Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6-|"...Dörtnala Öfke!"

@zeraakgnn

Nefes nefese kalmış hâlde kendini odadan dışarı attı. Tüm iç savaşları, tüm barış antlaşmaları, tüm ateşkesleri... Yalnızca nefesini kesmeye yaradı

İçindeki bu bitmek bilmeyen savaş, kaç zalimden sebep ortaya çıkmıştı da bitmek bilmiyordu? Turna, şu durumda yine dışarı çıkmayı düşündü. Belki yine aynı dağın dibine giderdi, belki de kendini hayvanlarla dolu ahırın ortasına atardı da biraz uğraş bulurdu.

Boğazını temizledi, merdivenleri birer birer indi, gözleri şatafatlı salonu buldu da geri çekildi. Kadınlar, sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyordu. Anlaşılan o sesleri yalnızca Turna duymuş, o savaşta çıkan kanlar yalnızca Turna’nın üzerine sıçramıştı.

Turna bu ahvâlden ifrah olmamışçasına kaşlarını çattı. Aynı çatı altında bir o mu yanıyordu, babasının ölümünden neredeyse on sekiz sene geçmişti ancak böyle çabuk mu bitmişti meseleler? Her fırsatta öfkesini kabartırken, her dakika onu zulme yahut intikama iterken böylesine mutlu olmaları ne de acınasıydı.

İki dere ortasında kalmıştı Turna.

Fakat hangisini seçerse seçsin boğulacaktı.

Salonun önünden çekildi ve konağın kapısından çıktı. Avluda top oynayan çocuklara dahi bakmadan, bir hışımla terk etti orayı. Çocuklar evvela ne olduğunu sorguladı, ardından oyunlarına geri döndüler.

Turna, tek tek arşınladı sokakları. Etrafına baktıkça kurşun saçtı sanki. Vakit henüz öğlen olmamışken, fırsat bu fırsat diyerek tandır başında ekmek yapmaya girişmiş kadınların, yoldan geçen adamların, ağaların elinin altında çalışanların, hepsinin dikkati üzerinde toplandı da hepsi bu kurşuni bakışlardan nasibini aldı. Neyin nesiydi bu, tüm ciddiyetine rağmen insanlara mutluluk vermek için çabalayan Aybars’a neler olmuştu?

Celadet gösterisi sergilemek değildi amacı, insanlara korku saçmak değildi. Fakat imkanı yoktu, yavaşça kendini belli eden güneşin sıcağı terletmeye başladığı an sinirinin daha da arttığını anladı. Yerinde durdu, sıcak bir karabasan gibi boynuna, omuzlarına, dahası kalbinin kenarlarına işlerken daha fazla yürümenin alemi yoktu.

Kapısına ulaştığı caminin avlusuna adımladı.

Şadırvana ulaştığı vakit paçalarını kaldırdı, üstünü başını düzeltti ve abdest almaya başladı. Peygamber tavsiyesiydi ya, hiç kaçırır mıydı bu fırsatı? Öfkeyle dolup taşarken yüreği, içindeki ateşi neden su ile söndürmesindi?

Eûzü Besmele çektikten sonra abdestini aldı. Ardından iki rekatlık namaz kılıp tekrardan dışarı çıktı. Nefes verdi, hadisi hatırladı da gülümsedi.

Biraz olsun rahatlamıştı, hakikaten sönmüştü içindeki ateş!

Çok yürüdüğünü fark etti, bir konağın önünde durdu, ardından kolundaki saate baktı.

Öğlen vaktinin girmesine az bir zaman kalmıştı. Şu hâlde önünde durduğu konakta yaşayan arkadaşı uyanmış olmalıydı. Kapıya adımladı, sonra kapı açıldı, ve karşısında arkadaşının bacısını buldu. Birkaç adım geri çekildi Turna.

“Hayırlı sabahlar,” dedi ilkin. “Ağabeyin uyandı mı?” diye ekledi sonra.

“Hayırlı sabahlar ağabey. Uyandı tabii, uyanmaz mı? Çağırayım ben.”

Genç kız hızla arkasını döndü. Koşa koşa merdivenlere ulaştı. Sonra aynı hızla merdivenleri aştı. Bu sırada Turna, içerdeki hanım ağanın davet işaretiyle avluya girdi, ve oturduğu sandalyede arkadaşını beklemeye koyuldu.

“Eee... Nasılsın yavrum? Hacı ağa, ve hanım ağa nasıllar?” diye sordu, arkadaşının babaannesi.

“İyi diyelim, iyi olsun. Dedemle nenem de çok şükür iyiler. Sen nasılsın?”

Kadın, sorudan önce hâlini hatrını sorduğu kişilerin ahvâline başını salladı. Soru kendi durumuna gelinceyse gülümsedi, cevap vermek üzere ağzını açtı.

“Elhamdülillah, ben de iyiyim...” Sustu. Şüphelendirdi bu hareket.

‘Havadan nem kapma be!’ diye bir azar savurdu düşüncelerine.

Fakat kadının hâla bir şeyler söylemek istediğini anladığından sözlerinin devamını getirmesini şüpheli mimiklerle bekledi. Beklediği olmadı, kadın, aralı ağzını kapatıp önündeki cevizlere bakmayı seçti. Birkaç tane kırdı, içini açtı, Turna’ya uzattı.

Turna gülümsedi. “Ellerin dert görmesin Hacı nenem. Sağ ol!”

Kadın da aynı şekilde gülümsedi.

“Afiyet olsun evladım.”

Birkaç cevizlik ikramdan memnun olmayan hanım ağa, bir de yan tarafındaki fındıklardan bir avuç dolusu uzattı. Sonra da cebinden üç adet kahveli şeker çıkardı ve onları da ikram etti. Sofra kurulu olmadığından, Turna’nın da aceleci tavırlarından ikram edeceği hazır ne varsa önüne serdi.

Turna, ikramları cebine iliştirip teşekkürünü de ettikten sonra ayaklandı. Ardından süslü arkadaşını nihayet merdivenin başında gördü.

“Elhamdülillah!”

Parfümü baştan aşağı üstüne bocalamış arkadaşı kahkahayı bastı.

“beni, görür görmez şükürleri sıralayacak kadar seven bir kardeşimin olduğunu bilmiyordum...”

Elini Turna’nın omzuna attı, ve şakalarıyla beraber yola koyuldular.

Önce rastgele sohbet açıldı, bir kelime diğer kelimeyi beraberinde misafir olarak getirdi. Sonra bu kelimeler misafir-ev sahibi ilişkisinden ayrılıp kardeş olmaya karar vermiş olacaklar ki koca koca konular açılıverdi.

Osman’ın sevdiği kız konuşuldu, sonrasında Turna’nın hâla boş olan gönlünden söz açıldı da şakalar havada uçuştu. Konuştular, yeterince dalga geçildiğinde, kalbinin gerçek ahvâline yandı Turna. ‘olmuyor’ dedi. ‘benim şu gönlüm, bir gün olsun memnun olmak bilmiyor.’

Hak verdi Osman. ‘gönlün haklıdır, ahvâli hakikattir’ dedi. Ve yolun diğer kısmı böyle geçti.

“Yusuf emmi gelmiş, hiç söylemiyorsun Aybars?”

Uzun sessizliği bölünce Osman, Aybars kaşlarını çattı. Zira zihninde kaç olay örmüştü... Şimdi iğne de kırılmıştı, ipte kaçmıştı. Olacak iş miydi?

“Fısıltı gazetesi her şeyi hemen yayıyor zaten. Arabası köye varır varmaz gelip sana söylememe gerek var mı..?”

“Yokta... Yok tabii. Ama olmuyor böyle! Bak halan da gelmiş. Anam duyunca sana çok sinirlendi, eğer önceden haber verseydin hediye neyim hazırlayacaktı.”

Aybars alayla güldü. Sonra bu gülüşün yeterli olmadığını anladı ve daha çok güldü. Gülmek bulaşıcı derlermiş, bu bulaşıcı şifayı Osman da kaptı derhal.

“Gülme oğlum!” dedi kendi gülüşleri arasında Aybars’a.

“Uzatma Osman, geldiler işte! Zerrin teyze de bugün alsın hediyesini, olmuyor mu öyle?!”

Boğazını temizledi Osman. “Amcanı konuşuyorduk.”

Turna göz devirdi. Başını yan tarafa çevirdi, nefes verdi, bu nefes içini rahatlatmayınca tekrardan derince aldı ve derince verdi.

Sessizleşen Osman’ın bir cevap beklediğini anladı sonra.

“O da gelmiş. Görmedik daha, soluğu kayınpederinin evinde almış olsa gerek...”

Histerik bir gülüş attı ortaya Osman.

“Karısı emredince aklına gelir kendi babasının evi. O vakit uğrar size de.”

“Kayınpederinin evine yapışsın da hiç çıkmasın! Gelmemesi, gelmesinden hayırlı!”

Başını salladı ve önüne döndü Osman.

Başını çevirdi de sustu Aybars. Ezanın sesini işitir işitmez camiye yöneldiler. Öğle namazını kıldıktan sonra da, Osman babasının yanına gideceği için ayrıldılar.

Kaldı düşünceleriyle baş başa, zahirden ziyade derundeki Ağustos sıcağıyla.

Önünde uzun bir yol vardı, dedesinin yanına gitmek için yönünü değiştirdiğinden ötürü, yerdeki taşlarla daha çok muhatap olacak ve Adem oğluna bahşedilmiş düşünmek nimetinden yumuşakça yararlanacaktı yine.

Adım attı, Ağustos sıcağına yağmurlar yağdı.

Adım attı, bir miktar kar yağdı sandı da kar kılığındaki erimeye meyilli düşüncelerle içini ferahlattı. Peyderpey bölündü çözümleri sonra. Biri olmaz, ben bu işte yokum dedi, öteki, o yoksa ben de yokum dedi de kış sandığı bahara yazlar geldi.

Ömürler geçirdi kafasında, annesiyle asırlar geçirdi. Ve en son dedesinin yanında buldu kendini. Yine dedesininin dizinin dibinde.

Elleri cebinde, koca arsanın ortasında dikilmiş etrafı izleyen dedesine doğru ilerlemeye başladı. Pek zaman geçmeden, adımları, sesini duyurmaya yeltenmeden evvel fark etti dedesi. Ve baş selamı verdi. İşte, şimdi gülümsemesi gerekiyordu değil mi? Şımartılmış bir oğlan çocuğu olarak, tek vazifesi gülümsemekti değil mi?

Gülümsedi.

“Hoş geldin paşam!” Yanına varır varmaz sıkıca sarıldı Hacı ağa. Şu sıralar torununu buralarda görmek içindeki süruru dışarı vurmasına sebep oluyordu. Öyle mutlu, öyle sevinçliydi ki...

Yirmili yaşlarında göz bebeği Muhammed ile beğendiği bu arsada şimdi göz bebeğinin yavrusuyla geziyordu. Yaşadığı vakitler ne de çok plan kurmuştu bu arsanın üstüne, neler yapacaktı neler... Ve şimdi Hacı ağa, evvel zamanlar Muhammed ile kurduğu hayalleri Aybars’ın gerçekleştireceğine inanıyordu.

Ne demişti Muhammed?

“Yıllar sonra buralar epey değerlenir. İşimizi sağlama alalım. Dünyaya kazık çakmayacağız amma en azından evlatlarımıza bırakacağımız bir ekmek teknesi olsun...”

Bu sözler o zaman Hacı ağanın komiğine gitse de, şimdi oldukça mantıklı geliyordu. Başını iki yana salladı, ve gülümsemesini kaybetmeden torununa baktı yine.

“Hayırdır?” diye sordu delikanlıya.

“Bilmem, hayır mıdır?”

“Bir şey mi oldu yoksa?!”

“Ha... Yok. Ne olacak ki? Kadınların sohbetinden sıkıldım.”

Sesini yükseltmeden kahkaha attı Hacı ağa.

“Demek kadınların sohbetini dinledin... Hiç yapacağın işte değildir doğrusu!”

“E tabii, yapacak iş olmayınca insan mecbur kalıyor böyle şeylere.”

Hacı ağa, inşaat için hazırlanan arsada gezdirdi ilkin gözlerini, ardından torununa baktı.

“Gel bakalım, yapana iş çok!”

“Hay aksi!” demek istercesine surat astı Turna, fakat el mahkûm, ayaklarını sürüye sürüye peşine düştü dedesinin.

Bakışları etrafta işini yapan işçilerde gitti geldi. Şu sıcağın altında, evlerine ekmek götürebilmek için gece gündüz çalışıyordular ya!

‘helal olsun!’ diye geçirdi içinden. ‘aldıkları her kuruş para, katlana katlana geçsin ellerine!’

Çoğu üzerlerindeki gömleği çıkarmıştı, biri elindeki havluyla elini yüzünü, boynunu siliyor, bir diğeri elindeki bir şişe suyu başından aşağı döküyordu. Şimdi bu sıcağı bir şekilde atlatıyordular evet, fakat bu sıcağın bir de soğuğu vardı ya, daha bir buruklaşıyordu Turna.

Nihayet bir yerde, tam da işçilerin başında durdular. Sonra Hacı ağa torununa döndü.

“Madem yapacak işin yok, işçilerin başında dur. Ben de gidip diğer işlerimi hâlledeceğim.”

“İyi de!” Arkasını dönmüş, gitmekte olan Hacı ağanın arkasından sesini yükseltti. Dedesinin durmasını fırsat bilerek koşa koşa yanına ulaştı.

“Durup ne yapacağım?!”

“Mühendis olacağım diye gezmiyor musun ortalıkta oğlum? Öğren işte, al sana fırsat.”

“Ne öğreneceğim, tarlanın taşlarını temizlemeyi mi?”

Cevap vermedi Hacı ağa, elini ‘bir git yahu,’ der gibisinden arkasına doğru salladı ve arsanın dışında kalan arabasına doğru ilerlemeye başladı.

Turna’ya ise dedesinin emirlerine boyun eğmek kaldı. Dahası da gelmedi.

Söylendi, söylendi, ve yine söylendi. En son bu Allah’ın sıcağında ateşin üzerinden yeni çekilmiş çayı yudumlarken buldu kendini.

Üç kaşık şeker, ve neredeyse tamamı dem olacak şekilde...

“Afiyet olsun ağam,”

Yanından geçen ustaya ne diyeceğini bilemeyince, diline en yakın cümleyi seçti.

“Eee... Gel beraber olsun.”

Karşıdaki adam bunu duymadı fikrince. Zaten duymasındı da. Neye söylüyordu ki nerde kullanacağını bilmediği kelimeleri?! Üstüne bir de rezil mi olsundu..?

Bütün işçilere az evvel çay dağıtılmıştı zaten.

“Yine rezil olmaktan kurtulduk şükür.”

Son yudumu da kafaya diktikten sonra ayaklandı, ikinciyi doldurmak üzere semaverin önünde eğildi. Sonra önünü bir el kesti, bir başka bardak, semaverin önüne getirildi.

Turna ani gelişen refleksle kendini geri çekti ve bardağın sahibine baktı.

“Allah razı olsun yeğenim.”

Kaşları hayretle havalanmak üzereyken öfkeyle çöktü.

“Ecmâin olsun,” dedi adet gereği. Sahte bir sevinç gösterisi sergilemeye ise hiç yeltenmedi.

Gelmişti amca demeye bin şahit gerek olan adam. Tüm yüzsüzlüğüyle beraber, koşar adım Turna’nın dibine girmişti. Bir de sevinecek miydi yani? Nasıl da komik!

Amcası, bardağını doldurduktan sonra Turna’nın elindeki bardağı da aldı, doldurup eline tutuşturdu. Bir an fırlatası gelse de, şimdilik böyle bir vukuate ihtiyaç duymadığını anladı.

Öyle ya, gerek yoktu. Karşısındaki adam başlı başına bir vukuatti zaten!

“Hoş geldin,” dedi yine adet gereği.

“Hoş görmedim ama,” diye cevap verdi amcası.

‘ah’ diye geçirdi içinden. ‘ne adeti, ne gereği?!’

“Öyle mi..? Niye ki?”

“E bu surat ne? Hâla asık suratla mı geziyorsun yeğenim?”

‘La havle vela...’

Derince bir nefes verecek olsa ayıp mı ederdi? Yüzsüzlük abidesi olan bu adam, anlar mıydı o derin nefesin niçin verildiğini? Belki evet, belki yine evet. Anlardı, ama takmazdı. Yine konuşurdu...

“Benim sıfatım böyle!”

Elindeki bardaktan bir yudum aldıktan sonra güldü Yusuf emmi. Neye güldü, niçin güldü belirsiz. Aybars’a göre lüzumsuz...

“Muhammed’in sıfatı da öyleydi,” diye girişti.

Gözlerini yumdu Turna, bir eli çay bardağını sıkıca kavrarken, diğer eli cebinde yumruk hâline büründü.

“Bir baktı mı koca koca adamları dize getirirdi.”

Konuşmadı Turna. Bir tepki koydu ortaya, lâkin ne umursayanı gördü, ne de susanı.

“Girerdi ağaların meclisine. Bizler yaşıtlarımızla gezip tozarken, o babamın yanından ayrılmazdı. Bilirsin, ağalık en büyüğün hakkıdır. Hüseyin ağabeyim de bu görüntüden ötürü öylesine korkardı ki ağalık elinden gidecek diye,” bir kıkırtı bıraktı ortaya, eliyle ağzını kapattı.

“Laf aramızda, hepimiz Muhammed’in ağalığı ondan almasını isterdik. Hatta Davud ağabeyimin, babamın halefinin Muhammed olması için başta babam olmak üzere tüm akrabaları ikna etme girişimleri de olmuştu. Haklıydı da, Hüseyin ağabeyim ve Feride yengem bu makama kendilerini epey kaptırmışlardı. Sonrası da belli, ahan da burunları Ağrı dağına dayandı.”

Yutkundu Turna. Zibilyon kere dinlediği o olayları tekrar dinlemenin verdiği sıkıntıdan mı yoksa bu adamın niyetinden mi bilinmez, kendini bir gölün içine bırakmayı istedi. Öylesine sıcak basmıştı, öylesine bunalmıştı.

“Ondan sonra işte... Hüseyin ağabeyim hepimize küstü. Sonra yengem hastalanınca tedavi için İstanbul’a gittiler. Gidiş o gidiş, dönmedi daha.”

“Öyle mi..?”

“Öyle öyle... Ha, babanı anlatıyordum.

Sonra Muhammed, bu ağalık mevzusuna çok tepki gösterdi. Yirmi bir yaşında, gencecik delikanlıydı da aklı hepimizinkinden fazlaydı. Geleceğini ağalıkta görmüyordu. Sevmem ben öyle şeyler, diyordu. İnsanları yönetmenin zorluğundan ve onların hakkına girmeden, soyunun kanına haram bulaştırmadan nasıl yapacağını soruyor, itiraz ediyordu devamlı. Babam ise kendisini örnek gösteriyordu. ‘bak,’ diyordu. ‘bugüne kadar hanginizin boğazına haram lokma girdi,’ diye de soruyordu. Ama o da çok iyi biliyordu ki, Muhammed çok temizdi. Yönetme kabiliyeti yüksek olsa da, kendini böyle bir zorluğun altına koymazdı. En ince ayrıntısına kadar düşünemem diyordu. Ama babam kararlıydı, ağanın o olmasını istiyordu.”

“Hım...”

“Hıhım... Gel zaman, git zaman, anam tutturdu. İlla yeğenim ile evleneceksin dedi. Muhammed de senin gibi inat ya, bir sene boyunca oyaladı anamı. Yok ben şöyle iş yapacağım, yok hazır değilim, falan filan. Gönlüm de yok diyemiyor ki. Kızın aklına çoktan girmiş anam. En son kızı büyükşehirlerden gelip istediler. Kız da sosyetelere olan merakından Muhammed’i hemen unutuverdi.”

“Konu nerden o kadına geldi?”

İçindeki sıkıntı arttı. Susturmaya yeltendi, ama olmadı.

“Bak bak dinle.

Kızın evlendiğini öğrendikten sonra bir güç kuvvet geldi babana. Nihayet kurtuldum demeye dili varmazdı, onun yerine sofrada ben dile getirirdim de anam hariç herkes kahkahaya boğulurdu. ‘sıpa!’ diye yükseliverirdi anam. ‘elin süpürge saçlısını alayım da gör sen!’ diye devam ettirirdi azarını. Muhammed ise hiiç oralı olmaz, sırıtmasını soldurmazdu. Gözleri kaybolurdu sırıtmaktan, amma cevap vermezdi anama. Bir gün, Şevval ablamın kayınvalidesi geldi. Bilirsin, o da karşı köylerdendir. Bir kızdan bahsetti. Uzaktan akrabaymış... babamın akrabası. Güzel, pak, temiz. Ahlakı, edebi herkesin dilinde. Ancak anasını bir ay önce kaybetmiş, baba desen başında yok. Kardeşleri de yokmuş. Velhâsıl, epey bela varmış başında da kızın gücü yetmezmiş defetmeye.”

İleriye odaklıydı Turna, gözlerinin dolmasına müsaade etmeden yerinden kımıldadı. Onunla beraber emmisi de hareketlendi.

“Anamla beraberindekiler epey üzülmüş kızın hâline.

Yine bir akşam yemeğinde bahsi geçti. Babam, anama niye böyle dertli olduğunu sordu, anam ise kızı anlattı. O akşam Muhammed’in nasıl pür dikkat kesilip anamı dinlediği hâla en net hâliyle hatrımdadır. Anam devam etti, kıza üvey nenesi zulmedermiş. Seni ilk gelene vereceğim dermiş. Böylelerinin sonu da genel olarak bilinirdi, kendilerinden yaşça çok büyük olanlarla baş göz edilirler... Ertesi sabah biz daha yatakta namaza kalkmaya çalışıp şeytanımızla savaşırken anamlar evden çıkmış. Babamın halasını ziyarete diye, kızı görmeye gitmişler, anlaşmışlar, başlık parası da istemiş kızın dedesi. Başlık parasını da vermişler. Sonra getirmişler... Biz bilmezken, sofrada anlatılanları bile unutmuşken Muhammed’in içine dert olmuş, babamla kendi aralarında konuşmuşlar gece. Babam, aklındaki planı ortaya koyunca Muhammed bilememiş. Ahlakına bakın demiş. Namaz kılar mı, Allah’ı bilir mi? Bilmezse huyu yumuşak mıdır, yola gelir mi?”

“Bilir miymiş?”

“Gecesinde konuşmuşlar, sabahı zor etmiş Muhammed. Sonra hepimiz uyanalım diye de bahçeye teyzemin, kendini horoz sanan eşeğini getirmiş. Eşeğin sesiyle hepimizi uyandırabileceğini ummuş.

Uyandıkta, sonra ağabeylerimin bebeleri de uyandı, bir azar, bir kavga gürültü ki sorma. Sonra konağın kapısının arkasından babamın sesi duyuldu.

Kavgamızı zerre umursamayıp eşeği doyurmakla ilgilenen Muhammed dimdik kesildi. Onun o hâline güldük evet, ama sebebini anlayınca işler değişti.”

Bu adam gidince ilk işi oturup ağlamak mı olurdu? Kendini bir tenhaya bırakmak, sabaha kadar hissizce uzanmak... Elbette, kuvvetle muhtemel.

“On yedi yaşında, başına mavi yazmasını rastgele dolamış, elleri önündeki çantanın kollarında birleşmiş, titrek bir kız girdi babamla anamın hemen ardından. Bakışları yerdeydi, Muhammed’inki ise onda. Sonra anamla babamın varlığını hatırlayıp o da indirdi gözlerini. Şaşırdık, bu kızın kim olduğunu pek anlayamadık. Sonra babam hepimize içeri girmemizi söyledi, hazırlanmış kahvaltının başına oturduk. Hepimiz, bilhassa Muhammed, babamın konuşmasını bekledik. Yenildi, içildi, anlattı babam, bu sırada kız ile anam girdi içeri. Bakışları kaçamakça buldu Muhammed’i, hemen geri çekti. Olayı öğrenen bizler arasında kaş göz işaretleriyle imalar yapıldı Muhammed’e. Sabahın nurunda tepemize eşek dikip bununla eğlenen Muhammed ise, kız geldiğinden beri kalıplaşmış asık surat ifadesiyle imalarımızı umursamadı bile.

Kız, anamın yanına oturdu. Kahvaltı yapıldıktan sonra konuşmalarına müsaade edildi. Aradan birkaç gün geçti, Muhammed olduğundan fazla gülümsemeye başladı. Kenarda köşede, tek başınayken... Kız bu süreçte amcamın evinde kalıyordu tabii. Sonra evlenmeye rıza gösterdi, hemen nikah kıyıldı. Erkekler kendi aralarında, kadınlar kendi aralarında eğlendi.

Böyle işte... Böyle mutlu bir yuvamız vardı. Arada çıkan bazı sıkıntılar, ortaya gelen küslükler harici gülümsemeler kaybolmazdı yüzlerden. Sonra bir sabaha uyandık, aradan dört ay geçmiş.”

Yudumladı çayını, ‘boğazında kalsın’ dedi Turna içinden, lâkin içten değil.

“Köyün girişinde silah sesleri işitilmiş, sonra da bir hançer bırakılmış... Hançeri getirdiler babama, yüzler, ifadeler düştü. Bahar gelen eve kışlar çöktü. Kıyamet koptu sanki... İlkin Hüseyin ağabeyime bir şey yaptılar sandık, o gün telefonlar hiç susmadı. Ama mesele en büyük olan değilmiş, gözde olan imiş.”

“Yeter amca!”

“Ne yeter yeğenim? Sen her şeyi unutmuşsun! Ne yeter?!”

Turna, işçilerin bakışlarını üzerinde hissetti. Ardından bir adım, iki adım demeden uzaklaşmaya başladı amcasından. Tam bu esnada kolundan sıkıca tutuldu.

“Hem annenden, hem babandan oldun! Bakışların, birbiriyle yıllar sonra kavuşmuş gibi konuşup gülüşen anneleri, babaları ve yavruları bulduğu zaman o insanlar başlarına gelen ilk musibeti senin nazarından bilmediler mi?!”

Aybars, hırsla, öfkeyle döndü arkasını. Birkaç adım öne gelince amcası geri geri gitmeye başladı, bunun üzerine işçiler tereddütle onların tarafına ilerlemeye başladılar.

“Niye anlatıyorsun bunları amca?! Niye?! Amacın ne, kendimi hangi yükseklikten aşağı bırakmamı istiyorsun?!”

Yusuf, zerre duygu barındırmayan bir gülüş bıraktı. Olduğu yerde durdu, sanki batacakta kan saçacakmış gibi olan sözlerini biraz daha bilemek uğruna birkaç saniye sustu. Ardından, konuştu. Ama hayırlı, ama hayırsız.

“Konağa geldiğin gece uykuda ağladığın ne de çok dert olmuştu anama. Sonra sabah sebebini sorduğumuzda ananı özlediğini söylememiş miydin? Ne oldu, artık özlemiyor musun? Ne değişti, anandan ayrı kalmayı mı kabullendin, yoksa kadıncağızın tüm gözyaşlarını unutup hayatına mı odaklandın?" Susan Yusuf, bir süre beklemeyi seçti. Bir cevap gelmesini bekledi. Ancak gelmedi.

"Geceleri yüreğine dert olmasın diye bir kere bile babanın mezarına götürmediler seni! O koca konakta insanlar oturup kalktı, en çok senin yetimliğine yandılar, ama en çok senin nazarından korktular! Sen hak ettin mi tüm bunları?!"

Turna fark etti ki az önceden beri yüksek çıkan tek ses kendisininki. Zira amcası içinde biriken tüm öfkeye rağmen ne bir tık yüksek ne de bir tık alçak konuşuyor. O vakit sustu. Sesi içine mi kaçtı, yoksa sessizliği memleket mi belledi kendisine, anlamadı. Anlayamazdı da zaten, ne anlatılıyordu, ne isteniyordu kendisinden, evvela bunları bilmesi gerekmez miydi?

“Her şey unutulur da ana baba unutulmaz Aybars, çektiğin bunca acı neyeydi? Anamın, babamın akıttığı bunca gözyaşı! Hayatı ellerinden alan o haber niye geldi bizim evimize? Sen niye doğmadan babasız kaldın? Niye?!”

Durdu Yusuf, nefes verdi. Görüldü ki onun da yüreği yanmaya başlamışta gözleri dolmuş. Ve anlaşıldı ki az sonra ağzından çıkacak sözler bir felaket.

“Niye, o yılanlar yıllar sonra yerlerine dönüp huzur içinde yaşasın diye mi?!”

Aybars’ın bakışları dondu, her bir hücresi, hayatı, akışı, düşünceleri, nefesi durdu. Ardından yavaş yavaş, bir örüntü hâlinde hareket etmeye başladılar. İlkin tüyleri diken diken oldu, sonra kalbi çarptı, Ağustos sıcağında üşüdü. Sonra nefesi derince, öfkeyle indi. Bir baktı ki hızlı hızlı doluyor hava içine, lâkin hızla atan kalbine yetmiyor. Öyle hızlı atıyor ki, az sonra ölebilir. Öyle hızlı atıyor ki, az sonra damarlar bir el şeklini alıp şah damarına yapışabilir.

Kavi bir duruş sergilemek istedi, ancak bu duruş ölümü bekleyen bir ihtiyarın duruşundan başka bir şeyi andırmadı.

“Eğer, gidip gerekeni yapmazsan dökülen tüm gözyaşlarının hesabı boynuna yüklensin! Eğer gidip gerekeni yapmazsan, evlatlık vazifene de yazıklar olsun!” Bağırdı, sesi yükseldi, bu yüksek ses kalbini delip geçti Aybars’ın. “...Eğer gidip gerekeni yapmazsan... Anamın da, babamın da ahı senin boynuna olsun!”

Olabildiğince yutkundu, olabildiğince gözlerini yumdu. Öldü, dirildi, bu dirilişten bir şey anlamadı. Ve tekrar ölüme bıraktı kendini.

Aceleyle, acıyla, hırsla, ve öfkeyle, kendisine vediâ bırakılanı çıkardı cebinden Yusuf. Yüreğindeki lav denizine kendini bırakmaya niyetlenen gencin eline tutturdu sonra.

Genç, dünyayı unuttu. Tek gözyaşı, içindeki lav denizini söndürebilmek için damladı.

Genç, eline tutuşturulan kutuya baktı, yavaşça açtı, elleri titreye titreye, öfkesinin, nefesi üzerinde hakimiyet kurmasına izin vere vere, tekrar bir krize hazırlana hazırlana, kutunun kapağını yere fırlattı. Ve içinden çıkardı, etrafı gümüş işlemeli olan, her yıl bir kez daha bilenen, parlatılan, birden çok anlam yüklenilen ve şimdiye dek, yalnızca kullanılmayı bekleyeni.

Canı yandı, gözlerinin önüne annesinin siması geldi.

Ayıldı, kalbinin gürültüsü gökteki kuşları ürküttü.

Bir sağa baktı, bir sola, sonra önüne. Göremedi, karanlıktan başka bir şeyi.

Başını göğe kaldırdı, mavi sanılan göğe. Karanlık mı çökmüştü bu lahzada?

İşitmeyi denedi, uğultular arasında, duyamadı, Seher kadının sayhasından başka bir ses.

‘Ya rabbi,’ dedi kalbi. ‘ya rabbi...’ dedi tekrar. Rahatlamayı diledi.

Sesler duydu bu kez.

Konağa geldiği gün ki sevinç seslerinin tam aksini sanki. Sanki, cenazenin geldiği günü gördü.

Ravza hanım ağanın gözyaşlarının feryadını işitti,

Hacı ağanın yıkılışını gördü,

Ölümü, ölümü, ve ölümü hissetti.

Hepsini bu hançer işittirdi ona. Hepsinin görüntüsünü bu hançer ona izletti.

Ve Turna anladı,

Anladı ki bu hançer, aynı senaryoyu birilerine daha izleteceğine, ve birilerinin daha çığlıklarını içine hapsedeceğine and içmiş.


Loading...
0%