@yesilkutuphane61
|
Azize misafir olarak davet edildiği evi incelerken, çaylar ikram edildi. Köyün kadınları, müsait bir zaman ayarlayıp akşam namazından sonra Meryem hanımın evinde toplandılar. On günde bir sohbet etmek için birbirlerini ziyaret ederlerdi. Evi müsait olan da kapılarını açardı. Gençlerin gitmeye başladığı, çarşıda adı duyulan sinemaları henüz gören yoktu. Köyde olan bitenden, akrabalarından, hayvanlardan ve gelecek çaydan alacakları mahsulden bahsederler, akşamı bitirirlerdi. Neyse ki bu gece, diğerlerinden farklı bir mevzu bulmuşlardı kendilerine; Azize. "Kaç yaşinasun kizum?" Siyah kırmızı çizgili peştamalını, ağrıdığı belli olan beline saran kadına baktı Azize. Babaannesi desteklemek ister gibi başını sallayınca soruya cevap verdi. "Sevdun mi buralari?" Başını salladı kısa boylu, daima alnına biriken terleri silen başka bir kadına. "Ne zaman gidecesunuz?" Sıkıldığını belli eder bir sabırsızlıkla omzunu silkti. Azize de bu sorunun cevabını merak ediyordu ama babası bir süre daha kalacağa benziyordu. Rahime hanım meraklı komşularından torununu kurtarmak isteyerek hareketlendi ve kızın kolundan tutup kaldırdı. "Hayde sen kardeşlerinle oyna." Salonun karşısındaki odayı gösterip Azize'yi iki küçük kızın oynadığı yere gönderdi. Sorulacak sorulara kendisi cevap verecekti. Kızın daima hüzünlü ve çekingen bir hali vardı ve üstüne gidilirse can sıkan dakikalar yaşanabilirdi. Bir de bu yüzden Mehmet'le karşı karşıya gelmek istemiyordu. Azize'ye karşı sevgisi şimdilik kan bağından kaynaklıydı. Onu torunu bilmek, bir vazife yüklüyordu omuzlarına. Mustafa'ya ya da Gülcan'a nasıl davranıyorsa, aynı tutumu seneler sonra oğlunun elinden tutup getirdiği çocuğuna da sergilemeliydi. Ama ha deyince olmuyordu işte. Huyunu suyunu bilmiyordu kızın. İki kelimeden fazla konuşamıyorlardı. Zaten Rahime hanımın işi başından aşkındı. Aralarında yakın bir ilişki tesis etmeleri zaman alacaktı. Azize, Gülcan ve ilk kez gördüğü diğer kızın yanına gidip ellerini arkasında birleştirdi ve sırtını duvara yasladı. Teyzelerden kurtulmuştu ama burada da Gülcan vardı ve onu soğuk tavırları yüzünden hiç sevmiyordu. Annesini de çok kaba buluyordu. Amcası onlardan biraz daha iyiydi ama geldi geleli en çok vakit geçirdiği kişi Mustafa olmuştu. Konuşkan, hareketli ve cömertti. Selvi yengesini de sevmişti Azize. İki oğlu gibi o da tatlıydı. "Gelsene" dedi elinde kirlenmiş bir beyaz bez topağı tutan kız. Acemice yerleştirdiği püsküllerin yerine bakılırsa bu bir bebekti ve Azize'nin odasındaki et bebeklerin yanında oyuncaktan sayılmıyordu. Kız yapılıydı, oturduğu yerden bile uzun olduğu anlaşılıyordu. Alnına dökülen kâkülleri kaşlarını perdeliyordu. Büyük bir ağzı vardı, burnu da küçük değildi. Azize, kızı Meryem teyzesine benzetti. Torunu olmalıydı. Gerçi içeride bu kızın annesine benzeyen kimse de görememişti. Yerinden doğrulup ince ve sert halının üzerine oturdu. Bir divan, eski ahşap dolabın olduğu oda ancak halının üstünde oynayabilecekleri kadar genişti. Azize burayı tarif etmek istese, ağaç kokuyor derdi. "Adın ne?" Biraz hızlı konuşuyordu. Sadece isim sorsa da pat diye ayarsız bir tonda söylediğinde, insan cevabını geciktiriyordu. "Azize." "Hmm ben de Yasemin." Azize'yi baştan sona süzen Yasemin, Gülcan'ın anlattığı şeyleri düşünüyordu. Bu kızın şımarık ve havalı olduğundan bahsetmişti. Ve Yasemin öyle insanlardan hiç hoşlanmazdı. Eğer Azize anlatıldığı gibi biriyse onunla oynamaz ve elinden geldiğince kötü davranırdı. "Artık burada mı yaşayacaksın?" Eğer gidecekse çok da ilgilenmeyecekti Azize'yle. "Hayır, tatil için geldik babamla. Ne zaman döneceğimizi bilmiyorum ama." "Sen niye öyle garip konuşuyorsun bakayım?" Elindeki bebeği bir kenara bırakıp dizlerinin üstüne oturdu Yasemin. Azize'nin günlerdir ailesine sormadığı soruyu pat diye sormuştu. Aklına geleni söylemek huyuydu zaten. "Anası gavur ya" diye atıldı Gülcan. Anlamını bilmediği ve büyüklerinden duyduğu bu kelimeyi kullanarak hakaret ettiğini varsayıyordu. "Hii!" Yasemin'in verdiği bu tepki sonrası Azize anlamadığı bu konuşmaya karşı meraklandı. "Gavur ne demek?" Bu iki kız karşısında kendini ezdirmek istemiyordu. Bu kelimenin anlamı her neyse, bir hastalıktan bahsediyor gibi tepki vermişlerdi. Yasemin bilmiş bir edayla saçını geriye attı. "Bizim gibi konuşmayan, uzaklarda yaşayan ve dua etmeyi bilmeyenlere söylenir." Azize bu tarif karşısında duraksadı. O zaman Almanca konuştuğu süre içerisinde o da mı gavur sayılıyordu? Ve babası da öyle olmalıydı. Babasını dua ederken görmemişti. Arada anlayamadığı şeyler mırıldanırdı ama burada yaptığı gibi camide namaz kılmazdı. Kendisi ise okula gittiği sürede yaratıcının varlığından bahseden öğretmenlerini dinler, onların direktifleriyle küçük dua kitaplarını okurdu. Ama babası bunu öğrendiğinde, okuması gereken duaların başka olduğunu söylerdi. Bir keresinde "babaannenden nasıl okuman gerektiğini öğreneceksin" demişti. Azize merak ve hevesle o günü beklemiş olsa da bu öğrenme sürecinin kısa sürmesini istiyordu artık. Hemen eve dönmek geçiyordu gönlünden. "Sen dua edebiliyor musun?" Yasemin kendince tarifini yaptığı kelimenin Azize'ye uyup uymadığını test ediyordu. Kızın meraklı ve sorgular bakışlarından aldığı cesaretle daha fazla soru sorabilirdi. "Edebiliyorum, okulda ezberlediğim dualar vardı." Babası burada değil diye rahattı Azize. En azından okulundan, yaşantısından bahsedebilirdi. "Oku bakalım." Gülcan kollarını bağlayıp meydan okurcasına direktif verdi. Azize ona ağzının payını vermesini bilirdi de, tuttu kendini. Burada sadece Türkçe konuşulacaktı ve o ezberledikleri bu ülkeye ait değildi. Sıkıca kapattı ağzını ve sertçe başını iki yana salladı. Gülcan dalga geçip güldüğünde sinirlendi ama büyük bir irade gösterip babasının söylediğinin dışına çıkmadı. Yasemin'in Gülcan'la pek anlaştığı söylenemezdi. Akrabalık ve mecburiyet ilişkisi vardı aralarında. Oyunlarda mızıkçılık yapar, ağlardı Gülcan. Sonra Yasemin bir güzel paylardı onu. Emine de gelir, bir huysuzlukla kızını alırdı. Meryem teyzeden çekinirdi, onun geç kucağına aldığı Yasemin'e laf söylemeye cesareti yoktu. Yine de kendine has o soğukluğuyla, kızı hiç sevmediğini belli ederdi. "Bizimle camiye gelirsin sen de." Azize'ye verdiği destek şimdilik Gülcan'a inattı. Anlatıldığı gibi şımarık bulmamıştı bu misafiri. Hatta soru soruyor olması kendini ev sahibi gibi hissettirmişti Yasemin'e. Aralarındaki yaş farkını bilmiyordu ama koruma içgüdüsüyle dolmuştu içi. "Biz girebiliyor muyuz camiye?" Cuma günü evde tek kalmıştı ve kızların camiye gitmediği söylenmişti ona. Aslında o günü kastetmişlerdi ama Azize yanlış anlamıştı. "Tabi ya, niye giremeyelim? Davut hoca var, Kur'an öğretiyor bize. Dua ediyoruz. Sonra oyun oynuyoruz. Gerçi uşaklarlan kavga da ediyoruz ama olsun. Çok eğlenceli oluyor." Kavga etme kısmı haricinde bu anlatılanlardan hoşlandı Azize. Davut hocayı da camiyi de merak etmeye başladı. "Ama sen bilmiyorsun okumayı." Gülcan arka plana atılmaktan rahatsızdı. Düzgün konuşup sohbete dahil olmaya çalışmak yerine Azize'ye laf atmayı tercih ediyordu ki, arkadaş konusunda epey seçici olan Yasemin'i kendinden biraz daha uzaklaştırıyordu bu tutum. On yaşındaydı Yasemin, ailenin son çocuğuydu. Kırk birindeyken annesi, yerleşmişti kucağına. Gören torun sanıyordu. Laf eden de vardı, gülen de. Meryem hanım ve ailesi umursamamaya alışkındı. Bu halkın diline dolayıp da konuşmadığı ne vardı ki? Bir zaman sonra köylü alıştı ve benimsedi Yasemin'i. "Öğrenur da. Biz de bilmiyorduk. Gittuk, öğrenduk." Azarladığı kız huysuzca yerinde kıpırdandı. Elindeki bez bebeği evirip çevirdi. "Ne zaman gidiyorsunuz oraya?" "Okula gitmediğimiz zaman. Saat onda cüzlerimizi alıp gidiyoruz." "Cüz nedir?" Yasemin iyice keyiflenmişti Azize'nin meraklı tavrı karşısında. Koyu bir sohbete başladılar. Doğru, yanlış, kulaktan duyma ne varsa anlattı, Azize dinledi. Yeni bir arkadaşlık doğdu hızla. Bu davetten birbirlerini tanıyarak ayrıldıkları için keyifliydiler. Aksi halde kötü bir akşam geçirirlerdi. Azize evine dönme fikrini bir kaç gün daha erteleyebileceğini düşündü. Çünkü camiye gitmek, kek yemek ve oyun oynamak üzere Yasemin'le sözleşmişlerdi. Valizlerinde getirdikleri çikolatalardan yeni arkadaşına ikram etmeyi de unutmayacaktı. *** Rahime hanım pencerenin kenarından, yeşilini gecede kaybetmiş yaprakların salınışını izliyordu. Ağladı ağlayacaktı, düşünceliydi ve hiçbir düşüncenin faydası yoktu. Bu Mehmet niye böyle yapıyordu? Niye önünde kimse duramıyordu? Evinde kalsaydı daha iyi değil miydi? Hadi bu gel git hale alışmışlardı. Azize'yi bırakmak da neyin nesiydi? Annesi babası yanında olmadan nasıl bakarlardı küçük kıza? Gerçi yaban ellerde, annesiz kalmasındansa burada kalabalığın içinde büyümesi daha iyiydi. Ama kafası karışıyordu kadının. Hayat seli akıp giderken, zamanla yoruluyordu insan ve sorguluyordu derelerin ne zaman durgunlaşacağını. Karadeniz hırçın vedaların coğrafyası olarak mı kalacaktı akıllarda? Sıkıntı ve sabırsızlığın sardığı yüreği, bir ah etti seslice. Sonra yerinden kalktı Rahime hanım. Kocası çoktan uyumuştu. Mehmet de uyuyor muydu acaba? Belki uyanıktı, yanına gitse, konuşsa ikna ederdi. Üstünden çıkartmadığı yeleğine sıkıca sarılıp ahşap zeminde ses çıkartmamaya çalışarak dikkatlice yürüdü. Kapıyı olabildiğince yavaş açıp koridora çıktı. En sondaki oda Rahime hanımındı. Karşısında büyük oğlunun, onun yanında Çiçek'in odası vardı. Sağına dönüp uzun koridoru aşmak üzere yürümeye başladı. Önce çocukların odasını geçti, küçük oğlunun odası evdeki son yatak odasıydı. Bu kalabalığın içinde Mehmet'e sobalı oda düşüyordu yalnızca. Üst katı paylaştırmak için masaya oturmaları gerekiyordu en kısa zamanda. Yoksa aile genişledikçe bu kocaman saray gibi ev bile dar gelecekti. Mutfağın kapalı kapısının önünce durup bekledi Rahime hanım. Mehmet'in yattığı odadan konuşma sesleri geliyordu. Uyumaması iyiydi, oğlunu ikna etmek için güzel bir fırsattı. Yine de Azize'nin konuştuğunu duyunca hemen girmedi içeriye. Dış kapının üstündeki buğulu camdan eve sızan ay ışığının aydınlığında, kapıların ardında anne yüreğiyle bekledi. "Biliyor musun baba? Meryem teyzenin kızı Yasemin'le tanıştım bu gün. Ama anne kız olduklarını duyunca biraz şaşırdım." "Hm." "Biraz acayip geldi ama ben bu konuda konuşmamalıyım değil mi? Hem Yasemin'le iyi anlaştık. Yarın beni camiye götürecek." "Arkadaş bulmana sevindim de nereden çıktı bu cami işi?" "Dua etmeyi bilmeyenlere bir şey deniyordu. Imm... neydi? Şey öyleymiş işte, annem. Goher miydi?" "Azize kim sokuyor bunları senin aklına? Yasemin mi söyledi bunu?" Mehmet'in sinirini sesinden fark etti Rahime hanım. Bir hassaslık gösterip maraz çıkartmasaydı bari. Gitmekten söz ediyordu ama kızıyla ilgili meselelerde titiz davranıyordu. "Gülcan dedi ki benim annem gohermiş. Sonra ben de bu kelimenin anlamını merak edip Yasemin'e sordum. Uzakta yaşayan ve dua etmesini bilmeyen bir de Türkçe konuşmayanlara deniyormuş." Kısa bir sessizlik olduğunda kadın yerinde kıpırdandı. Azize'nin sözlerine gülmemek için kendini zor tutarken içi içini yiyordu. Ama oh oluyordu oğluna, şuncacık sabiyi tek başına bırakmaya niyetliyse böyle konuşmaları duymaya da hazır olmalıydı. "Şimdi niye Türkçe konuşmam gerektiğini anlıyorum sanırım. Bir de ben aslında dua okuyabiliyorum, ja ich weiß (evet, biliyorum), Gülcan bilmediğimi söyleyip bana güldü. Ama okumamın sebebi sana söz vermemdi. Hani okulda öğrendiğin şeyler yerine babaannen sana daha iyilerini öğretir demiştin ya." "Öğretecek." "Yasemin de biliyormuş, camide bir hoca varmış ve çocuklarla oyun bile oynuyormuş. Ben de gideceğim oraya. Hem kızlar da gidebiliyormuş." "Burayı seveceğini söylemiştim. Zamanla güzel şeyler keşfedeceksin." "Baba, biz buradakiler gibi konuşmuyoruz, neden?" "Farklı şehirlerde, kelimeler biraz değişebiliyor. Sebebi bu, alışacaksın." Küçük kızın esneme sesini duydu Rahime hanım. Oğlu durmadan "alışırsın" diyordu. Dile, yemeklere, insanlara, bu eve, dağa, taşa alışırdı da Azize babasının yokluğuna nasıl alışacaktı? *** "Oy babasının paşası! Oy balli uşağum!" "Arif yeni doyurdum, sarsma çocuğu!" Selvi yorganı katlarken, korkuyla baktı oğlunu atıp tutan kocasına. Karnını doyurmuş, üstünü değiştirmişti. Gün içinde bekleyen bir sürü iş vardı ve minik bebeğin midesi bulandığı için huzursuzlanmasını da, istifra edip üstünü kirletmesini de istemiyordu. Fakat adam oralı değildi. Burnunu, oğlunun minik burnuna sürttü. "Orada sevme, burada öpme. Ne zaman seveyim ben uşağumi?" Haksız değildi, işlerin yoğunluğu onun da vaktini kısıtlıyordu ve ailesini özlüyordu. Sırf onlarla özel zaman geçirebilmek için gözleri kapanana kadar uykuya direndiği olmuştu. Mustafa ve minik bebek memnundu bu durumdan ama Selvi daha fazla kıyamıyordu Arif'ine. Uyutuyordu çocukları, kapatıyordu ışıkları. "Sevme demiyorum ki" dedi gülerek "sallama diyorum. Senin de üstünü batırsa daha mı iyi olacak?" "Oni doğru dedun." Oğlunu seslice öptükten sonra Selvi'nin düzelttiği yatağın üzerine dikkatle yatırdı. Hasan beyin en büyük oğlu Arif anne babasına saygısı ve çekirdek ailesine olan sevgisiyle bilinirdi. Adı kötü yerlerde geçmez, hayırsız evlat sınıfına konulmazdı hiç. Evden işe, işten eve düzenli bir hayatı vardı. Haylaz oğlu Mustafa'ye yetişmeye çalışarak tatillerini geçirirdi. Aslında ona kalsa, çocuğun deneyimlerle öğrenmesini tercih ederdi. O da öyle büyümüştü, yumuşak yanı gözle görülürken cesareti ve becerikliliği gerekli yerde meydana çıkardı. Ama anneler öyle düşünmüyordu. Daima kontrol etme ihtiyacı duyuyorlardı. Selvi bebek varken, ev işlerine koştururken ilk göz ağrısının peşine düşecek zaman bulamıyordu. O yüzden Arif'ten sağlam bir söz almıştı. Üç köy ötede, bir ineği elindeki incecik sopayla hafifçe dürterek hizaya getirmeye çalışırken gördüğü Selvi'sini korkuyla yaşatacak değildi. "Mehmet abimle konuştunuz mu?" Elindeki pijamayı katlayan eşine verdi dikkatini. Düşünceli ve dalgın görünüyordu. Sabah sabah nereden çıkmıştı bu soru? "Konuştuk da, bir sürü şey konuştuk. Sen neyden bahsediyorsun?" "Arif, bana geliyor ki Mehmet abimin gelişinde farklı bir şey var bu sefer. Daha önce de gelirdi, biliyorsun. Bir hafta kalır dönerdi. Kavga ederdi babamla, annemi ağlatırdı hep. Ya kötülüğü için söylemiyorum, gitmek istediği için olurdu bunlar ve hep de geri dönerdi." Arif, Selvi'nin yavaşça hızlanmaya başlayan konuşmasını sona erdireceği anı bekledi. "Şimdi daha bir uysal sanki. Daha sessiz. Onca gün oldu hâlâ gitmek lafını duymadım ağzından. Bir üzgün hali var, durgun bakıyor etrafa. Hem yanında kızını da getirmiş, sanki köye iyice alışması için uğraşıyor." "Ne kadar çok şey düşünmüşsün böyle." Düşünceli bakışlarını halıya dikerek hafifçe güldü Arif. "Ben de farkındayım Mehmet'in halinin. Belki diyorum, bu sefer kalır. Ne anam ne babam üzülür artık. Ama Mehmet bu, sağı solu da belli olmaz. İpiyle de kuyuya inilmez." Ayaklanıp Selvi'nin karşısına geçti. Hamur yoğururken bunlar geçiyordu demek aklından. Geçerdi tabi, kavgalardan tedirgindi belki de. Ağlayan insanları teselli etmek, büyükleri hastalanmasın diye uğraşırken bir de küçük ailesiyle ilgilenmek Selvi'ye yılın bu zamanlarını zehir ediyor olmalıydı. "Allah razı olsun senden" dedi minnettar bir gülümsemeyle. Selvi şaşırdı, konuyla ne ilgisi vardı bu teşekkürün? "Senden de ama sebebi nedur böyle bir anda?" "Hayatımın tam ortasındasın, beni her şeyimle benimsedin. Söylenecek nice söz, yaşanamamış günler vardı ve sen hoş bir güzellikle hep yanımdaydın." Güneşin doğduğu vakitlerde, Arif'le sıcacık oldu Selvi'nin kalbi. Sohbetin konusuyla alakası olsun olmasın, adamın böyle hissetmesi ve bunu dile getirmesi mutlu etmişti onu. Nice kızlar, kadınlar sıkıntılı evlilikler yaşarken, hürmetsiz davranışlara gözyaşı dökerken, Selvi sevgisini hissettiği bu adama değil sırtını dönmek, gördükçe şükrüne şükür katası geliyordu. Zorluklar vardı elbette ama şikâyete değmezdi. Ona iyi günde, kötü günde söz veren Arif'ti. Bir başkası değil. Kısacık zamanda düşündüklerini sözcüklere dökmek yerine gülümsedi. "Günün aydın olsun Arif." *** Gece boyunca nasıl bir yer olduğunu düşündüğü camideydi şimdi. Yasemin gelip kapıdan almıştı onu ve yokuşu inip, yolun sağına geçip köyün ikinci kısmı diye adlandırılan yola koyulmuş ve camiye varmışlardı. Yapıların, sivri tepelere yapıldığı izlenimi veren birçok ev vardı bu köyde. Cami de öyleydi. Arka tarafı dik bir toprak yokuştu. Bodur çalılarla kaplıydı düzlüğe açılan mesafe. Dar bir patika vardı ve ucunda da imamın kaldığı tek katlı lojman duruyordu. Caminin ön tarafı düz sayılırdı. Yüksek mermer basamakların yanındaki bahçe tarzı toprak zeminde iki mezar vardı. Epey eskiydiler ve toprakları içe çökmüştü. Yosun tutmuş mezar taşı kasvetli lahitleri andırıyordu. Azize mezarların yanından soğuk ve saygılı bir sessizlikle geçip mermer basamakları çıktı ve cemaatin oturak koyduğu üstü kapalı alanda duraksadı. Mezarların yanında çocuklar oyun oynayabiliyorlar mıydı gerçekten? "Bak hava sıcak oldu mu ha burda ders yapıyoruz. Ama şimdi Davut hoca içerdedur." Geniş ahşap kapıya yöneldi Yasemin. Köşede üst üste konmuş oturakları ve rahleleri seyrederek arkadaşı gibi ayakkabılarını çıkartıp, kırmızı beyaz desenli cami halısına baktı. Çorabının bile engelleyemediği soğukla ayak parmaklarını hareketlendirdi. Fakat taze bir heyecan içinde etrafı izlemekten de vazgeçmiyordu. Serin ve sakindi içerisi. Hoş bir koku vardı. Pencerelerin üst kısımlarına renkli cam görüntüsü veren kaplama yapıştırılmıştı. İmamın namaz kıldığı yer, bir kaç santim daha yüksekti. Çevresinde tespihler, bir kaç rahle ve Kur'anlar vardı. Ön tarafı incelemeyi bırakıp arkasına döndü. Üst katta, balkona benzeyen geniş bir alan vardı. Bordo kalın perdeler, ahşap korkulukların üzerinden gelişigüzel sarkıtılmıştı. Orayı da merak etti, burada da vakit geçirmek istedi. Almanya'da camiye gitme fırsatı olmamıştı. Evde duran ve okunmayan bir kaç kitabın görsellerini inceleme fırsatı bulduğu kadarıyla genel mimariden haberdardı yalnızca. Üstelik çocuklar çevredekilerin rağbet gösterdiği şeylere hasrediyorlardı ilgilerini. Babasını dindar görmediği ve nüfus çoğunluğunun Hristiyanlık inancını benimsediği bir ülkede hedeflerinin arasına cami ziyareti eklemiyordu bir çocuk. "Üst katta kadınlar kılıyor. Erkekler ayrı kadınlar ayrı." Yasemin'in açıklamasını onayladı başıyla. "Ama sadece Ramazan ayında dolar orası. Kadınlar toplanur gelur. Şenluk yeri olur cami. Biz geçen sene anamlan gelduk. Namaz kılduk." Azize duraksadı bir an. Yasemin'e özendi gizliden gizliye. Namaz kılmaya annesiyle gelmesi çok güzel bir şeydi. Önemli olan annesiyle olmasıydı aslında. Zaten dün evden çıkarken onların sarıldığını görmüş, biraz hüzünlenmişti. Mustafa'da annesinin yanına gidiyordu mesela ama onu görünce içi böyle olmuyordu. Gülcan'a hiç bakmıyordu bile. Söylenmezdi ama samimi görmüyordu onları. Yaseminle yakın yaştaydılar, arkadaş olmuşlardı. Belki de bu yüzden kıyaslama yapıyordu. Çaputtan yapılmış bir bez bebekle bile mutluydu Yasemin. Onun gibi olmak mesela, güzel olurdu. "Sonra hoca sohbete başladı. Ama kadınlar o kadar çok konuştu ki Davut hoca sinirlenip onlara, susun dedi." Caminin duvarlarında yankılanan bir kahkaha atınca Yasemin, Azize kendine geldi. Bir süredir onu dinlemiyordu. Anlattığı şeylerle ilgili bir soru sormamasını ummaktan başka çaresi yoktu. Kızın ilgili tavırlarına karşı onu dinlememekle haksızlık yapmayı hiç istemezdi. "Nasıl çıkacağız oraya?" Bu soruya karşın arkadaşı kıs kıs güldü ve uzun eteğinin altındaki pijamasını umursamadan koştu. Azize'ye düşen aynı tempoyla onu takip etmekti. |
0% |