“Ah benim yapışkan kızım, evvela insanı yadırgarsın, kaçarsın; sonra çam sakızı gibi öyle bir yapışırsın ki,” gözlerim otobüsün camından dışarıya kayarken aklımda babamın bana bu satırları söylediği an canlanıyordu.
“Yağ satarım bal satarım. Ustam ölmüş ben satarım,” diye arkadaşlarımın etrafında dönüyorum. Lojmanda en sevdiğimiz oyun buydu. Zambak zumbak… en çok bu oyunda eğlenirdik. Tabi bu oyun dışında oynadığımız birçok oyun vardı: saklambaç, körebe, mendil kapmaca, ebelemece, beştaş, misket… Elimdeki mendili yüzünü unutmaya başladığım en yakın arkadaşım Sevil’in arkasına bırakıp tekrar koşuyorum. Sevil ile yeni tanışmışız. Ama ilk yadırgamıştım, sevmem demiştim. Yaşım sekiz aklım on sekizdi mübarek. Arkadaşlarımın Sevil’e bakıp güldüğünü görüyorum. Sevil arkasına bakıyor ve ayağa kalkıyor. Aklımda tek kalan simsiyah saçları ve gözlerinin olmasıydı. Uzun mu kısa mı, gülüşü nasıl, sesi nasıl, gözleri nasıl hatırlamıyordum. Tek bildiğim gözlerinin ve saçının rengi. Sevil beni kovalıyor. Bende ondan kaçıyorum. Ve beklenen son geliyor. Açılan bağcığıma takılıp yere yapışıyorum. Küçükken ,küçük dediğim on bir yaşıma kadar, bağcıklarımı bağlayamazdım. Ve kaçınılmaz son olmuştu. Yere sülük gibi yapışmıştım işte. Sevil yanıma geliyor hemen. Ellerimden tutup kaldırıyor beni. Üstümü düzeltiyor, tozları siliyor. Yüzünde sinirli bir ifade var gibi. Ama eğlenen bir ifade gibide duruyor. Gözleri bağcıklarımı buluyor. Eğilip bağlıyor. “Şunları da bir bağlayamadın gitti!” diye çıkışıyor bana. Kaşlarımı çatıyorum. |
Bunları da beğenebilirsiniz
|
0% |