Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6- SOLMUŞ ÇİÇEKLER TOPRAĞI

@yesilkutuphane61

Nefes aynı değil artık, gözler aynı değil. Uykular kesik, memleket olmuş gurbet. Çocuklar aynı değil, babalar aynı değil. Yaşamak yokuş çıkmak, dizlerde derman yok. Hevesler aynı değil, heyecanlar aynı değil. İyice küçülmüş sigara izmaritini yere atıp ayağıyla çiğnedi Mehmet. Ellerine yüzüne bulaşmıştı pis bir koku. Zehirli sevdaların adamı olmaktan dolayı gururlu değildi artık. Dönüp öylesine adımlarla eve doğru yürümeye başladı. İşi gücü yoktu burada, düşünmekten başka. İyice gömülmeden derinlere, almalıydı biletini ve gitmeliydi buradan. Kilolarca yükün altında ezilmeyen omuzlarına acıyordu bu köyde.

Gülüşmeler geldi kulağına. Çocukları gördü arkasına dönünce. Onlar olmadan ne de sessizdi etraf. Koca insanlar içlerine gömülüyor, huzursuz bir sessizliğin içinde kayboluyorlardı. İyi ki varlardı. İstemsizce güldü Mehmet. Azize bataklığın başında, babasının elinden tutuyordu. Hiçbir kudreti yoksa da, bu kızın varlığı insanı diri tutmaya yetiyordu. Çocuğunu gördüğüne sevindi. Yanında edindiği taze arkadaşları vardı. Ellerinde cüzleri, ayaklarında kara lastikleri ve annelerinin işten güçten vakit buldukça diktiği lastikli etekleriyle sevimli gözüküyorlardı. Doğal ve içten. Ne kendilerini kandırıyorlardı ne de başkalarını kandırma çabaları vardı. Memlekettiler, temizdiler.

Bir Azize vardı bu toprağa yabancı görünen. Ayakkabıları, kıyafetleri "Avrupa'dan geldik" diye bağırıyordu. Mehmet, Çiçek'in veya bu köydekilerin hayali olanları kızına yaşattığı için sevinemedi. Azize'ye kıyafet dikecek bir annesi, elini tutup sevgiye boğan bir babası yoktu. Sosyal etkinlikler dışında dağ bayır da görmemişti bu çocuk. Kıyafetleri kaliteli, ayakkabıları çamura karşı nazikti ama geç kalmışlık vardı bakışlarında. Yaşıtları gibi koşturamazdı bir anda. Henüz çevresini tanıma aşamasındaydı.

Azize el sallayıp çocuklardan ayrıldı. Yasemin'le ayaküstü biraz daha sohbet ettiler. Kızının samimi bir arkadaş bulmasına sevindi Mehmet. Bu memlekette hasretleri tek başına omuzlamak zordu zira. Sonra Yasemin omuzlarına sarkan başörtüsünün rüzgârda uçuşmasını umursamadan koşmaya başladı. Azize kıkırdayarak el salladı arkadaşına. Ve eve yöneldi. Nihayet kendisini bekleyen babasının yanına gitme zamanı gelmişti.

"Hoş geldin. Nasıl geçti bakalım?"

"Çok güzel... Çok eğlendim. Ve Davut hocayla tanıştım. Camiyi gezdim. Oyun da oynadık."

"Bir daha gitmek ister misin?"

"Evet, çok isterim. Keşke evimizin yanında da cami olsaydı. Ve Yasemin'in de bizimle aynı yerde yaşayabilmesini isterdim. İyi arkadaş olduk. Mia'yı da seviyorum ama Yasemin de gelse..." Almanya'daki arkadaşından bahsediyordu.

"Burada olduğun sürece hem camiye gidebilir hem de Yasemin'le oynayabilirsin. Bunun için zamanın var." Azize henüz babasının aklından geçenlerden habersizdi. Adamın sorduğu sorulara hevesle cevap veriyordu ama son cümle biraz rahatsız etmişti onu. Babasının, burada kalma işini uzatacağını düşünüyordu ve bu düşünce gittikçe kuvvetli bir hal almaya başlamıştı. Yasemin'i bırakmak biraz üzücü olabilirdi belki ama yeniden ziyarete gelirlerdi buraya ve yeniden görüşürlerdi. Böylesi, evden uzak olmanın korkusunu daha aza indirebilirdi.

Ceviz ağacının yanında konuşan yabancı insanları görünce kızıyla sohbetini yarıda kesti Mehmet. Bu köyden olmadığı belli olan kadın ve erkekli grupta neredeyse on kişi vardı. Yaşlı bir dede ve nine öndeydi. En arkada üç genç yürüyordu. Başına peştamal sarmış kadınlar, omuzlarına bohçalar atmış ağır ağır çıkıyorlardı yokuşu. Sert bakışlıydılar, yoruldukları aşikârdı. Her ne amaç için buradalarsa, içlerinden söylenip durdukları belli oluyordu. Yine de temiz gömleklerini giymiş gençlerin gülerek sohbet edişi gözünden kaçmadı Mehmet'in.

"Selamun aleyküm!"

"Aleyküm selam!" Yaklaşan yabancıların selamını aldı gür bir sesle. Bakışları pek misafirperver değildi, Azize'yi kolunun arkasına aldı. Bu evin konuğu olmadıkları belliydi, komşu evlerden birine gelmiş olmalıydılar. Yine de yolun üstünde insan görüldü mü selam alıp verilirdi. "Hayırdur emice?"

"Hayırdur hayır. İshak var bizum, bildun mi?" Duyduğu isimle beyninde şimşekler çaktı Mehmet'in. Yabancılar, bohçalar, gençler, bu ziyaret demek İshak beyin evi içindi. Zeynep için! Azize'yi bıraktı geride ve seri adımlarla misafirlerin yanına vardı. İçindeki bu acele nereden çıkıp geldiyse gözlerinden ateş çıktığının farkında bile değildi Mehmet. Gençleri tedirgin eden bakışlarını dolaştırdı üzerlerinde. Hangisiydi bu köyün kızına talip olan? Peki, onu bu hale getiren neydi? Kardeşini koruma içgüdüsü mü, bahar sesli Zeynep'i kötü birinin eline teslim etme korkusu mu? Kısacık zamanda allak bullak oldu. Bunlara şahit olmadan gidebilseydi de derdine dert eklemeseydi.

"Bildim emice!" Dişlerinin arasından konuştu kimsenin anlam veremediği öfkesiyle.

"Bu akşam hayirli mevzular konuşacağuk Allah izin ederse. Neyse, geç kalmayalum. Hayde!" Adam bir el işaretiyle, kervana emir vermiş gibi herkesi hareketlendirdi. Mehmet şu gençleri kolundan tutup dereye yuvarlayabilseydi ancak öyle rahatlardı. Ama sessizce arkalarından bakmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Zeynep istemiyordu değil mi? Çiçek buna benzer bir şeyler söylemişti. İshak amcanın paraya olan zaafı, kızı bu evliliğe zorluyor olabilirdi ve buna izin vermek bir hayata yapılan haksızlıktı. Hem o gençlerden hiçbirinde düzgün bir görüntü yoktu. Ota bulansa Zeynep'in her yanı, güzelliği yine aşikâr ederdi kendini. Kızın yanına yakışmazlardı bir kere, hem de hiç!

Peki ya, olur demişse Zeynep? Der miydi ki? Güldü Mehmet alayla. Kız başını kaldırıp "abi" dediği adama bakmazken, elin yedi kat yabancısına mı bakacaktı? Muhakkak olanlardan habersizdi. Sesi soluğu çıkmazdı zaten, babası zorlardı ancak onu. Büyüğünün sözü üstüne de söz söylemezdi. Keşke söyleseydi! Peki ya bu mevzudan Mehmet’e neydi? İrkilip çatık kaşlarının gölgelediği gözlerini etrafta dolaştırdı. Merakla olanları seyreden kızının yanına gitti. Bir ailesi olsun diye kendinden mahrum bırakacağı Azize’ye “hadi eve girelim” dedi.

***

Battaniyenin üstünde yatan bebeğin yumuşak elini tutup onu güldürmeye çalışırken, Azize de eğlenceli vakit geçiriyordu. Günün sonunda hep tek kalan çocuk olarak, kardeş özlemi çekenlerdendi o da. Amcasının küçük, sevimli oğlu sayesinde bu boşluğu tatlı anılarla bir nebze de olsa doldurabilirdi. Pek de tombul olmayan bebeği yerinden kaldırmadan ve zarar vermekten çekinerek seviyordu. Haylaz Mustafa, abiliğini göstermek için çocuğu kucağına aldığında ağlatmıştı daha on dakika önce. Yeniden ağlamasını kimse istemiyordu.

Rahime hanım sobaya bir odun atıp, iskemleye oturdu. Üç torunuyla aynı odadaydı, uzaktan seyretti onları. Ama en çok ailenin yeni üyesindeydi aklı. Yaramaz ve huysuz bir çocuk olmadığı kesindi. Babasının sözünden çıkmıyor, yatak serilse yatıyor, yemek verilse severim sevmem demeden yiyordu. Beğenmediyse, tabağında bırakıyor teşekkür edip sofradan kalkıyordu. Sadece bir çocuğa değil, bu aileye de yabancıydı bu sakinlik. Mehmet'in yetiştirdiği çocuk, farklılığıyla kendini belli ediyordu.

Tüm bunların hepsi bir yana; çocuktu o, insandı. Annesi yokken, bir kaç gündür tanıdığı babaannesinin yanında bir de babasız kalsa böyle sakin ve ağırbaşlı davranamazdı. Hem Rahime hanım bu yaştan sonra nasıl sahip çıkacaktı ona? Yetiştirilmesi gereken annesiz babasız bir çocuktu Azize. Mehmet gitmeseydi el birliğiyle büyütülürdü küçük kız. Eksik kalmazdı kimsenin yüreği. Dilinden anlamadığı bu kızın sorumluluğu bir gecede çöktürmüştü nine ve dedesinin omuzlarını.

"Anne!" Mehmet içeriye öyle bir hızla girdi ki, bebek de dahil herkes yerinde sıçradı.

"Yavaş da oğlum yav!"

"Konuşmamız lazım. Siz..." Çocuklara dönüp eliyle işaret etti. "Siz oynamaya devam edin, bakmayın bu tarafa." Sonra sobanın arkasındaki tekli koltuğa oturup, annesinin ateşten kızarmış yüzüne odaklandı. "İshak amcaya misafirler geldi, hayırlı bir iş için."

"Geldiler mi? Sen nereden biliyorsun?"

"Yolda karşılaştık." Annesinin heyecanını garipseyerek konuştu Mehmet. Daha farklı bir tepki bekliyordu. Üzülebilir, kızabilir ya da çaresizlik hissedebilirdi kadın ama heyecan da neyin nesiydi?

"Gördun mi hasımlarını? Uşak da geldi mi? Yaşı büyük mü?"

"Sen niye bu kadar meraklandın, hayırdır anne? Siz değil miydiniz kızı istemeden evlendiriyorlar diyen?"

"Biz deduk ama belki huyu huyuna, suyu suyuna denktur. Allah'um merhamet eder da, Zeynep'in karşısına güzel bir insan çıkartur. O hayırsız babasından kurtarur." Annesinin niyetini anlayınca kızmayı bıraktı Mehmet. İyi niyetinden, içten dua etmesindendi bu tavrı. "Bak uşağum, hayırlı kısmet buysa Zeynep evlensun. O evde kalırsa, adil zalim dinlemez menfaat gördüğüne kızı verir İshak." Ellerini dizlerine vurup sıkıntılı bir nefes verdi Rahime hanım. "Yarını bekleyelim. Sorup soruştururuz. Zeynep'in rızası var mi öğreniriz."

"Ya yoksa?" Mehmet, aklı bir kenara bırakmış elinde olmayan şeyler için endişelenir olmuştu. Şöyle oturup kendi haline baksa, yaptığına gülerdi. Kendini arıyorken, bir anda Zeynep'in peşine düşmüştü. Kötüden koruyordu aklınca, kardeşi gibi gördüğü kıza haksızlık edilmesini istemiyordu. Ama farkına varıyordu yavaştan. Ne Zeynep eski Zeynep'ti, ne Mehmet'in konumu abilikti. Kalbin aklı var mıydı? Varsa niye adam akıllı bağlılıklara talip olmuyordu? Bir kalp nasıl ikna edilirdi? Yaşına başına bakmadan, maziye olan özlemini Zeynep'in taze bakışlarında gidermek hayaline nasıl da kapılabilirdi? Bu günahkâr kirli ruhla, Zeynep'i kimden korumaya niyetlenmişti? Annesi gibi, hayır duaları edecek yaşında kıskançlık tohumu büyütüyordu içinde.

"Yoksa da bizim elimiz duvarların arkasına erişmez Mehmet. Kız İshak'ın kızı. Mesele de öyle ufak değil. Karışmak bize düşmez. Sakın diyeyim, abilik yapacağum diye diklenme kimsenin karşısına. Babani da beni da yerun dibine sokma!"

"Kimseyi utandıracak değilim ana." Ayaklandı Mehmet. Sıkıntısını anlayacak kimse yoktu. Bu işi çözeceği yer yine kendi kafasının içiydi. Derenin kenarına gitmek için evden çıktı. Şöyle adam akıllı dinlemek istiyordu ruhunu. Hep kaçtığı düşüncelerini karşısına koyup seyretmek istiyordu bu sefer. Biliyordu ki, yenileri eklenmişti aralarına. Zeynep'e dair bir şeyler vardı orada. Evire çevire düşünmek, bu ani zayıflığın nereden geldiğini bulmak için tek yapması gereken biraz kendine zaman ayırmaktı.

Ne de olsa akılsız adam değildi. Almanya yolcusu, kendine iş bulan, ekmeğini helalinden kazanıp evine getirmeyi beceren biriydi. Bir kaç günlük duygusallık ve küçüklüğüne olan özlemi kafasını karıştırdı diye, insanların kurmaya çalıştıkları düzenine çomak sokacak değildi ya! Aklı dağınıktı sadece. Kızını burada bırakacaktı, Almanya'da kendine yeni bir iş bulması gerekecekti ve bütün bu belirsizlikler kendini unutturmuştu ona. Yoksa şefkati ve acımayı isimsiz duygularla karıştırmış olmasının başka açıklamasını bulamazdı.

Yürüdüğü yolu da, kat ettiği mesafeyi de fark etmeden dereye vardı. Göğsünü kabartıp derin bir nefes çekti ciğerlerine. Bacakları ağrımıştı, ne vardı bu kadar koşturacak? İshak amcanın evinde olanları mı arkasına aldı Mehmet, içindekilerin peşinden mi koştu? Bir an öylece durdu yerinde. Sonra başını kaldırıp arkasına baktı. Buradan görünmeyen o evi hayal etti. Sanki içindekiler de oradaydı. Fakat yol başkaydı, gitmesi gereken yer, odaklanması gereken mevzular başkaydı ve bir iki günlük taze düşüncelerin kafasına sızmasına izin vermek hatasına düşmüştü çoktan.

***

Zeynep kaskatı halde yatağının kenarında oturup boş gözlerle pencerenin ardını seyrediyordu. Önünde göz alabildiğine uzanan bir yeşillik vardı. Sonra uzakta, hemen yolun yanında insanın yolunu kesen bir dağ dikiliyordu. Bir büyüğü, abisi ya da sevdiği olarak Mehmet'ten, alıp başını gitmeyi öğrenebilseydi keşke. Onun gibi cesur yürekli olabilseydi. İstedikleri ve istemedikleri önemli görülseydi. Hayaline kavuşamasa da, razı olmadıklarına mahkûm olmasaydı. Yeşil düştü Zeynep'in kısmetine, dağlar yollarını kesti.

İçeriden gelen seslere kulaklarını tıkayabilmeyi isterdi. Ruhunu ele geçirmeye niyetlenir gibi vahşice atılan kahkahaları, akıp giden gürültülü derede boğmak kudretinin meşaleleri yanıyordu içinde. Harlanmaya ve yüksek bir sese ihtiyaçları vardı sadece. Ama Zeynep hazin bir dinginlikle, düşürmüştü örgülü saçlarının okşadığı omuzlarını. Çaresiz teslimiyetine sebep olan tek bir soru vardı. "Ne fark eder?" diyordu. Gönlü birine aitti, Zeynep kimin yanına gönderilse eksik giderdi. Gönül Zeynep'ten gayrı bir yola düşmüştü. Başka bir adamın adımlarını takip ediyor, derenin yanındaki patika yolda koşturup duruyordu. Ya içerideki iyi biriyse? Haksızlık ederdi belki ona. Hiç öyle istenilen gibi sevemezdi. Zalimse? Sadakatini muhafaza etmeye çalışan bir kalbin cezası olurdu bu da. Mutlu hayallere ihanet etmemiş olmanın rahatlığını hissettirirdi yaşı henüz genç olan bu kıza.

"Zeynep." Annesinin geldiğini fark etmemişti bile. Mutsuz, bitik, sıkıntılıydı. Mehmet bir kaç hane ötesinde, bu topraklardayken sözü kesilecekti bu akşam. Ah bu söz bu gün olmak zorunda mıydı? Mehmet hiçbir hissinden haberdar olmadığı bu kızı, erkenden gitmeyerek daha fazla üzmek zorunda mıydı? İnsan, kardeş gördüğünü tebrik ederdi bu durumda. Zeynep tebrik sözlerine ağlamadan nasıl dayanabilirdi? "Yazmanı niye takmadun?" Seri hareketlerle ahşap dolabın kapağını açan annesine cevap vermedi. Kırmızı tülbent başına yerleştirilene kadar da konuşmadı. "Güzel oldi boyle."

"Babamın son kararı mı anne?" Ancak bu kadarını söyleyebildi. Babasının kararını değiştirmesi, son anda bu işi bitirecek bir olay olması, herhangi bir ihtimal! Saatlerdir alamadığı nefeslerini geri verirdi belki ona. Ve eğer hiçbiri gerçekleşmeyecekse, solup giden çiçeklerin toprağına karışabilirdi. Bir tek bundan şikâyeti olmazdı işte.

"Buraya kadar geldiler Zeynep, o nasi laf oyle?" Bir kez daha teslim oldu. Annesinin cesaretsiz haline, babasının zorbalığına, sevdasının uzaklığına boyun eğip yerinden kalktı ve misafirlerin yanına gitti. Köşede oturan kadınların uzattığı elleri öptü. Baştan aşağıya süzdüler onu, sıkılgan ruhu kaçacak yer aradı. Mehmet karısı ve çocuğuyla yanından geçip gittiğinde, bundan daha kötüsü olmayacağını sandığı günü bile özledi. Sade ve sürpriz nikâhı, emrivaki hareketleriyle ailesine söz hakkı bırakmayan adamdan daha bahtsızdı. Babasının kulak tırmalayan kahkahası hiç böylesine korkunç olmamıştı.

Annesinin yaptığı şerbetten ikram etti misafirlere. Sorular uğultuydu kulağında, kafasını toplayabildiği kadarıyla cevapladı. Yerdeydi hep gözleri. Bu gün kilimin rengi bir değişikti sanki. Bu yabancılar ne zamandır akrabaydılar? Hep yaylada mı yaşarlardı? Oysa bu köyde yazlar güzel olurdu. Ahırdaki iki ineği dere yolu boyu yürütürken, papatyalar toplanırdı deste deste. Ömrüne hiç yaz uğramayacaktı bundan sonra. Bir hayat istiyorlardı, alıp gitselerdi de Zeynep rüzgârda titreyen dala benzer yüreğini sarıp sıkı sıkı ağlayabilseydi.

"E o zaman hayırlı uğurlu olsun!" Yüksek perdeden duyuldu bu cümle. Zeynep katline yazılmış bir fermanı duyar gibi büzüldü olduğu yerde. Erkeklerin neşeli sesleri geliyordu kulaklara. Zeynep istiyordu ki bu sesler hiç duyulmasın. Bir kaç hane ötedeki evde misafir olan adam, hiçbirini işitmesin!

***

Azize kapının önünde oturmuş babasını bekliyordu. Erken kalktığı için biraz uykusu vardı ama henüz akşam olmamıştı ve uyumak da istemiyordu. Temiz havanın kendisini canlandıracağını düşündüğünden evin sıcak ve insanı mayıştıran havasından uzaktı. Bir süre karıncaları seyretti, bulutlarla oyalandı. Babası odadan çıkıp gittiğinden beri neredeyse bir saat geçmişti ve Azize'nin canı sıkılmaya başlamıştı.

"Selamun aleyküm." Aniden ortaya çıkıp selam veren bu çocuğu ilk bakışta tanıdı. Cevap vermedi, zaten söylemesi gereken kelimeleri de hatırlamıyordu. Hem ona hâlâ kızgındı, hiçbir şey olmamış gibi gülerek yanına gelmesini de kabul etmiyordu. Hızlıca astı suratını. Kollarını kavuşturup göğsünde, çocukça bir abartıyla başını çevirdi başka tarafa.

Latif, yumurtaları kırılan kızın hâlâ burada olmasından memnundu. Tabi şimdiye dek kızgınlığının geçmiş olmasını beklerdi. Yabancılığına verdi ve Azize'nin önünde durup bekledi. Elindeki sepeti bir ileri bir geri sallamayı da ihmal etmiyordu. "Niye bakmayisun bu yana?" Kötü tanıştılar diye, öyle mi devam etmesi gerekiyordu? Latif'in fıtratı kaldırmazdı bunu. Sevmezdi kavgayı da küslüğü de. İşlerden vakti kaldıkça Mustafa'yla oynar, onun bazen çekilmez hallerine bile katlanırdı. Muhakkak sonunda arbede yaşanan maçlarda bile, kavga ettiği nadir görülürdü. Bir evin sorumluluğu vardı üstünde. Ağırlığı bundandı.

"Yumurtalarım kırıldı, senin yüzünden!" Latif isteyerek yapmamıştı elbet. Yine de telafi etmek istedi. Elindeki sepeti uzattı.

"Sana getirdim." Azize göz ucuyla baktı sepete. İçinde yumurtalar vardı. O gün verilen görevi yerine getirememenin utancını telafi etmeyecekti. Evde de yumurta eksiği yoktu. Zaten bu hane köyde epey varlık sahibi olanlardandı. İnsanların temin etmekte zorlandığı un, şeker gibi temel gıdaları mutfağa çuvalla alırlardı.

"Niye? İstemiyorum artık."

"Bilerek olmadi, ben seni aniden görünce korktum o gün. Ne bileyim orada olduğunu?" Kızın itirazına karşın kendini açıklamak istedi Latif. Kabahatsiz olduğu halde kapıya kadar gelmişti işte. Yaralı parmaklarıyla ensesini kaşıdı. "Anam topladı kümesten. Bizim yumurtalar lezzetli olur. Dene bir, beğenmezsen yine konuşmazsun benimle." Azize, kibar ses tonuyla konuşan çocuğa karşı gardını indirdi. Kendince bir çabayla özür diliyordu işte, belli ki o gün olanlar da kazaydı. Kendisine uzatılan sepeti aldı. Latif'in memnun gülümsemesine karşı, yüzüne kızgınlıktan uzak bir ifadeyle dikkatlice baktı. Sakin hislerle bakılan yüzlerde görülenler hep bambaşka olurdu. Başka şeyler gördü. Sevecenlik ve dostluk sezdi. "Sepetimi verecek misun?" Tabi, sadece yumurtalar hediyeydi. Sepet, Latif'indi.

"Yumurtaları içeriye koyayım, kırılmasınlar. Bekle beni burada." Güldü Azize. İkinci bir kırık vakası kimsenin hoşuna gitmezdi.

"Bekliyorum" dedi Latif "burada."

Loading...
0%