Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7- HAYAL ROTASI

@yesilkutuphane61

Mekânın ve alışkanlıkların birbirine yabancı bir sessizliği vardı. Anlayabilmek için etrafı seyrederdi gözler. Kaçmak yerine, tanışmak isterdi insan. Hazır ev boşken çocukları yıkamaya niyetlenmişti Selvi ve Rahime hanım. Azize bu haberi duyunca epey sevinmişti çünkü geldiğinden beri yıkanmamıştı. Koşturmaca ve yoğunluk içinde buna sıra gelmemişti. Bir de banyoya girince şofben arıyordu gözü. Köyde henüz şofben yoktu. Sobada su ısıtılıyor, banyodaki kovaya dökülüyordu. Çocuklar için uygulama biraz daha farklıydı tabi. Yalnızca kışın soğuğunda, üşütmesinler diye küçük bedenlerinin sığacağı leğenlerde anneleri tarafından yıkanıyorlardı.

Azize, oda hazırlanırken bu sistemden haberdar olmuştu. Annesi olmadığından hep tek yıkanırdı. Hem bir leğende yıkanmak, hem de henüz tanıdığı babaannesinin bu işi yapacak olması hiç hoşuna gitmemişti. Kollarını birleştirip köşeye çekildi ve inatla, banyoda tek başına duş almak istediğini söyledi. Rahime hanım şaşırdı önce. Sonra ısrar etti kıza, dil döktü. Emine kızını yıkayıp çıkmıştı o sıra. Bir köşede Gülcan'ın saçlarını kurutuyordu. Mustafa geniş holdeki divanın üstünde zıpladı bir süre. Selvi yeni duş için su ve ortam hazırladı. Azize hala köşede duruyordu ve kararından vazgeçmiyordu.

"Bu kadar inat olur mi he?" Yaşlı kadın bir soluk verip tülbendini omuzlarına düşürdü. İkna çabaları sonuçsuz kalmıştı ve torunu ona güzel bir baş dönmesi hediye etmişti. Rahime hanım o an tansiyonunun düştüğünü savunabilirdi. Ve Azize'yle konuşmayacaktı daha fazla. Mehmet geldiğinde dediğini yaptırırdı ne de olsa. Şimdi bu yüzünü asmış kıza iyilik etmeye çalışmanın bir faydası yoktu.

"Anne sen Mustafa'yı yıkasan olur da?" Selvi elindeki havluyu getirip kadının kucağına bıraktı. Yüzüne güzellik katan belirgin elmacık kemikleri kızarmıştı. Rahime hanımın canına minnetti, ayaklanıp dünya umurunda olmayan çocuğun kolundan tuttu ve onu odaya soktu. Birazdan suyun sıcaklığından, başına sürülen sabunun sertliğinden, gözünü yakmasından, babaannesinin canını acıtarak yıkamasından dolayı bağıracak olan Mustafa'nın arkasından baktı Selvi. Kapı kapanınca, haylaz çocuğundan çekti ela gözlerini.

"Bana yardım eder misin Azize?" Azize merakla kaldırdı başını. Yengesine baktı. Ne konuda yardım istiyordu acaba? Bu kadını seviyordu, yorulduğunu da pek tabi görebiliyordu. Kendisinden istenen her neyse yapmaya hazırdı. Gülümseyen yengesine başını salladı ve Emine'yle Gülcan'ın gözünün önünden geçip gittiler. Azize'nin, sürekli kapalı gördüğü kapının önünde durup içeriye girdiler. Çiçek'in odasıydı burası. Gündüz vakti pek evde durmazdı. Mehmet'in valizini bu odaya koymuşlardı bu güne mahsus. Sabahtan beri genel bir temizliğe giriştiklerinden, her eşyanın yeri değişiyordu.

Azize odaya bakındı. Gayet düzenliydi. Duvarda çiçek desenli kanaviçe çerçeveleri asılıydı. Kalın perdelerin uçları nakışlıydı. Güzel bir esans kokusu geliyordu burnuna. Kapıdan girince sağda yatak, solda pencerenin yanına yerleştirilmiş bir divan vardı. Azize kısacık zamanda orada oturmanın, başını çevirince manzarayı seyretmenin ve süte eklenmiş toz çikolata karşımı içmenin ne kadar zevkli olabileceğini düşündü. Halası onunla neredeyse hiç konuşmuyordu. Eğer iyi anlaşıyor olsaydılar, bu odaya sık sık girip çıkabilirdi.

"Valizin de buradaymış. Halan yok, oda bize kaldı. Bir ikimiz varız burada." Selvi tatlı tatlı konuşup bavulun önüne eğildi. Yuvarlak yüzlü sayılmazdı. Sivri denilecek bir çenesi vardı ve güldükçe meydana çıkıyordu. Azize mevzunun varacağı noktayı tahmin etmişti az çok. Ama yengesine karşı inat etmek istemiyordu.

"Ben banyoda ve tek başıma yıkanmak istiyorum" dedi bunu yapabileceğine inandırmak isteyerek. "Hep tek yıkanırım, saçlarımı güzelce ıslatırım ve şampuanla köpürtürüm. Tek..." Yutkundu nefes molası verip "tek olmak istiyorum." Bu isteği tamamen çekinceden ibaretti. Gülcan gibi annesi tarafından yıkanıp, saçlarının taranması elbette hoşuna giderdi ama annesi Almanya'nın bir kentinde kendi eğlencesiyle meşguldü. Selvi anlayışla yaklaşmaya çalıştı acıdığı çocuğa. Divana oturdu ve elinden tutup yanına çekti. İçinden gelen bir sevgiyle kolunun altına aldı Azize'yi.

"Evinizde sıcak su mu akıyor çeşmeden?" Küçük bir onay alınca devam etti Selvi. "Burada suyu ısıtmamız gerekiyor, gördün ya. Öyle olunca yıkanmak ve saçları köpürtmek zor oluyor. Çok üşüyor insan. Hızlı ve güçlü olmak lazım biraz da." Azize saçlarında gezinen ellerden hoşnuttu. "O yüzden büyükler yardım ediyor çocuklara. Biz de istedik ki sana yardımcı olalım." Mustafa'nın çığlıkları ta bu odaya ulaşıyordu. Güldüler ikisi birlikte. "Anlaşalım mı seninle güzel Azize?" Selvi kızı kendine çevirip güven vermek ister gibi gözlerine baktı. Çokça kitap okumuş, tahsil yapmış birisi değildi o. İçindeki annelik şefkatiyle yaklaşıyordu karşısındaki çocuğa ve başarılı olacağa da benziyordu. "Odada sana sıcak su hazırlayalım. Ben güzelce saçlarını yıkayayım ama sana hiç bakmayayım. Olur mu?"

Güzel Azize'ye başka yol kalmıyordu. Bu anlayışlı teklifi kabul etti. Üstelik alışkanlıklarının yabancılığa uğradığı bu yerde, ilk kez birine samimiyetle güvendi. Başını okşayan ellerin yumuşaklığını ezberlemek ister gibiydi. Sonrasında saçları nazikçe kurutulduğunda ve tıpkı Emine yengesinin kızına yaptığı gibi saçı tarandığında epey huzurlu hissediyordu.

***

Mehmet geç vakitte geldi eve. Sofra toplanmıştı çoktan. İştahı olmadığını söyledi yemek ısıtmak isteyen annesine. Sığamıyordu bir yere. Kapının önünde dursa da elbet içeriye girecekti. Salon soğuk olduğu için bu mevsimde kapalı olurdu hep. Ev halkı da sobalı odada oturuyordu yatana kadar. Düşünceleriyle baş başa kalmak için uyku saatini beklemesi gerekiyordu Mehmet'in. Beklemek azabını senelerdir bu insanlara çektirmemiş gibi, kıvranıyordu.

"İlyas amca vermiş Zeynep'i." Çiçek sindiği yerden doğrulup, beklenen olmuş gibi konuştu. Mehmet kimselere soramadığı sorunun cevabını almıştı nihayet. Deminden beri oflayıp puflayan, yerinde kıpır kıpır hareket eden, konuşulanlarla alakasını kesen adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü. Herkesin yüzünde bir kabulleniş ve dilinde mırıltılı hayır duası vardı. Bir tek Mehmet'in dili, konuşabilse eğer başkaldıracaktı.

"Bize hayırlı olsun demek düşer" diyen babasıydı. "Allah mutlu etsin Zeynep kızımızı. İnşallah sıkıntısı az bir hayatı olur." Öyle ya sıkıntısız hayat yoktu. İnsana düşen imtihanların kolay olmasını istemekti.

"İstiyor muymuş?" diyebildi Mehmet. Omuz silkti Çiçek, bir önemi yok dercesine. Annesiyle göz göze geldi. Kadın öyle bir bakıyordu ki, sanki oğlunun içinde hareketlenen isyan ateşine su dökmeye hazırlanıyordu. Ama seneler sonra misafir olarak evine dönen bir adam, köyün kızının hayatına nasıl karışabilirdi? Rahime hanımın elinde kovalarla su taşımasına gerek yoktu. Mehmet derenin kenarında aldığı karar üzere, çizilen yol her neyse kabullenecek ve susacaktı. Çünkü düşündüğü müddet boyu dağ bayır ona dedi ki "sana ne be adam! Sana ne elin Zeynep'inden?"

Mehmet bu soruya mağlup oldu. Senelerce dönüp bakmadığı, aklına kardeş diye kazınan kıza acıyor olsa bile, onu ne kadar fazla sakınabilirdi ki kötülerden? Elbet bir gün bir talibi onu alıp gidecekti. Bu köydeki diğer kızlar gibi o da yuvasını kuracaktı. Kendi kız kardeşiyle arası soğuk olan bir adama göre fazla fevri davranıyordu. Seneler sonra halk kafasıyla düşündü. Büyüklerin ona vereceği nasihatleri uzun uzun telkin etti kendine. Oluru olmayan hislerin böyle kısa zamanda içine ekilmesinin, kafa karışıklığından başka bir şey olmadığına ikna etti kendini. Çünkü boşluktaydı. Çünkü uzun zaman sonra aile sıcaklığı görmüştü ve bir yanı ayrılmak istemiyordu. Gitmek için bulduğu sebeplerle çatışıyordu kalmaya direnen fikirleri. Bir an önce biletini almalı ve Azize'yle konuşmalıydı.

Nasıl yapacaktı? Dili dönmeyecekti belki de. Silinip gitmek istiyordu hafızalardan. Böyle bir adamı kimse görmemiş olsa, herkes ne kadar mutlu olurdu. Azize küçük yaşında üzülmekle tanışmazdı. Kendisinden nefret eden babasından o da nefret etmezdi bir gün. O sevimli gözleri, sevecen bakardı hep. Keşke pek çok şeyi düzeltebilseydim, diye geçirdi aklından. Keşke Azize üzülmeden, hayatında kocaman bir boşlukla yaşamak zorunda kalmadan ben iyi bir adam olabilseydim.

Burada kalmak, hislerin hücumuna maruz bırakıyordu soyutlanmak isteyen yüreğini. Kendini öyle inandırmıştı ki sorunların kaynağı olduğuna. Önce bu insanları temizlemek istiyordu varlığından, sonra o dalgın kafasını sürgünlere göndermek hülyalarına dalıyordu. Ortaya çıkan bu canavarı, sanayi gürültülerinde, inşaat tozlarında bir nebze olsun susturabilir, bu süre içerisinde kızının ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Böyle bir yaşamak planı tasarlıyordu kafasında. Yanlış kelimeyi tasarruf ediyordu aslında. Hâlâ atan her kalbe yaşıyor demek doğru olmazdı çünkü.

Ne yazıktır geç fark etti Mehmet. Köyünden özgürlük diye kaçıp, yabancı bir beldeye ruhunu tutsak etti. Cezalara layık, mutluluğu hak etmeyen, çiçeklere dokunmayı kendine yasaklayan, parmakları sigara kokan bir adama çevirdi kendini. Ondandır ki ne Azize'nin saçlarını okşayabildi, ne annesinin ellerini öpebildi. Bir kaç hane ötedeki tertemiz kızın yüzüne bakmaksa haramdı!

***

İlyas karısına para verip, ki bunu çok nadir zamanlarda yapardı, çarşıya gitmelerini ve Zeynep'in üstüne başına bir kaç parça kıyafet almalarını söylemişti. Ne de olsa nişanlıydı kız. Daima çalıştığı, sökülmüş ve yırtılmış kıyafetleri giyemezdi. Saat on birde köyün dışındaki yoldan geçen eski otobüs, yol üstündeki diğer köylere uğrayarak çarşıya gidiyordu. Zeynep, annesi tarafından neredeyse sürüklenerek binmişti o otobüse. Taşlı yol, havasız araç, sıkıntılı bir ruh haliyle birleştiğinde huzursuz oluyordu insan.

Bıraksalardı Zeynep'i de yürüseydi. Onu tutsak eden her düşünceden uzağa gitseydi. Var mıydı öyle bir yer? Mehmet gitmişti, mutlu olabilmiş miydi? Otobüs rotasını doğrudan çarşıya çevirdiğinde, henüz tepeye çıkmamış öğle güneşi nedeniyle gözlerini kıstı. Sırtındaki peştamalı çekiştirdi. Annesi nereye götürürse oraya gidecekti. Hep öyle değil miydi zaten? Ne dedilerse onu yapardı. Otobüs durdu, yolcular indi. Önce bir mağazaya girdiler. Ellerindeki miktardan haberi yoktu Zeynep'in. Prangalarıyla meşguldü. Zamanın kızlarının pek sevip heveslendiği şeylere merakını veremeyecek kadar ruhunu çekip almışlardı.

Annesinin söylediklerine başını salladı. Bir iki eteğe baktı, öylesine onay verdi. Sonra nihayet bir tanıdık gördüler de kıyafet bakmaya ara verdiler. Kadınlar sohbete daldı. Zeynep kumaş kokulu küçük dükkânın dışına çıkıp yürüdü ve sırtını bir evin duvarına yasladı. Denize yakın memleketti burası. O deniz güleni coşturur, hüzünleneni ağlatırdı. Her suç denize atılırdı. Oysa kayık taşıyan denizin ne günahı vardı? Bir nefes almaya çalıştı. Başı ağrıyordu düşünmekten.

Önünden gelip geçenlerin arasında, birinin tereddütlü adımlarını gördü. Yaklaştılar, gitmek istediler, yönlerini bilemediler, durdular. Zeynep başını kaldırıp, kaçmak istediği adama baktı. Ne işi vardı burada? Selam verir miydi? Oysa cevaplamaya yüreği yetmezdi ki! Gitseydi Mehmet, artık gitseydi. Ama gönlü darda şu kızı görmemiş gibi yapsa bir kez daha yıkardı. Gitsin diyordu fakat hiç istemiyordu.

"Selamun aleyküm." Zeynep gizli düşlerini, buz gibi bir selamdan korumak ister gibi biraz daha dayadı sırtını duvara.

"Aleyküm selam" dedi zor duyulacak bir sesle. İki köylü, çarşıda karşılaşsa selam verir sonra işlerine bakarlardı. Mehmet durdurmak istiyordu kendini ama madem bulmuştu Zeynep'i. Sorularını soracaktı.

"Dün" sıkıntılı bir nefes verdi. Kendine kızdı. Yedi kat yabancıdan bir farkı yokken ne diyecekti? Vazgeçti hızlıca. "Hayırlı olsun." Şimdi köylüsü olarak vazifesini yapmış sayılırdı değil mi? İçinde, bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyen his bile sesini yumuşatmıyordu. Zeynep'ten de cevap yoktu. Ne bir teşekkür ne bir gülümseme. Kaldırdı başını, baktı kızın yüzüne. Ya gözleri dolmuştu ya iyice tepeye çıkan güneş küçük iğneler batırıyordu zeytin rengine. Gergin ve suskun ifadesinden ne çıkarım yapacağını bilemedi. Söyleyecekleri vardı ve susuyor muydu? Yoksa her zamanki hali mi böyleydi? Çocukların, eski çarıklarına bakıp güldüğü o kız mıydı hâlâ? Kendi köşesine çekilip ağlayan, sesini çıkartamayan? Biraz çekingen, çoğunlukla kederli. Toprağa atılan çekirdeğin sancıyı kabullenişi.

"Zeynep diyeceğin bir şey mi var?" O soru Mehmet tarafından sorulmazdı Zeynep'e. Kız anlatamadan söyleyeceklerini, bir yürek çarpıntısı yaşar senelerin hıncıyla ağlardı. Saklamak ister gibi eğdi başını. "Ben bir şeyler duydum. Eğer rızan yoksa yani zorla..."

"Zeynep!" Kız adını telaffuz eden annesine dönüp bakmayı hiç istemedi. Bir şeyler söylüyordu Mehmet. Güzel şeyler, anlaşıldığına dair meseleler. Yüzü açık bir kitap gibiydi Zeynep'in. Erkek tarafı bile kızın rızasına dair şüpheye düşmüştü. Ama Zeynep toy yüreğiyle sandı ki; bir tek Mehmet onu anlar. Ve biliyordu ki Mehmet her şeyi arkasında bırakıp gider. "Hayırdur Mehmet oğlum?" Kadın kızının yanına gelip kolunu tuttu. Köyde hiç görüşülmüyormuş gibi, çarşı ortasında konuşmalarının uygun olmadığını belli eder nitelikteydi bakışları.

"Bir kaç eksiğim vardı çarşıya indim." Sigarası bitmişti. Ruhu eksildikçe zararlı ihtiyaçları artıyordu. "Trabzon'a gideceğim buradan" bir an önce bilet alması gerekiyordu. Cesareti kırılıyordu. Azize yanında durdukça, her heyecanını anlatmak için geldikçe ondan ayrılmak zorlaşıyordu. Sonra öylesine bir teklif attı ortaya. "Oradan bir şey lazım olursa, getireyim." Çarşı derken Of'tan bahsediliyordu ama tüm ihtiyaçları orada bulmak mümkün değildi. Senede bir alınan şeyler vardı ki onlar için nadiren de olsa Trabzon'a gidilirdi. Kafasına estiğinde rotasına ulaşan Mehmet, kadının gözünde zamanın mevki sahipleri kadar itibarlıydı o an için. Bir iç geçirdi. Ona kalsa kızını yaylaya gelin vermek yerine, böyle bir adamla evlendirirdi.

"Babasi bizi çarşiya gönderdi bir kaç parça kıyafet alalım diye. Ama pek da güzel şeyler bulamayiruk. Biliysun artuk nişanlandi. Bir etek olsaydı iyiydi." Zeynep sinirlendi annesinin imasına. Kendi kıyafetini, ne cins kumaş veya renk olursa olsun buradan alabilirdi. Başkasıyla nişanlanıp Mehmet'e elbise siparişi mi verecekti? Fazlaydı artık bu kadarı, fazla!

"Anne hayde yürü!" Az önce rızasını soran adamın önünden geçip gitmeye hazırlandı. Şimdi pek yumuşak bakmıyordu. Mehmet bir ihtimal kızın zorlanmış olacağını düşünmüştü ama demek nişan alış verişi için buradalardı. Zeynep ne hissediyorsa onu hissetti. Trabzon'dan elbise falan getirmeyecekti! Zeynep burnundan soludu neredeyse. Bir kez daha gitmeye yeltendi. "Hayde dedum da anne hayde! Mehmet'in de işi varmış. Tutma adamı!" Bir rüzgâr gibi, vedasız geçip gitti Zeynep. Abi demeyi unuttu hislerinin galebesiyle. Geride kaldı Mehmet. Adının epey güzel olduğunu düşünüyordu o sıra.

***

Latif'in getirdiği kovada iki tane alabalık vardı. Köyün gençleri eğlenmek için kendilerince olta yapar, derin akarsu bölgelerinde balık avlarlardı. Latif onlar kadar büyük olmasa da peşlerine takılır, bir kardeş gibi yanlarında dolaşmak için ısrar ederdi. Severlerdi onu, izin verirlerdi gelmesine. Yine öyle bir gündü ve diğerleri gibi tuttuğu balıkları dereye atmak ya da akşama yemek için eve götürmek yerine Azize'nin kapısına kadar kova içinde dikkatlice taşımıştı.

"Ne kadar da tatlılar" dedi Azize. Yakından izleme fırsatı bulduğu balıklar birbirinin peşi sıra suyun içinde dönerken sırtındaki pulları yeşilden maviye dönüyordu. "Sen mi yakaladın bunları Latif?" Balıkçıların biraz daha büyük olması gerektiğini düşünürdü küçük kız. Bu çocuğun öyle bir maceraya atılabileceğinden hâlâ emin değildi. Ama bir yandan da olumlu cevap almak istiyordu. Bu oğlan, tam da gurur duyulacak biri gibi gözüküyordu.

"Tabi ben yakaladum." Cılız göğsünü gerdi onurunu korumak ister gibi.

"İyi o zaman, bir gün beni de götür de göreyim seni."

"Olmaz, ben bile zor gidiyorum. Büyümen lazım." Sanki yasaklı bölgeydi bu köyün dağı taşı. Nereye gitmek istese yasak diyorlardı. Kaşlarını çatıp dudaklarını büzdü ve balıkları izlemeye devam etti Azize. Latif, kızı küstürdüğünü düşündü. Kibirlilikten değildi bu söylediği. Büyükler herkesi almıyordu ki yanlarına. "Hem Mustafa bile gelemiyor baksana." Bu söz biraz daha ikna ediciydi. Haylaz Mustafa bir deliğe giremiyorsa, Azize orası için ısrar etmezdi artık.

"Ne yapacaksın bunları?"

"Yeruk."

"Ne demek!"

"Pişirip yeruk." Latif'in gayet normal bir şekilde söylediğiyle küçük kız balıklara veda etmeye hazırlandı. Oysa pulları güzel gözüküyordu. Latif'in midesine gitmelerini istemezdi. Orada da yüzerler miydi? Sormak isteyerek başını kaldırdı ama sonra vazgeçti. Saçma olurdu, sessizce hayal kurmak daha iyiydi. Dizlerinin üstüne çömelmiş vaziyette biraz daha oyalandılar. Latif işten vakit buldukça, Azize'nin yanına uğramak ve ona burada yaptıklarını göstermek istiyordu. Onu kendi misafiri bellemişti sanki. Eğer köyde kalacaksa biraz daha, onunla birçok şeyi paylaşmaya niyetliydi. Azize tatlı bir merakla yaklaşıp sorguladıkça, insanın yaptığı işi sevesi geliyordu hem de. "Sen da ister misun?"

"Neyi?"

"Baluk yemek ister misun?" Olumsuz anlamda başını salladı Azize. Sabah oynadığı canlıları akşam yemek istemediğine emindi. İleride kar yağdığında yiyeceği hamsiler kadar lezzet almayacaktı çünkü.

Loading...
0%