Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8- KAFES ANAHTARI

@yesilkutuphane61

Uykusuz gözlerini tavanda gezindirdi. Sobada kalan bir kaç parça odunun sesinden başka, bir de kızının nefesleri duyuluyordu odada. Üç gün sonra ayrılacaklardı. İki Şubat perşembe, Azize için bir ayrılık günü olacaktı. Babasının kararlarının kurbanı olduğunu anlayacak yaşa geldiğinde, o tarihe ulaştıkça, sessizce yalnızlığını anacaktı. Sesli bir nefes verdi farkında olmadan. Hiç talep etmemişti ama dertleşebilseydi biriyle, bu kadar içi dolup taşmazdı. Birilerinin kal demesine ihtiyacı vardı sanki. Çocukluk saydı bunu. Üç gün vardı önlerinde. Köprüden önce son çıkışta, en azından bir kaç gece rahat uyumak istiyordu. Hâlâ gülebilen, sevimli ve heyecanlı kızını seyretmek istiyordu. Yanındaki divanda yatarken, duş aldıktan sonra odaya yaydığı mis kokusunu içine çekmek istiyordu. Yokluğuyla ettiği kötülük, varlığından daha mı çok olacaktı? Onu kestiremiyordu.

Gitmeseydi mesela, dönmeseydi Almanya’ya. Köyde kalmayı göğüsleyebilir miydi? Kızıyla yeni ve kalabalık bir yaşam hayal etmek gülümsetiyordu yüzünü. Ama hak ediyor muydu? Bu nimete layık mıydı? Ötesini düşlediği topraklara döndüğünde ne yapacaktı? İçinde her geçen gün büyüyen bir boşluk vardı. Aradığı hayatı bulamamış olmanın utanç verici sızısını yüzüne çarpıyordu herkes. Azize yanındayken sorumluluk bilinciyle sürdürüyordu yaşamını. Sorularına cevap veremeyecek, çocuğun da ışıklarını söndürecek raddeye geldiğinde ayrılmışlardı Almanya’dan. Azize burada devam edecekti yaşamaya. Mehmet’e de yer olduğunu söylüyordu yeni maceralardan yılmış büyükler. Kendini yersiz bırakmış, bu dünyaya sığmaz adam, bir gecede bilet almaya karar verdiği gibi bir gecede de gitmekten vazgeçebilirdi. Yine aynı soru belirdi zihninde. Köyde yaşamayı göğüsleyebilir misin? Hak etmediğin ve sırt çevirdiğin sevgilerin ağırlığını taşıyabilir misin? Keşke o kadar güçlü ve cesur olsaydın. Kalmak isteyen yanına boyun eğseydin.

İçi sıkıldı yeni bir girdaba girince. Kararından dönecek gibi oldu cılız bir soluk silsilesine alışmışken kulağı. Hiçbir şey düşünmemeye zorladı kendini. Şimdi gözlerini kapatacak, hareketsiz ve düşüncesiz yatacak, karşısına çıkan simsiyah perdenin içinde kaybolup uykuya dalacaktı. Yatağın içinde kıpırdanıp gözünü kapattı. Bir karanlığa teslim olmayı beklerken, güzel bir kız siması çıkıp geldi. Başkasına sözü olan Zeynep'in, bu boşlukta işi neydi? "Hay Allah'ım! Delireceğim!" Mehmet bir ok gibi fırladı yataktan. Kontrolsüz sesi yüzünden kıpırdandı Azize. Sonra yeniden hareketsiz yatmaya devam etti.

Kendine kızıyordu Mehmet hâlâ. Düşüncelerini kontrol edemeyişine, hayatındaki insanları azaltmak isterken aklına yenilerini sokuyor oluşuna öfkeleniyordu. Sevmekle kendine eziyet çektiren ilk insan o olmasa da, her insanın imtihanı kendine hastı. Perdeyi çekip dışarıya baktı. Karanlık... İstediğini buldu nihayet. Sonra ciğerlerinden nükseden bir öksürükle uğraşmak zorunda kaldı. Fazla gürültü çıkartmamaya çalışıyordu ama son günlerde fazlaca sigara tükettiğinden öksürüklerini kontrol etmesi çok zordu. Boğulup gitsem de ben de kurtulsam.

Küçük bir kızın, odasında sıkıntıyla gözlerini kapatan annesinin, sessiz sedasız ağlayan Zeynep'in, kızsa da oğlu gitmesin diye dua eden babasının ona olan sevgisini görmeden aklından geçen düşünceye yol verdi.

***

On günden az bir zaman vardı okulların açılmasına. O vakte kadar çocuklar kendilerine verilen özgürlüğün tadını çıkartacaklardı. Azize'nin henüz haberi yoktu ama babası bilet alırken kayıt ve ikamet işlerini de soruşturmaya başlamıştı. Bu gün yeniden çarşıya gidecek ve Almanya'dayken hazırladığı belgeleri yetkili kişilere sunacaktı. Temiz kıyafetlerini giydi Mehmet. Bir saat sonra gelecek olan çarşı istikametine giden araca yetişmek üzere hazırdı. Azize ortalıkta görünmüyordu. Camiye gitmiş olabilirdi. Kızı bilerek serbest bırakıyordu ki çevreyi görsün, tanısın, sevsin. Bazen içine dolan endişeyle hata ettiğini düşünüyordu. Sonra bakıyordu ki kızı güle oynaya eve gelip güzel şeyler anlatıyor, o zaman aynı tutumunu sergilemeye devam ediyordu.

Kapının önündeki basamağa oturmuş annesini gördü. Elindeki demet demet karalahanaların saplarını kesiyor, böcek ya da toz varsa silkeliyor ve hemen yanına serdiği temiz bir örtünün üzerine yerleştiriyordu. Güldü Mehmet. Bu kadın bir de mısır ekmeği yapardı. Pişince lahananın üstüne tereyağı eritir, peynir dökerlerdi. Herkes bayıla bayıla yerdi. Karnı aç olmayanın bile iştahını açacak hayalin peşinden gidip annesinin yanına oturdu.

"Demek akşama karalahana yiyoruz." Rahime hanım oğluna gülümsemedi. Konuşmaya niyeti yoktu, kızgın ve yorgun hissediyordu. "Mısır ekmeği de yaparsın şimdi sen." Mehmet anlayınca annesinin halini, biraz daha sokuldu kadına.

"Yapmayacağum! Sana da vermeyeceğum!" Azar işitmek iyi gelmişti.

"Nasıl kıyacaksın bana? Siz yerken öyle uzaktan bakayım mı ben? Nasıl da özlemiştim şunun kokusunu bir bilsen."

"Bilurum bilurum. Lahanayi özlersun, daği özlersun, bağa gidersun ama ha bu anani hiç düşünmezsun. Git yanumdan." Kadın bir kediyi kucağından atar gibi silkeledi adamın kolunu. Neyse ki oğlu kedi kadar kuvvetsiz değildi de hunharca kovulmanın etkisiyle fazla sarsılmamıştı.

"Ben en çok seni özlerim, en çok seni severim. Niye öyle diyorsun?"

"O yüzden mi gidiyorsun?"

"Ah annem, gitmem lazım kaç kez anlatayım? Kaç kez daha konuşup birbirimize eziyet edelim? Hem bak Azize burada kalacak. Beni sevdiğin gibi sev onu. Sahip çık ona. Artık bir ayağım burada olacak. Eskisi gibi uzun kalmayacağım oralarda. Kısa sürede hep geleceğim. Evi boşaltacağım önce. Eşyaları getirmek için döneceğim. Yine oturup konuşuruz o zaman."

"Kot kafali!" Rahime hanım laftan anlamaz oğluna diyecek başka bir şey bulamayıp derin bir soluk bıraktı. Azize'nin inadını sorgulamıştı bir de. Kime çektiği belli değil miydi? Al birini vur ötekine.

"Sen kızını burada mı bırakacaksın abi?" Çiçek bir kaç dakikadır kapıda abisi ve annesini dinliyordu. Gideceğine şaşırmadığı adamın, kızını geride bırakacak olmasını sorgulamamak elde değildi. Dönüp kendisine bakan iki çift gözden, sadece birine muhataptı.

"Öyle yapmayı düşünüyorum Çiçek. Lütfen şimdilik aramızda kalsın." Azize’nin manevi ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığını anlatma gereği duymadı cevap verirken. Yine de sürekli bu soruya muhatap olmak, yanıtlarındaki kuvveti kırıyordu. Tereddüt bir tuz gibi serpiliyordu sesine.

"Ne kadar saklayabilirsin ki zaten? Kız öğrenecek gittiğinde." Hayret ediyordu bu adama. Anne babadan, kardeşten evden anlamıyordu, fark etmişti de insan evladını nasıl bırakırdı? Oraya yeniden evlenmeye mi gidiyor, yoksa çocuğu ayak bağı olarak mı görüyordu? Belli değildi üstelik. "Çok acıyorum o kıza" dedi en son. "Senin yakınında olan, seni seven herkese acıyorum." Mehmet'e değersizliğini hissettirmek istercesine bakıp geriye çekildi ve odasına gitti. Bir kardeşe verilen söz tutulmasa, mevzu belki kapatılırdı. Ama gitmeyi adet edinmiş bu adamın kızına yaptığı büyük bir haksızlıktı.

***

Yasemin ısrarla Azize'yi kendi bahçelerine davet etmişti. Yol üstündeki evi es geçen kızlar, Meryem hanımın hanesine doğru yol almaya başladılar. Koyu bir sohbet dönüyordu aralarında. Azize arkadaşlarından söz ettiği kadar, Yasemin de sınıfını anlatıyordu. Yokuş bitince adımları yavaşladı. Yorulmuşlardı ve hava ne kadar soğuk da olsa nemliydi. Yaprakların üstündeki taze ıslaklık bile insanın terlemesine engel olamıyordu.

"Ha burasi İlyas emicenin evi olmasaydi, bir bardak su isterdim." Yasemin yüzünü buruşturup baktı eve. Köyün çocukları istediği kapıyı çalar ihtiyacını karşılardı ama bu evden hiç hoşlanmazlardı. Azize, evin önündeki alçak bahçenin en sonunda bir çeşme gördü. Yasemin'in koluna vurup başıyla işaret etti. "Olmaz, eve gidelum." Kararı kesindi, yakalanmayı ve azarlanmayı göze alamazdı. Arkadaşını çekiştirip yola koyuldu ama kulağına çığlığa benzer bir ses gelince durdu. "Duydun mu?"

"Bir kızın bağırma sesinden mi söz ediyorsun?" Başını salladı Yasemin ve evin yan tarafına giden toprak patikaya saptı. Dört bir yanı pencereyle kaplı bu evde ne olduğunu, korktuğunu kimseye söylemese de merak ediyordu. İki kız adımlarını yavaşlattı sese yaklaştıkça. Azize huzursuzdu. Birinin hırpalandığını anlamak zor değildi ve korkuyordu. Babası yanında yokken böyle bir şeye şahit olacak ve eğer yakalanırsa başı derde girecekti. "Büyük birine haber verelim Yasmin." Yasemin ismini bir harf eksik telaffuz eden kıza ter ters baktı. "Yasemin" dedi Azize hatasını anlayınca. Ara sıra böyle karışıklıklar yaşanabiliyordu. Elinde sözlükle dolaşsa da hata yapması muhtemeldi.

Yasemin ayaklarını kaldırdı ve baş hizasındaki pencereden içeriye baktı. Dehşet ifadesi kapladı o an yüzünü. Çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Azize onu görünce, merakına yenilip dikkatsizce başını pencereye uzattı. Bir kız yatıyordu yerde. Başında duran kadın, kızın hırpalanmış bedenini doğrultmaya çalışırken, sinirli bir adam ağır hakaretler savuruyordu havaya. Kızın kuvvetsiz başı kaldırıldı. Azize babasının, sepetini taşıdığı Zeynep'i hemen tanıdı. O güzelim kıvırcık saçları yüzüne gözüne dağılmış, dudağından ve burnundan kan akmıştı. Öyle acıdı ki ona, şaşkınlığı geçmese de gözleri doldu.

"Hayde... Hayde hayde..." Yasemin arkadaşının kolunu tutup çekiştirdi ve onu tekrar yola çıkarttı.

"Ne olacak?" dedi Azize. Olan olmuştu aslında. İlk kez rızası olmadığından babasına bahsetmişti Zeynep o sabah. Bu hülyaya nereden kapılmışsa, adamın biraz merhamet edeceğini ummuştu. Gelen damat adayını sevmediğini, onu evlendirmedikleri takdirde sesini çıkartmadan rızayla her işi yapabileceğini söylemişti. Babasının sinirlerini zapt edemeyen, orantısız güç kullanmaktan çekinmeyen birisi olduğunu çocukluğundan beri bildiği halde, hiçbir şey yapmamış olmanın verdiği azaptan kurtulmak için yapmıştı bunu. Yanmıştı fakat yüreğindeki hiç soğumayan ateşten çok değildi ıstırabı.

"Kimseye deme, tamam mi?" Ama böyle bir şey nasıl saklanırdı ki? Yasemin böyle mevzuların dört duvar arasında kalması gerektiğini düşünüyordu çünkü diğer köylerde böyle vakaların ölümle sonuçlandığını duymuştu. Dışarıdan biri müdahale ettiği takdirde, iş konuşmayla çözülmezse, ki çözülmezdi, silahlara baş vurulurdu. Yasemin ne babasının ne de bu köyden bir akrabasının ölmesini istemiyordu. Büyüklerin konuştuklarını dinlerdi. Bazen de öyle yüksek sesle anlatırlardı ki olayları, istemsiz duyardı. Kızın, gerçekle sentezli bir hayal dünyası vardı bu yüzden.

Fakat Azize kanı donmuş bir haldeydi. Zeynep'in kurtarılması gerektiğini düşünüyordu. Birini o halde bırakmak kötülük gibi geliyordu ona. Babası kurtaramaz mıydı Zeynep'i? Dedesi kocaman adamdı, sözünü geçiremez miydi bir caniye? Yasemin kadar bilgisi yoktu. Gözü dönmüş birinin silahına sarılması ve tetiğe basması arasındaki saniyeleri sayamayacak kadar cahildi. Bir saatliğine gitti arkadaşının evine ama keyifsiz misafirliğin arkasından eve döndü. Babasını bulamadı. Mustafa'yla oynamadı. Gülcan'la konuşmadı. Selvi yengesini şaşırttı ve bebekle ilgilenmedi. Kadın, yüzü bembeyaz olmuş kızın başını okşadı bir kaç kez. Bu halinin sebebini sordu ama cevap alamadı. Yasemin'in anlattığı kadarıyla bu sırrı paylaşırsa biriyle, daha kötü şeyler olabilirdi.

Babasının okul işlemleriyle ilgilendiğini bilmiyordu. Herkesin afiyetle yediği karalahanadan pek hoşlanmadı. Biraz mısır ekmeği ve yoğurt yedi. Bu kadarıyla doydu. Zaten tedirginliği sebebiyle rahatça yemek yiyecek halde değildi. Pencereden gizlice içeriye baktıklarını görmüş müydü? O adamın kapıyı yumruklayarak içeriye girmesinden ve karşısına çıkmasından korkuyordu. Belki yapardı, canavardan farkı neydi ki? Ah onunla aynı köyde nasıl yaşıyordu bu kadar insan? Hapse atmalılardı onu. Elini kolunu bağlamalılardı.

Yatana dek Zeynep'in o halini düşündü. Sonra içine kapanık hali babasının gözünden kaçmamış olsa bile, sorulara cevap vermeden yorganın altına girdi. Nefessiz kalıp terleyebilirdi ama burası şu anlık en güvenli yerdi. Karanlık ve etrafı düşmanlarla çevrili bir şatodaymış gibi hissediyordu. Konuşmaya başlasa ağlardı. Niye bir türlü gidemiyorlardı buradan? Sıkıntısı bir fitil gibi ateşledi hislerini. Usul usul ağladı. Zeynep'e ve çokça kendine. Saatler geçti, farkına varmadan uykuya daldı.

Gece üç civarıydı. Kapının arkasında biri vardı ve bağıra çağıra yumruklar savuruyordu. Pencerenin ötesinden çığlık sesleri duyuluyordu. Birazdan yanına geleceklerdi. Ama Azize kaçmak için parmağını bile kıpırdatamıyordu. "Baba... Baba..." diyerek ağlıyordu yalnızca. Sesini duyuramıyordu. Yanaklarının ıslandığını hissediyordu. Bedenini kaskatı eden baskıdan kurtulamıyordu.

"Azize uyan... Azize!" Mehmet kâbus gören kızını uyandırmayı başardı nihayet. Çocuk çırpınıyordu yorganın altında. Terden sırılsıklam olmuştu. Ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Kaldırıp kucağına aldı ve sakinleşsin diye sarılıp saçlarını okşadı. "Tamam, kötü bir kâbus gördün. Bak ben yanındayım, korkacak bir şey yok." Olabildiğince yumuşak olmaya ve kızın korkusunu gidermeye çalıştı.

"Var." Cılız sesin sahibine eğdi başını.

"Nedir?" Kızının yağmuru, çekirgelerin sesini, sobanın içinden gelen çatırtıları kendi dünyasında büyütmüş olduğunu tahmin ediyordu. Küçükken Mehmet de hayal kurar kendini korkuturdu böyle.

"O adam gelecek baba. Gidelim buradan!"

"Hangi adam?" Bahsedilen her kimse Mehmet kızın vehimden daha fazlasına sahip olduğunu düşündü. Tedirgin ve fevriydi ruhu. Biri bir zarar mı vermişti kızına? Ne diye onu gezmeye gönderiyordu ki? Alışsın istiyordu köye. Düşeceğini, yaralanacağını, ağlayacağını hesaba katmıyor muydu? Tüm bu sorumlulukları evdeki geniş ailesine devrediyordu fakat neredeydiler? Azize yine babasının kucağındaydı işte! Aptal adam, kız akşamdan beri ne halde! Azize yalnız kalacaktı bu köyde, peki hep korkacak mıydı? Mehmet ilk kez böylesine derinden hissetti hata ettiğini. Kızının gözyaşları karşısında suya indirdi yelkenleri.

"Kızı dövdü baba. Kıvırcık saçlı kızın burnunu kanattı." Azize nihayet dışarıya attı beynini kemiren virüsü. Babasına emanet etti sırrını. Biraz rahatlayacağını sanırken aniden havalanınca bedeni, sımsıkı yapıştı babasının omuzlarına. Mehmet, kollarında bir kedi tutmadığını anlayınca içindeki deli öfkeye rağmen yavaşça eğildi ve Azize'yi yerine yatırdı. Şimdi koşup İlyas'ın kapısına dayanmak vardı. Vurduğu kadar vurmak, onu bu şehirden sürmek vardı. Ama elini bırakmayan kızının yanından ayrılamadı. Oturdu yanına. Elini saçlarına değdirdi, ağır ağır okşadı. Korkusu dinene kadar bekledi.

"Azize" dedi dişlerinin arasından. "Ne gördün tam olarak anlat bakayım." Azize mahmur sesiyle anlattı. Mehmet sabahı zor etti. Etrafta canavarlar vardı. Öyle ki kâbus oluyorlardı gecelere! Hepsini avlamak lazımdı. Bir muhafız gibi davranmalıydı. Kararlar sorgulandı, yenileri alındı. Uzunca düşünüldü. Hatalar bir boy aynasında resmedildi. Vazgeçmek, kalmak ve telafi etmek için zaman vardı. Yanında uyuyan kızın yüzünden gözlerini hiç çekmedi. Çatık kaşlarının gölgelediği kederli yüzünden çaldığı gülümsemelerin sayısı artıyordu ve göğüs kafesinde salınan yorgun kalbin sızladığını hissetti.

***

"İlyas emice!" Çay evinin kapısında duran adama karşı gök gürültüsüne benzeyen sesiyle koşturdu. Adam gerginleşti bir anda. Bu tepkiye neyin sebep olduğunu bilemedi. Farkında olmadan geri adım attı üstüne gelen heybetli gencin karşısında.

"Hayırdur Mehmet? Ne oldi sana?"

"Bana bir şey olmadı! Sen yaptığından konuş bakayım!"

"Ne etmişum ben?" Etrafta kimsecikler yoktu. Yaşı büyük olsa da ahlakı yerlerde sürünen şu adamı, bir hamleyle dünyadan göndermek vardı ama Mehmet geridekiler için bunu yapmayacaktı. Geridekileri düşünmekse onun için yeni bir eylem sayılırdı.

"O kızın yüzünün gözünün hali ne İlyas emice? Yakışıyor mu yaşına başına bu hareketler? Hiç mi almadın insanluktan nasibini?" Kahvaltının bitmesini zor beklemişti Mehmet. Doğrudan Zeynep'in kapısına dayanmıştı. Orada muhatabını aramış ama yalnızca bir çift hüzünlü ve çekingen gözü taşıyan yara bere içindeki yüzle karşılaşmıştı. Kalbi sızladı, haddi değildi ama Zeynep'in yaralarına merhem olacak şeyi bulmak istedi. Ceplerinde yoktu, keşke ona bir demet huzur verebilseydi. Aynı zamanda çocukların huzurunu kaçıran adamı yakasından tutmak istiyordu deli bir öfkeyle.

"Haddini bil Mehmet! Yavaş ol! Sana ne benim kızumun halinden? Ne zaman gördün benim kızımı? Yakında evlenecek, sen ne karışıyorsun? Çocukluğunu bilmesem derum ki..." Yakasına yapışan iki elle sözlerine devam edemedi. Birilerini korumak için, kasıt mı lazımdı? Zulme dur diyenin, niyeti mi kötü olurdu? Sinirden titreyen Mehmet'in elinde ölmemek için sustu. O da öfkeliydi ama gücü bu deliye yetmezdi.

"Boğdurtma bana kendini! Duydun mu? Topla ağzını, yırmaktan aşağı yuvarlarum seni!" Hıncını gömlekten çıkartırcasına sıkıyordu. "Kız senin diye istediğini yapabileceğini mi sanıyorsun? Gücün yetiyor diye bunca hırpalamak da neyin nesi?"

"Terbiyesizlik etti, sinirlendim."

"Bana da sinirlen, bana da yap aynısını!" Bir dere çağlıyordu uzakta, bir Mehmet bağırıyordu. Sırtı duvarla birleşti İlyas'ın. Sözleri insanı çileden çıkartır nitelikte olsa da, geri adım atmıyordu.

"Ula bırak yakami!"

"O kıza bir daha zarar verirsen..."

"Sana kalmadi. Yarın öbür gün kocaya gidecek. Sesini kısmayi bilsun. Daha fenasını ederler orda. Başını okşayacaklarını mı sandun? Onlar öyle çocuk eylemez!” Mehmet'in elleri gevşedi. Zeynep bir caninin evinden çıkıp, diğerinin kapısına bırakılıyordu demek. Gittiği yerde baba dayağından daha fazlası varken, sırf menfaat için oraya gönderiliyordu. İlyas'ın sertçe göğsünden ittirmesiyle sendeleyip geriye çekildi. Gözünün önünde sallanan parmağa baktı kırmamak için zor tutarak. "Seni vururdum. Dua et yarın öbür gün gideceksun. Dua et katil olmadan önce yiyecek lokmam var. Ama bir daha karşima çıkma. Evunde otur, gözünü kapat!" Yanlış kişiyi tehdit ediyordu, farkında değildi henüz. Fevri kararların adamıyla karşı karşıyaydı.

"Ne verdiler sana?" Mehmet öğrenmek istiyordu bu adamın güzel Zeynep'e biçtiği değeri. "Söylesene be adam! Başlık parası ne aldın?" İlyas sakalını sıvazladı. Öfkesini dizginleyen Mehmet'le biraz daha konuşabileceği kanısındaydı. Konu menfaat olunca kafası çalışırdı.

"Bir büyük baş inek." Kimse onunla dünür olmak istemezdi akrabalarından başka. En zengin akrabasından da ancak bir inek teklif alabilmişti. Düğünde de altın takıldı mı cebi dolardı zaten.

"Verme kızı onlara." Mehmet yeni tekliflere hazırlıyordu kendini. Bunu planlamadan, bir içgüdüyle yapıyordu. Sonuçları belirsiz cümlelerinden korkmuyordu. Sakinleşmeye başlamasının nedeni çığırından çıkmış işi usulüne uygun hale getirmekti. Sonra kilitli kafesin anahtarı olmaya niyetlendi. Canavar muhafızı olmaya karar verirken de böyle soğukkanlı gözüküyordu. "Ben talibim Zeynep'e."

"Sen hâlâ ne konuşuyorsun oğlum! Verdik sözü. Ne sandın sen beni?"

"Bin Mark" dedi Mehmet. Sustu İlyas. "Almanya'ya gidince hemen bin mark yollarım sana." İyi paraydı, hemen yollanacak olması daha iyiydi. Ama bir sözü bozmaya yetmezdi. Akrabalarının belalı insanlar olduğunu bilen İlyas, yalan söylemek için bu gurbetçi adamdan daha fazlasını isteyecekti.

"Kızımı para karşılığında evlendiriyorum gibi konuşup asabımı bozma Mehmet! Bak işine!" Yaptığı tam olarak buydu. Ağırdan alıyordu sadece. Demek gurbetçi Mehmet kızına talipti. Kızını acınacak hale getirdiğine hiç üzülmedi o vicdansız kalbiyle. Ne de olsa bir kaç yara bere içindi bu ağır abi tavırları.

"Ne istiyorsun başka? İki inek alırım sana." Mehmet bir gün böyle iğrenç bir konuşma yapacağını aklının ucundan bile geçirmezdi oysa. Sevmek, değer vermek yeterliydi onun için. Cahiliyeden kalma zihniyetiyle karşısında dikilen herifin gırtlağına yapışıp geridekileri mutsuz etmemek için ufak bir bedel ödediğini düşünüyordu aslında. Bu konuşma Zeynep'in bir saç teli için bile yapılmazdı. Kimse için yapılmazdı. İnsanın değeri böyle ölçülür müydü? Ama herkesle anladığı dilden konuşmak gerekiyordu. Ya burada İlyas'ı boğacaktı ya da ikna edip epey sürecek bir kan davasını engelleyecekti. Adamın yumuşayan suratına baktı dik dik. "Eğer buna tamam demezsen şimdi alırım kızı, kıyarım nikâhı. Bakarsın öyle arkasından!"

"Sakın öyle bir delilik yapma. Namus meselesine çevirme işi." Kızın elinden kayıp gitmesini engellemek istedi. "Madem ısrar edeyisun evlenmekte." Ensesini kaşıdı. "O zaman gelun isteyin kızı. Diğer işi bana birak. Oğlan askere gitmemişti zaten, ben hallederum. Ama bu işi duyurma çok yere." Mehmet rahatladı teklifi kabul edildiğinde. Zeynep'i kurtarmak için eline bir fırsat geçmişti ve kız daha fazla üzülmeden bu işi çözmüştü nihayet. İlyas'a çevirdi kuşkulu ve ezici bakışlarını.

"Sakın" dedi "Zeynep'e bir daha elini sürme. Duyarsam ya da görürsem İlyas emice, büyüğümsün demem, bir kez daha geri durmam. Bir de bu konuşulanları kimse duymasın. Hesap gizli kalsın." Herkes Mehmet'in kararını duyduğunda şaşıracaktı. Onaylamayanlar olacaktı. Belki kıyametler kopacaktı. Hepsinin üstesinden gelinirdi. Her tepkiye karşı konulurdu. Ama para mevzusu yüzünden Zeynep'in mahcup ve kırgın bakışlarını görmeye dayanamazdı Mehmet. Ödediği diyet, sadece silahlar ele alınmasın diyeydi. O yaralı kızı kafesinden çıkartmak içindi. Özgür kalmak isteyen bir ruh vardı.

Loading...
0%