşmalar, yıllık krizlerdi bunlar. Ama hiçbir konuşmada, babasının son söylediği kadar Mehmet'i tedirgin eden bir cümle geçmemişti. Sekiz yaşında bir kıza, eğitimi ve güzel yaşaması için imkân oluşturmak adına onu birilerine emanet etmesi gerektiğini anlatmak zordu. Mehmet ruhu tatmin olmadığı için maddiyata yönelmiş bir adamdı. Kendi yolunu bulup yaralarından kaçmak isterken, bilmeden kızını da yaralıyordu. Mehmet yaşına rağmen birçok şeyi bilmiyordu.

 

Loading...
0%