Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9- MAHREM SEVDA

@yesilkutuphane61

Mutluluk uzaktaki ülkenin adı olarak kalmaz hep. Yeni bir haberde, titreyen yaprakların üstünde üşüyen çekirgelerde, taze doğan günde, köprünün altında akıp giden suyun kıyısına inen patika yolu keşfetmekte gizlenir bazen. Azize, Mustafa'nın peşine takılmış dereye kadar koşturmuşlardı. Köprü, yolculuklarındaki son duraktı. Yerden topladıkları ufak taşları akıp giden suya atıyor, en uzağa fırlatana kadar uğraşıyorlardı. Çağlayan suyun sesi bile, çocukların kahkahalarını bastıramıyordu.

Bir ara Azize, köprünün paslı demirlerine kollarını dayayıp "ne kadar da yüksekteyiz" dedi. Gözü alışmayan için, bulundukları mesafe yüksek sayılırdı. Büyük çocukların buradan dereye atladığına defalarca şahit olan Mustafa, hayal kurarken iç çekti. Yaşıtlarının yaramazlıklarının tadına doymuş, büyüklerinkine göz dikiyordu. Annesini ne kadar telaş içinde bıraktığını düşünecek halde değildi. Belki bu yaz bir kaç gence yalvarır, atlayış için kendisine yardım etmelerini isterdi. Tabi bu bir sır olarak kalmalıydı.

"Aşağıya inelim mi?" Mustafa'nın teklifi karşısında Azize etrafına bakınıp merdiven benzeri bir yol aradı. Mustafa sorusuna cevap beklemeden fırladı yerinden ve köprünün sağ tarafındaki yola saptı. Çocuk beline kadar uzamış otları ezip geçmeye niyetliyken, amcasının kızının hevessiz ve ağır adımlarla yürüdüğünü fark etti. "Hayde da!"

"Buradan mı geçeceğiz?"

"Evet, ha buradan aşağı taşlarun üstünden ineceğiz." Azize otların arasına girdi. Yılan ya da böcek çıkmasından hiç korkmayan Mustafa'yı takip etti. Şimdi sırada koca kayaların üstünden yuvarlanmadan aşağıya inmek vardı. Taşlar düz ve temizdi, aşağı eğimli, üst üste konulmuşlardı. Köyün yerlileri düz yolda yürür gibi inip çıkarlardı buradan. Azize de alışacaktı. İlk seferi tehlikesiz atlattıktan sonra, iki tane koca kayanın üstünde yürümenin veda sabahlarına uyanmaktan daha kolay olacağını görecekti.

Mustafa'nın direktifiyle düz bir kayanın üstüne oturdu. Sonra kendini sağlama alıp, kenarlardaki boşlukları tutarak bedenini aşağıya doğru kaydırdı. Ayağı düz zemine bastığında yaşadığı heyecan öyle lezzetli gelmişti ki yeniden yapmak istedi. Ama kumların üstünde daima ıslanan ve renkleri göz alan çakıl taşlarının cazibesine kapılmaktan kendini alamadı. Yukarıdan baktığı çağlayan derenin kenarında durup taş toplamak için eğildi. O an iki kıyı arasında kalmış, sıra sıra ağaçların tepeden mağrur bir edayla seyrettiği derenin azametine yakından şahit oldu. Küçük çocukları yanına çağıran köpükler, ellerini uzatmalarını ve onları geziye çıkartmayı bekliyor gibiydi.

"Islanma ha, anam anlarsa yakar bizi."

"Hayır, ıslanmayacağım. Çok mu kızar?" Geri çekilip ayağa kalktı Azize. Mustafa'nın yüzüne bakıyordu az önceki tedirginliğini üstünden atmak için.

"Havalar soğuk ya, hasta oluruz diye kızar. Yazın istediğimiz kadar yüzebiliriz. Onlar çayluktayken nereye gittiğimizi anlamazlar bile."

"Ama..." Su pek de dost canlısı görünmüyordu. Hele yosun tutmuş beton köprü ayağının etrafında oluşan küçük çaplı girdap, görüntüsüyle bile insanı boğuyordu. "Su çok büyük." Doğru kelimeyi ne kadar düşünse de bulamadı. "Bizi götürmez mi?" Mustafa cılız bir kahkaha attı.

"Havalar ısındığında göl gibi olur burası. Su beline gelir ancak. Şuraya gitme yeterli." Köprünün altındaki derin kısmı gösterdi. Azize'nin en çok korktuğu yer de orasıydı zaten. Yazın bir daha gelirlerse buraya, belki ayaklarını sokardı. Yüzme bilmiyor değildi. Annesiyle denize gittiği gün de epey eğlenmişti. Yine de plajda içine düştüğü sıkıcı kalabalık yüzünden bir sonraki teklife olumsuz cevap vermişti. Senede bir iki kere vakit geçirirlerdi zaten. Onu da elinin tersiyle itmişti. Keşke babasının yaptığı gibi sakin, yalnız iki kişiye mahsus eğlenceler düzenleyebilseydi annesi. Bir kafede oturmak, parkta yürüyüş yapmak, bisiklet sürmek ve balkonda sıcak süt içmek epey keyifliydi. Ne yazık ki kadının ne öyle bir yetisi ne de isteği vardı.

"Hayde taş atma yarışına devam!" Mustafa önce havaya zıpladı sonra kurbağa gibi eğildi. Avuçlarına hem kum hem taş doldurdu. Azize kıkırdayıp daha yavaş bir hareketle amcasının oğlunun direktifine uydu. Uzaklara taş fırlattılar, kayboluşlarını seyredip kahkahalarla güldüler. Azize senelerdir böyle neşeli bir arkadaştan uzaktı.

***

Mevsime göre güneşli bir gündü. Yine de herkes bilirdi ki, henüz kış aylarındaydılar. Belki akşama yeni bir fırtına gelirdi, belki yarına sağanak yağar dereler taşardı. Kar görünürdü uzaktan. Mehmet eve dönüp lafı evirip çevirmeden fikirlerini açıkladığında her kafadan çıkan başka sesi, dingin bir ruhla dinledi. İlk kez tereddütlerin yersiz olduğunu hissediyor, verdiği karardan korkmuyordu. Boşa geçmiş günlerini verdiği kararlarla beraber azat edecekmiş gibi hissediyordu. Henüz geç değilken Azize’nin korkularını savuşturabileceğini görmüştü dün gece. Uyandırıcı bir fırsat geçmişti eline. Zalim bir adam, babalığın gücünü hatırlatmıştı sanki. Bir çocuğun ne kadar aciz ve muhtaç olduğunu da.

En büyük gürültüyü kopartan babasıydı. Kararlı ve sakin durdu karşısında ama sözünün üstüne söz söylemedi. "Nereden aklına esti? Her gün yeni kararlar alıp yüreğimize indirmeye mi çalışıyorsun? Başkasıyla sözlenmiş kız istenir mi babasından? Rezil herif! O İlyas da öyle sen de öylesin! Kalsan dert gitsen dert. Bize sormadan yine yaptın yapacağını! Defol git ula! O kız da sen de bu eve giremezsunuz!" Bu ve buna benzer sözleri, boğazı acıyana kadar bağırarak söyledi.

Rahime hanım bir kenarda ters ters bakıyordu oğluna. Bu kararı alış sebebini az çok tahmin ediyordu. Zeynep'i korumak istiyordu aklınca. Dayak yemesin, düzgün bir evde zulüm görmeden otursun istiyordu. Ama uyarmıştı bu akılsız oğlanı. Başa bela getirecek adımlar atma demişti. Yine burnunun dikine yürüyordu, yine! İki oğlu babalarını sakinleştirip dışarıya çıkartana dek içinden söylenmekle yetindi. Söz sırası kendisine geldiğinde ayaklandı. Gözü sobanın kenarında maşa aradıysa da eli boş kaldı.

"Sana demedum mi karışma?" Mehmet azar kotasını doldurmuştu artık. Annesinin ellerini tuttu sıkıca. Bu kadının da gönlünü yapmak lazımdı.

"Yarın gideceksin değil mi? Söz verdim senin yerine, hazırlan şimdiden."

"Öyle yapayım da baban beni da evden atsun."

"Ana bak bana bir, bu sefer üzmeyeceğim sizi. Temelli Almanya’da kalmayacağım artık." Rahime hanım duraksadı bir an. Bütün itirazlarını unuttu. "Dediklerinizi yapacağım. Çay keserim, ortak mallardaki hissemizi arttırırız. Azize burada büyür, gitmem daha Almanya'ya." Demek bir Zeynep, senelerdir edilen nasihatlerden daha etkiliydi. Görünen köye yorum yapma ihtiyacı duymadı. Kadın önce güler gibi oldu, sonra sinirlendi. İki sert darbeyle oğlunun omzuna vurdu. "Ana, ayıp ama bu yaştan sonra."

"Afkurma! Deli ettun bizi deli!"

"İstemiyor musun burada kalayım?"

"Öyle demedum, kal burada. Ama İlyas'un kızından başkasini bulamadun mi? Sözlendi o kız. Dağlılarla baş edemezsun ki sen!"

"Sözlenmedi anne, babası başından atmaya kalktı. Kendi ağzıyla söyledi bu sabah, Zeynep'i orada öldürürler dedi. Zaten kendisi de dövmüş kızı, haysiyetsiz herif!" Rahime hanım aradığı cevabı bulmuştu nihayet. Bilge biri gibi gülümsedi.

"Dövdü diye, onu korumak için evleniyorsun değil mi? Sevduğunden değil. Senun doğru işin olmaz ki zaten!" İlki doğru bir tespitti, ikincisine cevap yoktu. Durgunlaştı Mehmet. Başka bir yolu olsaydı, o kuşu kafesinden hayal anahtarıyla uçurabilseydi ne iyi olurdu. Adamın elinden gelen, nikâhla kızı yanına almaktı. Hem aksini düşününce, zalimlik olmaz mıydı bir kuşu yuvasız bırakmak? Çarşıya bile zar zor inen Zeynep'i bu köyden çıkartıp hangi izbe şehre bırakırdı insan? "Oğlum, o kıza da yazık. O evden alıp buraya getireceksun. Kızını bıraktun, onu da bırakursun."

Mehmet kaşlarını çattı. “Kızımı bırakmayacağım” dedi kısık ve kararlı bir sesle. Sahi, sorumsuz bir adam imajı çizmişken bu sabah söyledikleri epey komik gözüküyor olmalıydı. Koruma içgüdüsü bir bıçak gibi kesip atarken inadını, nasıl da güvenilmez biri olarak tanınıyordu! Tezatlar ülkesiydi bu adam. "Var mı başka fikrin ana? Varsa söyle yapalım. Başka yere mi kaçıralım bu kızı? Şehre mi götürelim, hangi yabancıya teslim edelim? Çiçek'i niye yollamıyorsunuz başka şehre? Bir sokağın ortasında kavgaya başlayan iki tarafın arasında kalıp ölme ihtimalinden korkuyorsunuz da. Samsun'dakilerden duyuyorsunuz havadisleri. Kendi kızına yaptığın iyiliği, hazırladığın sıcak yuvayı, köyün kızına niye yapmıyorsun?"

"Köyün kızının da düşmanları var! Çekip vursalar seni ne yaparım ben? Hiç mi düşünmüyorsun?" Kadının gözleri doldu. Usulünce olmuyordu hiçbir şey. Bir belaya bulaştıklarını hissediyordu. Zeynep'i sevmediğinden değildi tepkisi, çamura bulanmaktan korkuyordu. Oğlunun kollarının arasında buldu kendini. Evire çevire pataklamak lazımdı ama kıyamıyordu.

"Bir şey olmayacak merak etme. Gürültüsüz patırtısız bu işi çözeceğiz."

"İnşallah de" güldü Mehmet annesine. Sesli bir iç geçirdi. "Zeynep nasıl razı oldu?"

"Bilmem ki."

"Nasi?"

"Ona söylemedim ki, babasıyla haber gönderdim. Sen sormadan söyleyeyim, İlyas emice de razı, hiç şikâyeti yok." Sabahki macerayı pembe renklere boyayarak anlatmak en iyisiydi. Yoksa detay isterlerdi, Mehmet bunun sır olarak kalmasını istiyordu. "Ana, yarın gittiğinizde hiç gönül kırmadan konuşun olur mu? Sen bir kenara çekip rızasını sorarsın Zeynep'e. Abi diyordu bana kızcağız, bilmem ne düşünür hakkımda." Duraksadı. “Başka bir çıkış yolu gelmedi aklıma o an.”

"Niye gönül kırayım, ne sandun sen beni? Hem, ne düşünecekmiş, hep böyle teklif göndererek olmadı mı bu işler? Ben bu eve geldiğimde on yedimdeydim. O nenen, dar yerde şimdi..." Annesi yine geçmişe dönmeye niyetlendiğinde, oturttu kadını. Böyle ayaküstü seneler konuşulmazdı ya. Biraz sakinleşsin, biraz da hava dağılsın diye babaannesinin annesine yaptığı kötülükleri dinlemeye başladı. İki gün sonrası için aldığı Almanya biletinden, henüz kimse haberdar değildi.

***

Gece boyu hiç uyumadı Zeynep. Aklının almadığı şeyler duymuştu babasından. Belki de dünkü arbededen sonra aklı uçup gitmişti. Aksi halde bu kulaklar nasıl duyardı Mehmet'in teklif gönderdiğini? Annesine sormuştu, "aynısını sen de duydun mu?" diye. Kadın da duymuş, şaşkınca bakakalmıştı. Kızının ilk sevdasını bir dua gibi yüreğinde sakladığını bilmediğinden, Almancı gencin ani teklifine inanamıyordu. Hem de Zeynep'in sözlü olduğunu bilmesine rağmen.

Sabahın ilk ışıkları süzüldü perdenin ardından. Zeynep yatağı çivilerle doluymuş gibi kalktı yerinden. Onca gecesi rüyalarla geçmişti, uyanıkken görülenine ilk defa şahit oluyordu. "Nasıl olur Allah'ım?" diye mırıldandı bir kez. Kardeşinin uyanmasını ve kafasının karışmasını istemediğinden göz ucuyla baktı çocuğa. "Bana hiçbir şey demedi... Hani gidecekti buradan? Kızını bile getirmiş bu sefer. Bu gün evimize görücü geliyorlar. Oysa üç gün öncesine kadar ben... Of!" Ellerinin içine sakladı yüzünü. Yaraları acıdı. Aklı karıştı, ağlamak istedi doyasıya. Sevinemedi, üzülemedi. İdam fermanını imzaladığı ruhunun çığlıklarını bastıramadı.

Gün erken başladı köy halkına. Rahime hanım, pek gönlü olmasa da kocasını ikna etti. Adam, oğlunun yerleşik düzen kurma isteğinin hatırına, İlyas gibi biriyle dünür olmayı kabul etmişti. Elde avuçta günün önemine dair bir hazırlık yoktu ama böyle oğlana, bu şekilde kız istenirdi ancak. Annesinin direktifleriyle çarşıdan aldığı bir elbiseyi giydi Zeynep. Bu kadar acelesi var mıydı? Yüzü yara bere içindeydi. İnsan içine çıkılmazdı ki böyle. Hem annesini bile zar zor inandırmışken Mehmet'le hiç konuşmadığına, gelenlere ne diyecekti? Hisleri gerçek ve ilk günkü kadar taze olmasa daha kolay olurdu konuşması. Ruhunun ifşa edildiğini hissediyordu. Sessiz ve imkânsız hayallerin ıstırabı vardı tabi. Fakat bu günün telaşesinden daha tatlıydılar.

Babasını epey keyifli görüyordu. Anlam vermek zordu bu adamın davranışlarına. Erkekler için bahçeyi kendi elleriyle hazırlamıştı. İki güne kadar "senin yerin dağın başıdır" diye hakaretler yağdırdığı kızının bir başını okşamadığı kalmıştı. Annesi de giyinmiş kuşanmıştı kendince. En zor kısım, misafir ağırlamaktı. Bir garip hüzün vardı Zeynep'in yüreğinde. Dağa gitmekten daha bilinmezdi sanki önündeki yol. Gönül meselelerinden tek kelime bahis açmadığı adamın bir günde değişen kararına neyin sebep olduğunu bilmiyordu. Mahrem sevdasını daha fazla saklamak istedi. Ayıp olmayacağını bilse, kaçıp giderdi. Nihayet acıdı bu düşüncesinden sonra kendine. O kaçacak veya başkaldıracak kuvvete sahip olmamıştı hiçbir zaman. Denileni yapmaktı en büyük marifeti.

Misafirler geldi ama kız hâlâ dalgındı. "Zeynep öpsene teyzenun elini."

"Tamam." Annesinin uyarısından sonra eğdiği başını kaldırıp kendisine uzatılan eli öptü. Müstakbel kayınvalidesinin gözlerine bakacak halde değildi. İçi de yaraydı dışı da, saklanmak istiyordu herkesten. Belki Mehmet'i görebilirdi, sorular sorardı ona. Gönlünden haber isterdi. Oturdular, herkeste ne yapacağını bilmez bir hal vardı. Çiçek ara sıra ortaya bir laf atıyor, abisinin karmakarışık yaptığı ilişkileri görmezden gelip sohbet etmeye çalışıyordu. Düne kadar kızını burada bırakmaktan bahseden adamın, bu gün kız istemeye gelmesine şaşırmayan kim vardı ki zaten? Havadan sudan konuşmasa insanlar, yanlış düzenden, günahkâr büyüklerden bahsederdi, ne yeriydi ne zamanı.

Çiçek'e arkadaşlık eden, ara sıra kızın acıyan bakışlarını yakalayan, abisine duyduğu öfkeyi paylaştığında onu sakinleştiren Zeynep bu gün gelin konumundaydı. Ve kızın uzak bir dağa gitmek yerine, yakınına gelmesi memnun ederdi Çiçek'i. Abisinin hoyrat hayatına dahil olmasına üzülürdü tabi. Kim bilir, o da Azize’yle birlikte terk edilirdi belki. Ama madem burada kalacaktı Mehmet, belki de niyetlendiği gibi düzenli bir hayatı olurdu. Bakmıştı ya dünyanın tadına, emekliye ayrılırdı.

Tüm itirazlara rağmen Çiçek de Zeynep'le kalktı, içecek ikramı yaptı. Köyde kahve kültürü yoktu. Komposto içmeyi daha çok severlerdi. Şekeri yaradılıştan meyvelerin doğal tadından sonra, kahve acı gelirdi. Bahçeden erkeklerin sesleri duyuluyordu. En çok konuşan İlyas'tı. Zeynep babasına teşekkür etmeliydi, bu kadar gürültü yapmasa kalbinin sesinin gizlenmeyeceğinden korkar haldeydi. Büyükler aralarında mevzuyu halletmişe benziyorlardı. "Hayırlı olsun" dediler yine. Eller öpüldü. Epey farklı bir gündü. Herkes Mehmet'in fırtınasına kapılmış yapraklar gibiydi. Belki de Zeynep'in temiz sevdasının önüne düşmüştü genç adam. Hiç amin denmemiş bir duayı dillendiriyordu.

***

"Zeynep, nasılsın?"

"İyi" omuz silkti kaybolup giden sesiyle.

"Konuşmam lazımdı seninle, on dakika müsaade aldım. Dinleyecek misin beni?" Mehmet kızın uzakta oturuşundan, başını hiç kaldırmadan sessizce bekleyişinden tedirgindi. Kapının yanındaki iskemlede oturuyor, gözlerini doğrudan pencereye dikmiş bekliyordu.

"Dinlerim."

"Sen diyorsundur şimdi, bu deli adam ne yaptı da bizi bu hale soktu diye."

"Yok... Deli demem sana." Kızın şaşkınlığına güldü Mehmet.

"İster de, ister deme. Pek akıllı değilim. Yine de bir insanın mutsuz olduğunu görebilirim. Hüzün prangaları bağlamışlar senin ayaklarına. Nefes alamaz gibisin. Bunca şey oldu. Habersiz kapına geldim. Başını kaldırıp bir kelime bile söylemedin. Nice sorulara hakkın varken hem de. Böyle susarak hayat geçmez. İstedim ki seni çekip alayım buradan. Benimle mutlu olursun demiyorum. İnanır mısın, biraz da utanıyorum. Ama belki yanımda özgür olursun. Hiç... Böyle davranmam sana. İstersen, hayallerini paylaşırsın benimle.

Ben az çok öğrendim, insan ne yemek ne su istermiş. Biraz anlaşılmak yetermiş yaşaması için. Bu köyde hatırlattılar bana. Sevmek, gülmek... Nefes almak gibiymiş. Mahrumdum pek çoğundan. Bir de yetmezmiş gibi kızımı geride bırakma düşüncesine kapılmıştım. İyilik ettiğimi sanıyordum. Oysa daha da dibe çakıldım. Bilmişlik etmiyorum, küçümser gibi bakma bana. Tamam bak... Çevirme başını. Ben de arıyorum, bulmuş değilim. Çılgın bir koşturmaca içinde savuruyorum hayatımı. Arkamda bıraktığım insanların yüzüme vurulacak hasretleri var. Anne şefkatini hiç tatmamış bir kızım var. Ve her şeyi mahvetmeye çok yakındım. Az çok görüyorsun ya, içim öyle zengin değil. Benden istenilenleri veremiyorum. Yüküm ağırlaşıyor."

Göğsünü kabartıp derin bir nefes aldı Mehmet. Uzattıkça uzatırdı ama vakit dardı. Hem şöyle iyice anlatmak lazımdı esas maksadı. "Razı olursan eğer, beraber ararız bize iyi gelenleri. Kızmadıysan diğerlerinden farksız, gönlünü yok saymışım gibi kapına dayanmama, bana abi dediğin zamanların hatırını kırmayacaksam, senden duymak isterim cevabını. Gelir misin benimle?" Terlediğini fark etti doğru kelimeleri ararken. Parmaklarıyla oynamayı bırakıp dikkatlice yüzüne bakan Zeynep'in ne düşündüğünü anlamaya çalıştı. Gözleri kararıyordu sanki, fark edemedi kızın duygularıyla anlatmaya çalıştıklarını. Mavi yazmadan süzülen siyah saçlardan başkası ilişmedi gönlüne. Sonra güldü belli belirsiz. "Ne deli adamım! Söyledim sana gerçi, delilik ediyorum. En başta diyeceğimi en son dedim. Onu bilip de cevap ver bana."

Bu deli adam değil miydi Zeynep'i mecnun eden? Bir çocuk gibi olumlu cevap bekliyordu şimdi. Seviyor muydu şu körpe kız kadar? Henüz kapalıydı yüreği. Kendi yitirmişti ama başkaları henüz gülebiliyorken mutluluğu ellerinde tutmalılardı. Masum insanları göz göre göre acıya terk etmek bariz bir kederin fitilini ateşliyordu. Kızına anne bulmak istiyordu. Başka bir kızı zulümden çekip alıyordu. Ama Zeynep kadar sevmiyordu. Fevriydi belki ama henüz karanlığını dağıtacak kadar teslim olamazdı hiçbir sevgiye. İfadesi gergin, ciddiyeti daimdi hâlâ.

Mehmet gerçek olacak bir rüyaydı. İncelik göstermiş, rıza sormaya gelmişti. Kızın hamisi olanlardan biri bile böyle şefkatle bakmamıştı ona. Bu şefkat bir abiden, babadan, kardeşten gelse ağlama isteğiyle doldurmazdı kızın içini. Aşikâr yaralarına bari Mehmet acımasaydı. "Babam kararını vermiş zaten. Ben ne diyeyim?" Mehmet'in yanlış anlayacağı sitem, Zeynep'in kırgınlığıydı aslında. Hiç sevilmeyeceğine inanması, kendini bir sığıntı olarak gömesiydi.

"Zeynep... İstediğini söyle... Ne istersen, gönlünden ne geçiyorsa söyleyebilirsin. Ben seni zorlayamam. Maksadımı... Yanlış anlattım sanırım sana." Kız gözünden düşen bir damla yaşı sildi. Mutlu değildi, olamıyordu.

"Gönlümden geçenler bana kalsın. Yanlış anlamadım seni, aksine çok güzel söyledin her şeyi. Kötü bir şey de demedin, üzülme öyle." Sonra ayaklandı, Mehmet'in de aynısını yapmasını bekledi. Bu adam yeni kararların babasıydı. Gözlerinde tek bir korku vardı şimdi ama kesinlikle evlilikten kaynaklı değildi. İlk kez onun kadar cesur olmak istedi Zeynep. Dağda hasret öldürecekti ruhunu, yakınındayken de hiç söyleyemediği sevdası. Hangisi zordu? Hakaret duymak istemeyen, sevgiye aç yanının telkiniyle bir adım attı öne doğru. Üstesinden gelinir miydi ağır gelen bu şefkatin? "Yüküne ortak olurum, kızınla ilgilenirim."

Mehmet aldığı cevaba karşın "bu kadar mı?" demek istedi. Mutluluktan da söz etmişti ya hani, beraber arayacaklar mıydı? İki üç kelime zor çıkıyordu kızın ağzından. Adam anlayamadı, bilemedi, yetmedi. Zaten kimse fazlasını kaldıracak halde değildi. Sormayı aklından geçirmek bile ayıp geldi. Zaman doldu. Başını eğip odadan çıktı. Coşkun ırmak gibi değil, durgun sular gibi yürüdü.

***

Nihayet beklenen konuşma gerçekleştiğinde Azize'yi ikna etmek, Mehmet'in beklediğinden de zor oldu. Kız burada kalmayı kesinlikle kabul etmiyordu. Anlamını bilmediği korkuları babasının verdiği gizli kararlarında saklıydı ve yağmurlu bir akşamüstü karabasan gibi dikilmişti karşısına. Kısa süreliğine gidip dönmekten, oradaki eşyaları toplayıp Türkiye'ye getirmekten, burada yaşamaktan ve en önemlisi de evlenmekten söz ediyordu Mehmet. Azize'nin tatil için geldiği köyünde, bunca değişikliği bir anda kabullenmesi epey zordu. Evine dönmek istiyordu, nasıl beklerdi burada babasını? Evine, eşyalarına, okuluna, yaşlı komşusuna veda edemeden sonsuza kadar burada yaşama fikri kaygının avcunda sıkıyordu ruhunu.

Mehmet becerebildiği kadarıyla kızını kucağına aldı, sarıldı. Yarın yolculuğa çıkmak zorunda olduğunu, para kazanıp kısa sürede tekrar geri geleceğini defalarca anlattı. Eşyalarını da getirecekti. Azize ağlamaktan yorulana kadar, adeti olmadığı halde uzun uzun konuştu. "Onun yüzünden mi gidiyorsun? Evleneceksin diye mi burada kalacağız? Keşke onu hiç görmeseydik. Hiç sevmiyorum Zeynep'i! İstemiyorum onu!" Buna benzer cümleleri söyleyip durdu. Baba kız birbirlerini ikna etmeye çalıştılar ama nafile çabalarla yılgınca odanın ayrı köşelerine sinip içlerindeki uzaklara daldılar.

"Babaannen hep yanında olacak Azize, ilgilenecek seninle. Biraz özleyeceğiz birbirimizi ama çabuk geçecek zaman. Odandaki eşyaları kolilere koyup buraya göndereceğim. Cebimi parayla dolduracağım, sevdiğin çikolatalardan getireceğim."

"Ben de geleyim, beraber yapalım."

"Ah kızım ah." Sıkıntıyla iç çekti. Kolay değildi, bu kızın gözündeki sicim gibi yaşlar her şeyi daha zor hale getiriyordu. Onlara, geri döneceğini ve fazla akmamalarını anlatmak imkânsız gibiydi. "Anlatıyorum sana, evi kapatacağım. Burada okula başlaman gerekiyor. Benimle gelsen kalacak yer bulamayız sana. Güven bana, seni çok üzmeden döneceğim. Köyde dolaşırsın, Mustafa ve Yasemin arkadasın olur, Davut hocadan dualar öğrenirsin, sözlük okursun yeni kelimeler ezberlersin. Ben gelince hepsini bana anlatırsın."

"Kelime ezberlemem, kimse sözlükteki gibi konuşmuyor. Ben farklı söylüyorum kelimeleri."

"İyi ya sen sözlükteki gibi konuşursun, büyüyünce de öğretmen olursun. İstemez misin öğretmen olmayı? Sana yeni kitaplar getireceğim, hem de Almanca."

"Yasak olmayacak mı artık?"

"Hayır, ağlamadan beni beklersen artık yasak olmayacak. Belki bisiklet de getiririm sana." İhsanlarla dolu bu anlaşma, Azize'yi daha sakin, durumu da hoş görülebilir hale getirdi. Kız içini çekti. Daima babasının sözünü dinlemiş, bir çocuktan beklenin üstünde olgun tavırları olmuştu. Fakat sınırlar vardı. Geride ve yalnız kalmak Azize'nin sınırıydı. Babası bir kaç saat ortadan kaybolmaktan bahsediyor gibi görünmese daha fazla ağlardı. Adamın sesinden uzaklara gitmeyen ciddiyete bu gün yoğun bir şefkat eşlik ediyordu. "Kızım... Lütfen Azize'm. Zorda koyma beni. Sözümü dinle he mi? Yardım et bana. Gel seninle kâğıda kutular çizelim, içine de günleri yazalım. Ben gelene kadar onları sayma oyunu oynayalım."

"Sen de sayacak mısın?"

"Tabi, ben de sayacağım." Elini göğsüne koydu. "Buradaki cebimde de kâğıdı saklayacağım. Her gece kalemle birinin üstünü çizeceğim. Yakında Azize'min yanına döneceğim diye mutlu olacağım." Azize ağır adımlarla pencerenin yanına gitti.

"Baba" dedi titreyen sesiyle. "Bu gece beni daha mı çok seviyorsun?"

"O nereden çıktı?"

"Azize'm diyorsun ya, güzel söylüyorsun." Kabahatler gizli olsa da, sahipleri onları bilirdi. Zannederlerdi ki herkes bir bakıştan suçlarını anlayacak. Henüz aşikâr olmadan telafi etmek ister, yumuşatırlardı bakışlarını. Mehmet suçlusuydu bu hikâyenin. Kendi hayatının günahkârı da oydu.

"Ben... Her zaman aynı seviyorum seni Azize." Bu kız henüz büyümüş değildi ama demek ki diğer hak sahipleri kadar farkındaydı mesafelerin. Fakat bu sefer hatalarını telafi etmek için gidecekti Mehmet. Yanlışları düzeltmek için cebini dolduracaktı. Döndüğünde kızına ve Zeynep'e bir yuva hazırlamak istiyordu. Ruhunun esareti pahasına onları aile içinde yaşatacak, hiçbir çiçeği toprağından ayırmayacaktı. Almanya'da gece gündüz çalışıp, kendini unutarak para kazanıp bir ömrü çöpe atabilirdi. Fakat biliyordu ki Türkiye'de aile vardı, bir zamanlar değerini bilmediği sıcak sofralar vardı. Emek vardı, düşene uzatılan yardım eli, ezanların sesi, maneviyatın ve memleketin kokusu vardı. İnsan, kalbini hatırlatan unsurların yakınında bulununca, bastığı toprağın ve baktığı göğün aynı olmadığını anlıyordu. İyilikleri hak etmediğini düşünen adam, kızının mutluluğu için geçmişte hayal sandığı çukurlardan kurtuluyordu.

Kalktı yerinden, kızının yanına gidip önünde diz çoktu. Elini uzattı büyük bir insanla anlaşma imzalar gibi. "Anlaşıyor muyuz?" Azize hiç kaldırmak istemiyordu elini. Fakat babası lütfen demişti, kibar konuşmuştu, döneceğine dair söz vermişti, masanın üstünde yarının tek kişilik bileti vardı. Anlaşmayı tamamladı isteksiz bir halde.

"Çabuk gel ama. Kitapları ve oyuncakları da getir." Çenesi titredi sonra. Kendine hâkim olamadı. "Bay Felix'e veda edemedim. Onu bir daha göremeyecek miyim? Arkadaşlarım, öğretmenlerim!" Mehmet yılgın bir halde omuzlarını düşürdü kızın yeniden başlayan feryadına karşın. Oysa çiçekleri toprağından kopartmadığını düşünürken ne kadar da emindi kendinden.

"Yeniden gideceğiz Azize. Seni yeniden götüreceğim oraya. Ağlama lütfen, bitte weinen." Adeti olmadığı halde bir de Almanca direktif verdi kızına. "Bay Felix'e bir mesaj göndermek ister misin? Onu tekrar ziyaret edeceğini, köydeki evimizi ve bir süre burada kalacağımızı yazarsın belki." Direnmek, güçlü olmak, sabretmek, hasretle yanmak, özlemek insana hangi yaşta imtihan olurdu bilinmezdi. Henüz on yaşına basmamış Azize annesinden sonra babasından, döneceğini sandığı evinden, arkadaşlarından ve düzeninden ayrılıyordu.

Loading...
0%