Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4-|Turnam Gi̇dersen Mardi̇n'e

@zeraakgnn

Yıllar geçti sandı insanlar, oysa saniyeler, asırların maskesi ardına gizlendi Seher için.

Silahlar patlarken, Turna kayboldu.

Gitti.

Muhammed’in emaneti aranıyordu değil mi? O kayboldu.

Bir dakika altmış asra denkken, bulamadı ya Seher yavrusunu, veyl olsundu şimdi ona, tüm kınamalar onu bulsundu.

Bu kez kendi isteğiyle, yıllar sonra düştü bu ağaçtan. Turna’nın yokluğuyla sarsıldı bedeni, Turna’nın yokluğuyla kazanda pişen aştan beter kaynadı kanı. Ancak vücudu soğudu. Ve Seher kadın, yıllar sonra Muhammed’in bir kopyası olacak olan oğlunun aklında böyle kaldı; yere serilmiş, gözü bomboş göğü izleyen bir beden olarak.

Elini tutanlara göre oldukça küçük olan Turna, cihanı yakmak istedi. Yerde yatan anası için bir tek gözyaşı dökebiliyordu ya, bir tek ayaklarını yere sürte sürte adamları durdurmaya çalışıyordu ya! Tüm annesiz çocukların ahı onun üzerine olsundu, çünkü annesi için hiçbir şey yapamayan Turna’nın kendine ettiği beddua böyle idi.

Tanımadığı bu silüetler mutluydu, Turna’nın gözyaşlarına nazaran, kalıplaşmış gülüşleri vardı. Mervan ağabeyinin yakın zamanda almayı düşündüğü son model arabalardan birkaç adet vardı burada, ve Turna en öndeki siyah arabanın bir arkasında bulunan gri arabaya, az evvel Ahmet ağa ile vedalaşan ihtiyarın yanına oturtuldu.

İhtiyar, cebinden bir mendil çıkardı, Turna’nın ıslak yüzünü yavaşça sildi. Bir şefkatle, bu şefkat nasıl tarif edilebilirdi? Bir merhamet, bir sevgi, bir mutluluk vardı ortada lâkin tüm bunlar Turna’nın nezdine yalnızca zulüm olarak kayıtlıydı. İhtirasla bağırası geldi, ‘neden’ diye. Yakaladıkları Turna kuşunu, annesinin ona ulaşmak için çıktığı ağacın içine neden koyduklarını, ve Turna’yı hızla aşağıya indirip koştura koştura bahçeden çıkarma nedenlerini.
“Annem,” dedi, derken sesi titredi. Ancak ihtiyar, cümlenin devamını lüzum görmeyerek söze girdi. “Anneni kaldırdılar oğlum.”

“Annem düştü!”

“Annen düştüğü gibi kalktı.”

“Ben kalktığını görmedim!”

İhtiyar, karşısındaki asabi oğlan sebebiyle kendini geriye attı ve gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi. Bu davranışlar, bu asabiyet, bu öfke ve hırs... Her hâli oğlu Muhammed’den bir parça değil miydi? İçi hüzün, aynı zamanda mutluluk doldu. Kapatabilirdi değil mi, aradan on sene geçmesine rağmen kabuk bağlamaya bile tenezzül etmeyen yarasına bu çocuk iyi gelirdi değil mi?

Tekrardan eski konumuna döndü. Torununu kendine çekti, başını öptü önce, ardından derince kokladı. “Oğlum,” dedi aynı derinlikle lâkin, kelimesi bitmeden yüreğindeki derinlikten ağlamaya başladı.

Aynı şekilde, aynı ateşle, aynı yarayla bir sayha daha yükseldi göklere.

Çığlık çığlığa,

Çölde, evvel zamanda bulduğu altını düşürmüş çulsuz bir bedevinin çaresizliği misali,

İradesini kaybetmiş bir Mecnun misali,

Varını yoğunu, anasını babasını bir yangında, bir afette kaybetmiş ve dünyada yaşama sevinci namına hiçbir şeyi kalmamış garip misali,

Yüreği parçalara bölündü Seher kadının.

“Oğluuum!”
Çığlığı hakikatti Turna için, kapıyı açıp annesine koşması için, bu adamların annesine zulm ettiğini bilmesi için yeterli bir ahvâldi.

Lâkin beyhude idi, yüreği yansa dahi, az önce işittiklerinden sebep bu adamın onu bırakmayacağına adı gibi emindi.

Bir kez daha çığlık çığlığa, üstünü başını parçalarcasına oğlunu çağırdı Seher kadın, Turna’nın yüreği de tıpkı annesinin ki gibi parçalandı, ancak bildi, karşısında zinhar parçalara bölünmeyecek buzdan bir dağ vardı.

Annesinin feryadı hatrına tüm öfkesini bir kenara bıraktı Turna, ihtiyara döndü, “anneme bir kez sarılayım, söz döneceğim,” dedi. Lâkin dinletemedi. “Hayır,” diyordu adam. “ben seni babana götüreceğim.”

“Benim babam öldü!”

“O zaman bil ki anan da öldü!”

Tam bu noktada aralarına hiç aşılamayacak bir sınır çizildi. Bu ihtiyarın, dedesi olduğunu anladığı lahzada ısınmış gibi hisseden Turna, bu sıcaklığın yerli yerinde korunacağını ancak davranışlara hiçbir zaman tam olarak dökülemeyeceğine kanaat getirdi.
Ve arabanın çalıştığını fark etti, geride kaldı annesi, geride kaldı ömrü, geride kaldı yaşanmışlıkları, geride kaldı çığlıklar, lâkin yerinden gitmedi al yaşlar.

Turna öğrenmişti ki yanında oturan ihtiyar onun dedesiydi. Bu zengin, bu kalıplı, bu ihtiyar adam... Fakat hiç tanımasa onun merhamet timsali biri olduğunu düşünme hatasında bulunurdu. Deminden beri kendisine sarılıyor, oğlum diye bağrına basıyordu lâkin bu sıcaklık derûne işlemiyordu, kalbinde kendinden evvel annesi vardı ve bu adam, Turna’nın kalbindekine eziyet ettikten sonra, onu alıp başının tacı yapsa neydi, yapmasa neydi...

Az sonra tamamiyle kayboldu gözden geride kalanlar. Sonrasında ise, ortalığı yakıp yıkmayı hayal ettiği hâlde, yanındaki ihtiyarın kollarında uykuya dalarken buldu kendini Turna.


Aradan geçen birkaç saat sonrası ardı ardına gelen dört araba, Harirvan’ın gücünü simgeleyen Karaca konağının önünde durdu. Kısa bir süre önce kalbindeki ızdırapla, annesini geride bırakmanın acısıyla uyanan Turna gözlerinin önündeki şaşalı konağa baktı. Dedesinin gözleriyle buluştu gözleri sonra. İhtiyarın tebessümü tüm yüzünü kaplamaktaydı, gülümsemesine nazar değdirmeden konuşmaya başladı. “Herkes seni bekliyor.”

Bu adamın da bir konağı olduğuna ve herkes ona ‘ağa’ diye seslendiğine göre en az Ahmet ağanınki kadar akrabası vardı. Belki Mervan, Sina ve Mehmet ağabeyi kadar büyük torunları vardı, Emrullah bey ve Ahmet ağanın diğer oğulları kadar büyümüş, saçlarına aklar düşmüş oğulları da olmalıydı. Belki Zeynep hanıma benzeyen gelinleri, Sıla’ya benzeyen küçük kız torunları, ve Ahmet ağanın üç kızı gibi üç kızı da vardı bu ağanın.
Turna’nın aklına benzetecek başka bir aile, başka bir aşiret gelmiyordu zira.

Düşünüyordu, bu konakta da annesi gibi birçok çalışan olmalıydı öyle değil mi? Onlara her baktığında annesini mi hatırlayacaktı? Turna bu adamın torunu ise annesi de bu adamın gelini olmalıydı, o hâlde gelinini neden geride bırakmıştı? Tüm bu zenginliğe rağmen bir ırgat olarak çalışması hiç mi zoruna gitmemişti bu ihtiyarın?

Sorularının içinde boğulurken, ihtiyarın yüzüne bomboş baktığını fark etti. İşte tam da bu an göstermesi gereken çatık kaş ifadesi yerine gülümseyen bir ifade kaim oldu. Uyuyormuş gibi yaptığı birkaç dakikalık zaman diliminde, annesi Seher’e edilen hakaretleri işitmişti, fakat aynı zamanda şöyle bir düşündü; büyüyecekti, o vakit annesine kimse zarar veremeyecekti öyle değil mi?

Bu yüzden gülümsedi Turna, fikrince bu adama ve ailesine hiçbir şey belli etmeyecek ve binbir gece masallarının uzunluğuna eş bir gecede bu evden çıkıp annesini bulmaya, Ahmet ağanın konağına geri dönecekti. O gece Turna’nın büyüdüğü, Sina veya Mehmet ağabeyinin boylarına ulaştığı bir zamana denk gelecekti belki. Belki Seher kadın o zaman yaşlanacaktı, üzüntüden erkenden kırışacaktı yüzü. Ama bulacaktı Turna, yemin olsun ki bulacaktı!

Elindeki bastonu kendinden önce dışarı çıkaran Hacı ağanın hemen arkasından indi. Konağın büyük kapıları iki yana açıldı, siyah giyimli adamlar tam da arkalarında durdu. Titredi Turna, korktu, annesinin olmadığı bir zamanda ilk defa korktu. Beklediğinden de çok insan görünüyordu kapının ardında, hepsi gülümseyerek, heyecanla kapıdan içeri girecek kişileri bekliyordu.

Bir sürü çocuk çığlığı işitiyor, bu büyük gürültülerden korkuyordu. Hacı ağanın elini sıkıca kavradı, güvenmemesine rağmen, sırf dedesi olduğunu bildiği için. İçten içe mutluydu da, hep Ahmet ağanın torunlarına yaptığı dedeliğe hayran kalmamış mıydı? Hep Ahmet ağanın kalabalık ailesine özenmemiş miydi? Ahmet ağanın kızları konağa geldikleri vakit Mervan’ı, Sina’yı, Mehmet’i ve Sıla’yı ne de çok severdiler. Yeğenim de yeğenim diye yere göğe sığdıramazdılar, sofralarında bir neşe, derin bir sohbet yer alırdı ve Turna, ara sıra misafir olduğu bu sofrada sessiz fakat bir o kadar da ağıt yakan bakışlarla onları izlemez miydi?

Turna, şu dakikalarda ne hissedeceğini şaşırmıştı, net bir duruşu yoktu, annesine hakaretler eden bu ihtiyara karşı bile.
Annesinden ayrıldığı için oldukça üzgün, kalabalık bir ailenin içine girmek üzere olduğu içinse mutluydu. Lâkin buruktu, oysa bir eli de annesinin elinin içindeyken bu kapıdan içeri girseydi, ne olurdu ki..?

Hacı ağanın hareket etmesiyle o da içeri doğru adımlamaya başladı, tam bu sırada yüzü kırışmasına rağmen güzelliği yerli yerinde olan uzun ve yaşlı bir kadın onlara doğru gülümsedi. Ardından, fazla bekleyememiş olacak ki büyük adımlarla onlara doğru geldi, Turna’nın tam önünde diz çöktü. Gözyaşları yeri bulurken, Turna bu kadınla ne gibi bir bağlarının olduğunu düşünmeye koyuldu.

En az Hacı ağa kadar ihtiyar olan bu kadının babaannesi olduğu kanısına varmıştı ki, Hacı ağa bu kanıyı çürüttü. “Geçelim içeri abla,” dedi demesine de, kadın pek oralı olmadı. Sıkıca sarıldı Turna’ya, büyük bir sevinçle, başını öptü, yanaklarını öptü, bağrına bastı.
Kadının sevincine dışardan gelen ve zılgıt çalmaya başlayan kadınlar eşlik etmeye başladı bu kez, Turna ise bu mübalağa dolu sevince pek bir anlam katamadı. Hacı ağa bir kez daha ikaz edince kadın kalktı, Turna’nın boşta kalan sağ elini de o tuttu.
Ve Turna, elinin içini sıkarak doldurmaya çalıştığı anne yokluğundan zorla ayrılmak durumunda kaldı.

Şimdi annesi ne hâldeydi, aradan geçen saatler ona iyi gelmiş miydi, yoksa o da bir yastığa sarılıpta Turna’nın yerini mi doldurmaya çalışıyordu? Kimler vardı yanında, uyuyor muydu, uyanık mıydı, ağlıyor muydu, gözlerini semaya dikmiş şekilde yüreğinin feryadını mı dinliyordu, aç mıydı, susuz muydu? Turna her sevineceğinde bu sorular aklına geliyor, annesinin ağlayan görüntüsü yüreğine biniyordu. Gitmiyordu, zaman geçmiyor, Turna büyümüyordu.

Dedesi ve dedesinin ablası ellerini bıraktığında bir başka yaşlı kadın yanına yaklaştı, tıpkı dedesi gibi “oğlum,” diye bağrına bastı. Bu kadın babaannesi olsa gerekti.
Onun uzun sarılışının ve hasret giderişinin ardından daha farklı bir kadın sarıldı, sonra bir adam, sonra bir genç, sırasıyla herkes.

Henüz elini yeni bırakmış hacı ağa tekrardan kavradı, bırakmak istemiyor gibi, ayrılmaktan imtina ediyor gibi. İhtişamlı konağın içine girdiler önden, arkalarındansa avludakiler girmeye başladı zaman kaybetmeden. Ahmet ağanın içi yeşil konağına nazaran beyaz ve altın sarısı renklerle süslenmiş bu konak fazlasıyla cezbediciydi. Klimalar sonuna kadar açık olsa gerek ki, açıkta olan kolları ürpermişti. Ferah bir havası vardı, lüks koltuk takımları ve her yeri dolduran ufak tefek eşyalar dahi boğucu gelmiyordu.

Eve girdikleri andan itibaren onları yemek kokuları karşılamıştı, ve Turna bu yemeklerin kokusunu alınca ne kadar çok acıktığını fark etmişti. Elini karnına götürmesiyle de Hacı ağa torununun derdini anlamıştı.
O, sofraların bir an önce kurulması gerektiğini düşünürkense Turna’nın aklı başka yerlerdeydi. Bu sabah annesinin ona yedirdiği yemekte, içirdiği suda... Ahmet ağanın ona verdiği gofretlerde. Sabah midesine inen o yemekleri, bu evde pişen en güzel yemeğe dahi değişmezdi.

Yoldan gelenler evvela elleri ve yüzlerine su çarpmak için banyoya geçtiler. Babaanne rolünü üstlenmiş yaşlı kadın da Turna’nın kolunu tuttu, ve hemen oturup yemeğini yemesi için direkt murfaktaki çeşmeden yüzüne su vurdu. Ellerini de yıkadığında, artık içeri geçebilirdi.

Şimdi kendini tek yakın hissettiği Hacı ağayken, yokluğu sebebiyle içeri girmeye utandı. Hâla banyodaydı muhtemelen. Bir arkasına baktı, bir önüne, yani koridora. Arkasındaki kadın kalabalığı kendi aralarında mühim bir mesele konuşuyor gibiydiler. Bu yüzden onun kapıda bomboş beklediğini fark edemiyordular. Koridor ise komple boştu, tüm adamlar içeriye doluşmuştu. Muhtemelen dışarısı yakıcı sıcaklıkla boğuştuğundan gelen geçen kendini salona, yani klimanın en düşük derecede çalıştığı yere atıyordu. Klimanın çalıştığını hatırlayan Turna, ayaklarının da üşüdüğünü anladı. Ahmet ağanın bahçesinde dolanmasından dolayı kısa kol ve şortla gezinip dururdu, şimdiyse kendini kış ayında hissediyordu.
Derin bir “of!” nidası yükseldi. Kendiyle getirdiği bir kıyafeti de mi yoktu?

“Ne oldu oğlum?” Yanına endişeyle ulaştı yaşlı kadın. Geldiğinden beri ağzını bıçak açmayan oğlan yine bomboş baktı kadının yüzüne. Ne demesi gerekiyordu?

“Bir şey olmadı.”

“Eee...” dedi ne diyeceğini bilemeyen yaşlı kadın. “Gel bakalım, içeri geçelim artık.”

Yaşlı kadın, Turna’yı içeri geçirdikten sonra içeri baktı. Tüm oğulları, damatları, torunları ve daha birçok akrabası sofraya kurulmuştu. Göz ucuyla sofrada eksik bir şeyin olup olmadığını kontrol etti, gelinlerine getirmeleri gereken bir şeyi söylemesine gerek olmadığını anlayınca da kadınların oturduğu diğer geniş salona geçti.
Kadınlar için ayrılan salonla erkekler için ayrılan salonun arasında yalnızca bir perde vardı. Aile bireylerinin bir araya geldiği vakitlerde bu iki salon kullanılırdı. Haremlik selamlık misafirliklerde ise kadınlar genelde başka bir salonda otururdu.

Turna, içeri girdiği ilk an baş köşede dedesini gördü ve yanındaki boş yere oturdu. Bunun üzerine tüm bakışlar üzerine dikildi, ve sonra bir şey ima eder gibi birbirlerine baktılar. Sessizdiler, lâkin Turna, sanki ne konuştuklarını anlıyordu. Buraya oturmakla yanlış mı yapmıştı yoksa?
İhtiyara baktı. O, sanki kendisinin yanına oturmasından fazlasıyla memnundu. Gülümsemesini soldurmadan önündeki ekmeğe uzandı ve yekpare ekmeğin bir köşesini bölerek Turna’nın önüne bıraktı. İhtiyarın yemek yemeye başlamasıyla herkes yiyeceği yemeğe göre kaşık yahut çatalını seçti, ve kaşık çatal sesleri eşliğinde yemekler yenildi.

Pekâla onlar ziyadesiyle yemiştiler, fakat Turna’nın boğazından kuru ekmek dışında hiçbir şey geçmemişti. Zaten tam önündeki pilavdan bir kaşık almaya kalkıştığı lahzada da sofranın kaldırıldığını görüp kaşığı geri bırakmıştı...


Baş köşedeki geniş koltuk takımına oturdu Hacı ağa, hemen yanına da Turna’yı oturttu, diğer tarafınaysa bahçede ona sarılan ikinci yaşlı kadın, yani babaannesi olduğunu düşündüğü kadın oturdu. Turna fırtına öncesi sessizliğini sürdürmeye devam ederken etrafa baktı.

Misafirlerle doluydu ev, iğne atılsa yere düşmezdi.
Sohbetlerin odağı Turna iken kahkahalar havada uçuşuyordu, çalışan kadınlara hiç benzemeyen giyinimi düzgün, kolları altınlarla dolu olan birkaç tülbentli kadın da tatlı tabaklarını ve asitli içecekleri dağıtmakla uğraşıyordu. Genç kızlar aceleyle tabakları içeri getirirken, erkeklerin kısmına dağıtılacak tabakları büyük oğlan çocuklarına verip dağıtmalarını rica ediyordular.

“Adı nedir?” diye öne atıldı sonradan gelmiş olan bir adam. O dakika büyük bir suskunluk hükümranlığını ilan etti. Hacı ağa sustu, Turna, başını kaldırdı da baktı ihtiyara. İsmini bilip bilmediğinden şüphe ederken, ihtiyarın yüzü ekşidi.

Aklına tekrardan sorular ilişti, niçin şimdiye kadar kimse ismini sormamıştı? Niçin isminin sorulduğu anda ortam gerilmiş, herkes sus pus olmuştu?

İhtiyarın omuzları dikleşti, ağzını açtı.
“Aybars,” dedi. “Babasının pekçe sevdiği isimdi.”

Turna’nın kaşları çatıldı, anlık gelen cesaretle ayağa fırladı. Tam ağzını açacağı sırada babaannesi tarafından eli tutuldu, başı okşandı, geri oturtuldu. “Ah be kadın!” diye söylendi içinden. “bıraksaydın da iki çift lafımı dışarı çıkarsaydım!”

“MaşaAllah, adı da pek yakışmış!”

Aynı safsataları birkaç yalaka şahıs daha dile getirdi, Hacı ağa gülümseye gülümseye, başını sallaya sallaya teşekkürünü ve memnuniyetini belli etti. Ardından başka bir sohbet açıldı, tarlalardan, miraslardan, kardeşlerin bir türlü ayırmadığı arsalardan, Karaca’ların kadılık yaptığı, şeriatin ortaya konulduğu fakat yine de tüm bunları kabul etmeyen birkaç çöp şahısın bulunduğu davalar ortaya serildi.
Bunu fırsat bilen Hacı ağa, diğer koltukta oturan bir başka torununa döndü.

Turna’nın öfke dolu bakışlarından kaçırdı gözlerini,”Tüm köye tatlı dağıttınız mı?” diye sordu, çatalıyla önündeki tatlıdan bir dilim alırken. “Dağıttık dede,” diye cevap verdi genç adam.
Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra gözünü etrafta gezdirdi ve tekrar torununa döndü. “Babanla amcaların nerede oğlum?”

“Babamlar da kesilecek kurbanlar için kurban pazarına gittiler,” diye cevap verdi genç oğlan. Ve Turna’ya bakıp gülümsedi.

“İyi iyi. Hayırlısıyla bir hâlletsinler de...”

Sonra tekrardan sohbete başlandı, sürekli misafirler geldi, ilk Hacı ağayı, sonra Ravza hanım ağayı tebrik ettiler, ve Turna’nın başını okşadılar.
Konağa yakın minareden akşam ezanının sesi duyulduğunda, akrabalar dışındaki konu komşu tamamiyle dağıldı. Namazlar eda edildi, ardından Hacı ağa ve beraberindeki birkaç oğlu iki rekat şükür namazı kıldılar.

Dokuz sene önce vefat eden gencecik adamdan geriye kalmış bir emanet var imiş, ve onlar bu emanetin varlığından birkaç gün önce haberdar olmuş... Acılarını bir nebze hafifletecek, Muhammed’in yerine konulabilecek, yaralarını kapatabilecek bir emanetti bu. Şükür namazı kılmasınlardı da ne yapsınlardı?

Onlar şükür ede, Turna kendi için ayrılmış odadan mehtabı seyrede dursun,

“Geçecek mi zaman?” diye geçirsin içinden, annesini düşüne dursun.

Büyüme hayalleri kursun,

Ağabeyleri gibi olsun ve tıpkı o ağabeylerinin analarını korudukları gibi anasını korusun,

Eğer anasını unutupta burada mutlu mesut yaşarsa, bütün ahlar onun üzerine olsun,

Turna, böyle büyük bir beddua öğrenmişti işte,

Kavuşacağı güne dek unutmamak için annesini, kendine beddua ede dursun...

***

Veee bittii

İnstagram- zeraakgnnn

Kitappad- zeraakgnn


Loading...
0%