57. Bölüm

38 bölüm part 2

Avin Mirza
avinmirza12

Elif'in çığlığı tüm evi inletiyordu; deyim yerindeyse duvarlar titriyordu.

O can çekişirken, kocası Kerim sanki işin uzmanıymış gibi dudaklarını büzüp akıl satıyordu:

 

"Bak güzelim, çok basit. Önce derin nefes al, bir iki ıkın, sonra bırak. Bak, böyle işte..."

 

Elif gözlerini devirdi, dişlerini sıkarak bağırdı:

"Ahhh! Çok biliyorsan gel sen doğur!"

 

Kerim geri adım atmadı; gayet ciddi bir yüzle devam etti:

"Güzelim, sinirlenme. Sonra bebek inat ediyor, çıkmıyor. Sakin olursak işimiz kolaylaşır."

 

Elif terden sırılsıklam olmuştu, saçları yüzüne yapışmıştı. Yanındaki kadınlara bakıp nefesi kesik kesik fısıldadı:

"Allah aşkına, şu adamı alın başımdan!"

 

Kadınlardan biri hızla Kerim'i kolundan çekiştirdi, ama o hâlâ konuşuyordu:

"Bak, üstten nefes al, alttan ver, sonra bebek hop diye"

 

Elif'in bağırtısı o an patladı:

"Allah seni bildiği gibi yapsın Kerim! Nasıl koyduysan öyle çıkart!"

 

Odanın içindeki kadınlar bir an donakaldı.

Biri elindeki leğeni düşürdü, diğeri kahkahayı bastı.

En yaşlısı alnını çaprazlayıp "Tövbe estağfurullah!" diye söylenirken, genç olanlardan biri kahkaha atmamaya çalışıp ağzını mendille kapattı.

Bir diğeri Elif'in başına soğuk su serperken fısıldadı:

"Abla, vallahi haklısın ama biraz sabret, çıkartacaklar şimdi!"

 

Kerim, herkesin kendisine güldüğünü fark etmeyip hâlâ ciddi ciddi elini havaya kaldırdı:

"Ben aslında yardımcı oluyorum..."

 

Oysa onun tüm derdi, Elif'in tuttuğu hıçkırığı korkutup geçirmeye çalışmaktı.

Ama bunu yaparken, karısının gerçekten doğuracağını aklının ucundan bile geçirmemişti.

 

Kerim salonda bir o yana bir bu yana giderken El Elif'in çığlıkları kesilmiş odanın kapısı yavaşca açıldığında ebe kadının elinde iki bebekle geldiğini gördüğünde .

 

Kerim, şaşkınlık ve kafa karışıklığı içinde sanki dediği çok matıklıymış gibi:

"Ee... bu iki tane de komşuda mı doğurdu?"

En son kadınlar akşamdan bu yana kutupları kahkahaları bırakmışlardı onlar bu duruma gülerken .

Artık elif dayanamamış:

 

"Kerim rabbim senin beynini bu bebeklere mi verdi

 

Çocuklardan sonra çalışmaz oldu çünkü "

 

࿇࿇☾࿇࿇☾࿇࿇☾࿇࿇☾࿇

 

Bir varmış, bir yokmuş...

 

Kanadı kırık bir kadının öyküsü,

 

dilden dile dolaşmış;

 

Mezopotamya'nın sarı topraklarında yankılanmış, dağların arasından süzülerek ovaya inmiş. Rüzgârın taşıdığı her nefeste, insanların diline şu söz konuk olmuş: "Sevdaya en çok yakışan şey şefkattir."

 

Aziz Ağa, kalabalığın ortasında dimdik duran kürsüye bakıyordu. O kürsüde, sesi titreyen ama kalbi dimdik duran karısı konuşma yapıyordu. Kadının sesinde, yılların çilesinden süzülüp gelen bir gurur vardı. Aziz'in gözleri, kalabalığın üstünden gökyüzüne kaydı. Gökyüzü, Mardin'in üstüne mor, turuncu ve kızıla çalan bir örtü sermişti sanki. Dudaklarından, yılların yükünü taşıyan ama çocukça masum bir dua döküldü:

 

"Şükürler olsun... Rabbim sana binlerce kez şükürler olsun."

 

O anda kalbinin taş duvarları yıkılmış gibiydi. İçinde yıllardır kilit altında kalan korkuların ve törelerin sesine mahkûm olmuş bir çocuk zincirlerini kırıp dışarı çıkmıştı.

 

O çocuk, yalnızca bir hafta önce, yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı hayaline kavuşmuştu: Öğretmenlik.

 

Aziz'in yüreğinde hep bir ateş yanardı. Küçük yaşlarından beri hayali belliydi.

 

Bir köy odasında elinde kalemle öğrencilerin gözlerine bakmak, onlara okumanın tadını aşılamak isterdi.

 

Ama babası Ali Ağa buna hiç izin vermemişti. Her seferinde aynı sözler Aziz'in kulaklarında yankılanırdı:

 

"Sen öğretmen değil, ağa olacaksın."

 

Her defasında Aziz'in gönlüne bir hançer saplanırdı. Ama o yılmadı. Gündüzleri çalıştı geceleri kitaplara sarıldı.

 

Okudu, mücadele etti, direndi. Sonunda öğretmen olmayı başardı. Lakin kader, diplomasını eline vermeden kapıyı yüzüne kapattı. Babasının gölgesi, koca bir dağ gibi önünde duruyordu.

 

Bir gün geldi ki Aziz, o dağın karşısına dikildi. Sesindeki titreme korkudan değil, kalbinde saklı duran inattan doğmuştu.

 

"Senin derdin benim öğretmen olmam değil, Ali Ağa! Senin derdin; törenizin, hırslarınızın kurbanı olmayacak evlatlar yetişmesidir. Sen bir ağa değil, katil istiyorsun. Lakin ben çocukların eline sizin gibi silah vermem. Çocukların eline tek yakışan şey kalemdir!"

 

O an Aziz'in gözlerinde parlayan kararlılık, babasının bakışlarını delip geçti. Yıllardır kalbine zincir vuran törelere, gölgelere meydan okuyan bir ışık vardı orada.

 

Ali Ağa'nın hükmü, silahların gölgesi, kanın soğuk sesi... Hepsi Aziz'in hayallerinde tuzla buz oluyordu.

 

Lakin hayat kolay değildi. Aziz, inşaatlarda çalışmaya devam etti. Ellerindeki nasırlar, hayallerinin bedeliydi.

 

O parmaklar, kerpiç taşırken de kalem tutar gibi titremiyordu. Kazandığı haftalıkları biriktirdi karısının üstüne kitap alabilmek için cebinden son kuruşunu verdi.

 

Belki evinde bir lokma ekmek bile kalmadığı günler oldu, ama Aziz'in yüreğinde dünyaları taşıyacak kadar büyük bir sevda vardı.

 

Bir gün kapısını çalan bir avukat, kaderin yeni bir yolunu açtı. Aziz Ervaji'nin avukatıydı bu.

 

Yaşlı adam, vefat etmeden önce bütün mal varlığını Aziz'e bırakmıştı.

 

Belki de, ölmeden önce yüreğinin yükünü hafifletmek istemişti. Onun tek bir arzusu vardı:

 

"Sevdiğim kadının toprağının üstüne, bir avuç toprak atılsın."

 

Ömrü boyunca kavuşamadığı sevgisini, hiç değilse toprağında kucaklamak istemişti.

 

Aziz, ölüm döşeğinde yatan dostunun isteğini, tereddüt etmeden yerine getirdi.

Telefon açtı son nefesini verirken bile sevdayı unutmayan adamın vasiyetini onurlandırdı.

 

Miras, Aziz'in ellerinde bir ağırlık değil; bir merhamet kapısı oldu. O mallarla Mardin'de okullar yaptırdı.

 

Her okulun kapısında Aziz'in adı yazılıydı ama gerçekte o okullar sevdanın ve hayallerin adıydı.

 

Aziz hayalini kendi elleriyle yaşatamadı belki; ama çocukların elinde yükselen her kalem, onun yüreğinden doğdu.

 

Aziz'in bilmediği bir başka hakikat daha vardı.

 

Yalnızca o değil, rahmetli dayısı Devran Ağa da sevdanın ne olduğunu bilen adamlardan biriydi.

 

Xece Hanım uğruna canından olmuştu Devran.

 

Sanki başına gelecekleri hissedermiş gibi, Mardin, Diyarbakır ve Urfa'daki birçok mülkünü kardeşinin üstüne devretmişti.

Bu sır

yıllardır gölgelerde saklıydı. Bunu bir tek Ali Ağa ve onun avukatı biliyordu.

 

Xece Hanım'dan bile gizlenmişti. Ali Ağa'nın elinde tuttuğu birçok mal mülk, aslında Xece Hanım'a aitti.

 

O gün kalabalığın içinde Ayşe gözlerini gezdiriyordu. Yüzlerce kişinin arasında tek bir bakış arıyordu: Aziz'in gözlerini.

 

Sonunda buldu Elinde tuttuğu diplomanın kenarlarını sıktı, kürsüde dimdik durdu. Bir an sessizlik çöktü meydana. Herkes kadının ağzından çıkacak kelimelere kilitlendi.

 

"Benim elimde tuttuğum bu diploma," dedi, sesi meydanı dolduracak kadar berraktı.

"benim başarım değil. Bu kâğıt, benim özgürlüğüm. Ve burada, hepinizin önünde... bana uçmam için gökyüzünü bahşeden adama teşekkür etmek isterim."

 

Kalabalık nefesini tutmuştu. Ayşe'nin gözleri, Aziz'in bakışlarında asılı kaldı. Yılların acısı, inadı ve sevgisi birleşti orada. Kadın devam etti:

 

"Sen... ayağıma bağlanmış en güzel prangasın. Ve unutma: kırlangıcın kanadı, Aziz'in kolları."

 

Meydanın ortasında derin bir uğultu yükseldi. Kimileri gözyaşlarına boğuldu, kimileri başını gururla salladı. Aziz'in kalbi, o an göğsünden taşacak gibi çarptı. Hayali yarım kalmamıştı artık; Ayşe'nin ellerinde yeniden doğmuştu.

 

Ve Aziz Ağa'nın gözlerinin pınarından bir ırmak firar etti, yanaklarından boynuna doğru süzüldü. Gururluydu. Sevdiği kadın,

ilk dönemi birincilikle bitirmişti.

 

O an anladı ki hayaller bazen tek başına değil; iki yürek birleşince gökyüzüne kavuşuyordu.

 

Bölüm : 28.10.2025 23:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...