Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.bölüm

@hellomonstarx

Sıcaklığını üzerimize kusan öğle güneşinin altında, mantığımın düşünlerime açtığı kanlı bıçaklı savaşın ortasında, yetim kalmış duygularla bir başınaydım. Her yanım kırık dökük, her yanım yara bereydi. Sanki göğü güneşe devreden ay üzerime devrilmişti. Öyle bir ağırlıktı ki, kemiklerimi inim inim inletiyordu. Buradaki sekizinci günümdü. İçimde yanan ateş sönmek bilmiyor, onun hınzır suretini gördükçe benzin döküyordu üzerine. Git gide büyüyordu on beşimde yüreğime düşen nefret tohumları. İçimde büyüyen bir tek nefretim ve öfkem de değildi, ateşimi körükleyen, yangınıma ağaç gibi devrilen hasretin burukluğu da git gide büyüyor acımasızca geçiriyordu asi pençelerini yüreğime.


Özlüyordum...


Camın ardından bile olsa okuldan sonraları gizli saklı ziyaret ettiğim abimi...


Onu öyle çok özlemiştim ki...


O, sırtımı yaslayabileceğim bir ağaç, yüreğimi açabileceğim güvenilir bir sırdaştı. Abim benim ailemdi. İkimizde aile baskısıyla büyümüştük, ancak en çok üzerine gidilen abim olmuştu. Ne kadar çabalarsa çabalasın anne ve babamın gözüne değmiyordu elde ettiği başarıları. Daha çok diyordu babam, daha başarılı olmak zorundasın. Bizimle ettiği iki kelam lafın arasına, şirketin tüm yükünü abimin omuzları üzerine bırakacağını sıkıştırıp abimi her defasında bastırırdı. Bizim hayallerimizin onlar için hiçbir önemi yoktu. Onlar ne derse oydu. Bize soru sorulmadıkça, yuvamız bildiğimiz mahzende konuşmamız bile yasaktı. Her zaman ağır başlı, efendi ve ciddi olmalıydık fakat kendimizde asla ezdirmemeliydik. Ancak bu şekilde davranırsak saygın insanlar olabilirdik. Küçüklüğümüzden beri bu böyleydi. Dinle ve söyleneni yap. Sana soru sorulmadıkça konuşma. Düzgün otur, cıvıma. Çocukluğumuz böyle yitip gitmişti avuçlarımızdan, tutamamıştık, yaşayamamıştık. Ailecek iki kuruş için satmıştık gerçek benliğimizi.


Bazı zamanlar annemizin bağrından kopup gelen şefkatin yudumlarını aç gözlülük yapmadan birbirimizle paylaşır, içimizde ukte kalan sevgi açlığını, babam şirketteyken annemize bir bahane uydurarak yaptığımız kaçamaklarla doyururduk.


Bazen deniz kenarına giderdik, denizi seyrederken bize hiç sorulmayan hayallerimizi anlatırdık birbirimize. İkimizin hayallerinde de birbirimizden kopmak kat'iyen yoktu. Elini şefkatle omuzuma koyardı gün batmaya yeltenirken.


Turuncu elbisesini giyinen güneş karşımızda diz çöktüğü zaman başımı abimin göğsüne yaslardım. Güven kokardı o. Babamdan görmediğim sahiplenmeyi, annemden alamadığım sevgiyi, abim kat ve katını avuçlarımın içini doldurup taşırarak veriyordu. Masallar anlatıyordu çoğu zaman içimdeki yarım kalmış çocuğa. Annemden bir kez olsun duyamadığım peri masallarını, sırf gülümseyeyim diye başımı dizlerine yatırıp uydurduğu masalları duymayı öyle çok özlemiştim ki. Şimdi hiçte rahat olmayan bir sedye yatağın üzerinde bir ölü gibi yatıyor oluşu içimi parçalıyor, ruhumu liğme liğme ediyordu.


Narindim, kırılgandım, sevgiye muhtaçtım ben. Abim gibi zorluklara göğüs geremiyordum. Duramıyordum dimdik ayakta, yalpalıyordum her defasında. Babamın azarlamalarına dayanamayıp sinir krizleri geçiriyorken, ne annem ne de babam 'Ya kendine zarar verirse' diye düşünmüyordu, beni bir başıma bırakıp gidiyorlardı. Ama abim öyle miydi? Sindiğim duvar kenarına çöker avuçlarıma geçirdiğim tırnaklarımı etimden ayırarak sıkıca tutardı elimi. Bırakmazdı beni yalnız başıma. Kimse dolduramazdı onun bendeki yerini. Onun yeri kalbimin en derinindeydi.


Hani kız çocuklarının ilk aşkı babaları olur derlerdi ya.


Kat'iyen yalan!


Benim ilk aşkım babam değil, abimdi.


Ve o şimdi, tıkıldığı bir hastane odasında tam iki yıldır uyuyordu. Belkide utanıyordu gözlerini açmaya, hatta belkide böylesi işine geliyordu. Anne ve babamın azarlamalarını duymuyordu artık ne de olsa orada. Yinede uyanmasını ve bana 'Bir gün seni alıp dünya turuna çıkaracağım' demesini çok istiyordum. Canımdan çok istiyordum. Kurduğumuz uçuk hayalleri bile o kadar çok özledim ki...


İçimi kavuran ateşle birlikte saatlerdir oturduğum banktan ayaklandım. Harabeye dönmüş zihnimin üzerini, üzerime devrilen ayın karanlığıyla örttüm. Şimdi zihnim zift karası, aysız, yıldızsız kapkara bir gökyüzünden farksızdı.


Ceketimin eteğinden tutarak üzerimi düzeltip, yüzümü örten saç tutamlarını kulağımın arkasına ittim. Bugün fazlasıyla moralsizdim. Abimi özlemiştim. Onu görmek istiyordum. Özlemle tekleyen kalbim, nefesimi keserken iç çektim.


"Şşt, gamzeli." Ardımdan gelen sese eşlik eden ayak sesleri yakınımda kesilirken, hışmla saçlarımı savurarak arkamı döndüm, savrulan saçlarım bir adım ötemde dikilen çocuğun yüzüne çarpmıştı. Yüzünü canı acımış gibi buruştururken, sol elini gözünün önüne kapattı.


"Lan! Kör oldum galiba!" Kendimi tutamayıp güldüğümde, o da gülmeye başladı. Az önce acıyla buruşturduğu yüzü gevşeyip yumuşarken, sağ elini bana doğru uzattı.


"Ben Mert," dedi sırıtarak. Uzattığı elini sol elimle tutup hafif sıkarken, "Melisa," diyerek karşılık verdim. Parmaklarının sardığı elimi avucunun içinden kurtarıp, ısrarla yüzüme düşen saç tutamlarını parmaklarımla geriye savurdum.


"Memnun oldum Melisa." Sözlerine karşılık çehreme yapıştırdığım sahte tebessümü yollarken, koşarak Mert'in yanı başında biten sarışın kıza meraklı gözlere baktım. Mert'in kolunu koparmak istercesine büyük bir güçle asılıp kendine doğru çekerken gözleri ateş püskürtüyordu. Mert'in kulağına doğru dişlerini sıka sıka bir şeyler tıslarken, etrafta gezinen birkaç öğrencinin meraklı bakışları üzerimize doğru çevrildi. Daha çok onların üzerine...


"Arda nerede!"


"Bilmiyorum, buralardadır. Ne oldu? İyi görünmüyo-" Cümlesini tamamlanmasına izin vermeden Mert'in kolunu serbest bırakıp arka tarafa doğru koşmaya başladı.


"Yonca, bekle!"


Vakur bakışlarımı benden uzaklaşan iki bedenin üzerine dikerek, bankların birine oturmak üzere olan Arda ve birkaç şakşakçı arkadaşını, kollarımı göğsümün altında bağlayarak seyredurdum.


Yonca, tıpkı az önce Mert'e yaptığı gibi parmaklarıyla Arda'nın koluna tutunarak sinirden deliye dönmüş gözlerini Arda'nın siyaha kaçan koyu kahve gözlerine umarsızca dikti.


Olan bitene anlam veremeyen meraklı gözler, üzerlerine dikildiğinde Arda, gözlerine çektiği tehditkar ifadeyi onlara bakan tüm gözlerin üzerinde gezdirdi.


Tedirgindi.


Koyu kahve gözlerini neredeyse ağlamak üzere olan Yonca'nın kızarmış yüzüne çevirdi. Araladığı dudakları huzursuzca kıpırdandı.


"Ne oldu?"


"Odama kadar girmiş! Her yeri dağıtmış, iç çamaşırlarıma kadar her yeri!"


Düz bir çizgi halini alan dudaklarım, duyduklarım karşısında ahla bir gülüşe kucak açarken, telefonumun ekranını açarak on yedi dakika önce bildirim kutuma düşen mesajın üzerine tıkladım.


"Biz hazırız, başlıyoruz güzelim."


Bakışlarımı telefon ekranından kaldırıp karşımda deliye dönmüş bir vaziyette tartışan Arda, Yonca ve Mert'e çevirdim. Nasılda korkmuş görünüyorlardı. Fakat bilmiyorlardı, bu yalnızca bir başlangıçtı, onlara bugünlerini mumla aratacak, yangının ortasında çırılçıplak bırakacaktım.


Avucumun arasında titreyen telefona tekrar bakışlarımı düşürdüm.


"Her şey istediğin gibi oldu güzelim."


Çehreme yayılmak isteyen tebessüme direnerek kendimi sıktım.


Saatlerdir üzerime sıcaklığını kusan güneş, üzerime halsizlik tohumlarını serpmişti ve ayakta durmakta zorlanıyordum. Bir an önce kendimi yatağımın serin çarşafları arasına almak ve uyumak istiyordum. Telefonun ekranını karartıp yurda doğru döndüm. Gözüme ağır ağır inmekte olan karanlık perde, dengemi alt üst etmeye, gözlerime geceyi öretmeye başlamıştı. Olduğum yerde durmaya, bedenimi sakinleştirmeye çalıştım fakat bir fayda etmedi. Yer sanki ayaklarımın altından çekiliyormuş gibi yalpalanarak etrafa savrulan zayıf bedenim yere yığılmak üzereydi. Sağ elimi başımın üzerine yaslayarak gözlerimi kapattım, genzimde hissettiğim metalik tat boğazımdan aşağıya inerken, sanki ruhum bedenimden ayrılmış gibi yere çakıldım. Bilincim henüz tam anlamıyla kapalı değildi ve koşarak baş ucuma çöken bir bedenin korkmuş aurası bedenimi çabucak sarmalamıştı.


"Melisa, ne oldu?


Aç gözlerini.


İyi misin?


Melisa!


Beni duyabiliyor musun?


Serdar, ne bakıyorsun lan aval aval. Yardım etsene oğlum revire götürelim."


Duyduğum son cümleler bunlar olmuştu. Sonrası derin bir karanlık ve fırtına habercisi sinsi bir sessizlikti.


🎐🎐🎐


Bir zamanlar safderun olan benliğimin alnına dayatılan kirli namlu, kurşuna gerek kalmaksızın çepel duyguları oluk oluk akıtıyordu damarlarıma. Bu duygular damarlarımda gezinerek zamanla katran karası bir sıvıya dönüşmüştü. İçimde biriken kin, nefret, öfke hiç sönmeyecek olan bir yanardağı oluşturuyordu. Nefretim, dağın içerisindeki lav, öfkem lavımı kaynatan ateş ve kinim dünyayı zehirleyen siyah dumanlardı. Ben bir volkandım ve patlamaya hazırlanıyordum. Sadece biraz daha zamana ihtiyacım vardı.


Daldığım o derin uykunun mahmurluğunu henüz üzerinden atamayan, ağırlaşmış göz kapaklarım yorgunca kıpırdandığında sanki buğulu bir camın ardından etrafa bakıyormuşum gibi bulanık görünen beyaz tavan, bir karanlığa gömülüp bir aydınlığa kavuşuyordu. Başımda, sanki birileri birkaç dakika arayla derime iğneler batırıyormuş gibi keskin sızılar hakimdi. Boğazım kupkuruydu ve yutkunmakta fazlasıyla zorlanıyordum. Bulduğum yerden kıpırdamaya çalıştım. Her yanım ağrı, sızı içindeydi ve gözlerimi kapatsam saniyesinde uykuya dalacak haldeydim.


"Uyandın mı?" Bu gereksiz soruyu bakışlarımı etrafta gezdirerek yanıtsız bıraktım. Adlarını bilmediğim sağlık araç gereçleri ve ilaç kutularıyla dolu beyaz tonunun cılkının çıkarıldığı odayı göz ucuyla süzdüm. Yattığım yatakta doğrulup sırtımı arkaya yasladığımda anca fark edebildiğim seruma bıkkın bir ifadeyle baktım.


Israrla benimle konuşmaya çalışan beyaz önlüklü kırklı yaşlarında gösteren kadına ciddiyetle baktım.


"Korkulacak bir şeyiniz yok Melisa Hanım." Kadının bakışları ardına çevrilirken, benimkilerde onları takip etti.


Mert.


Hangi mevkide olduğunu bilmediğim beyaz önlüklü kadının dudakları iki yana kıvrılırken, beyaz dişlerine taktığı kelepçeleri gün yüzüne çıkardı.


"Mert bey, kapıda durmayın lütfen. İçeri girin."


Melisa Hanım?


Mert Bey?


Neden bir anda kendimi evliymiş gibi hissetmeye başladım? Sanki ben evliymişimde ben hariç herkes biliyormuş ve ben daha yeni öğreniyormuşum gibi aptal bir ifade yüzümde hakimdi. Tamam. Çok saygın bir okulda okuyor olabilirdik, fakat Allah aşkına daha on yedi yaşındayım ve bu kadın kurduğu cümleleriyle kendimi evli bir kadın gibi hissettiriyordu.


Rahat tavrından ödün vermeden içeri giren Mert birkaç adımda yakınıma gelirken gözleri gözlerimi buldu.


"İyi misin?" Kuruyup birbirine yapışan boğazımdan dökülmeyeceğini bildiğim kelimeleri yutkunarak yok ederken başımı evet dercesine salladım.


Mert'in bir anlığına ciddiyete bürünen çehresi, ayak ucumda dikilen kadının üzerine çevrilirken, arkama yaslandım.


Mert, "Neden birden bire bayıldı?" diye sorduğunda,


Kadın, "Endişelenecek bir durumu yok, başına güneş geçmiş sadece. Serumu bitince çıkabilir." diyerek yapmacık bir gülümsemeyi yüzüne yapıştırıp, kendisi için hazırlanmış odaya girip gözden kayboldu.


🎐🎐🎐


Saniyeleri saydığım o zaman diliminde, bakışlarını boşluğa dikmiş derin düşüncelerle boğuşan Mert'in sinirle kasılan yüzünü inceledim. Okyanus yeşili gözlerini çevreleyen uzun siyah kirpikleri, elmacık kemiklerinin üzerine gölgesini düşüyordu. Yanağının üzerine serpilmiş birkaç küçük beni, farkında olmadan sıktığı dişlerinin oluşturduğu oyukta gündüz vakti çıkagelen yıldızlar gibiydi. Ahım şahım bir görüntüsü yoktu fakat yinede çekiciydi. Alnının yarısını örten dağınık siyah saçları dalgalıydı.


Düşünüyordu.


Tıpkı diğerleri gibi...


İçinden çıkmaya çalıştıkça, daha dibe batacakları bataklıktan kurtulmanın yolunu arıyorlardı. Bunu gözlerindeki hırstan açıkça görebiliyordum. Bugün Arda Gürdal ilk sert darbesiyle birlikte, yaklaşan tehlikenin ilk ipucunu da almıştı.


"Mert."


Kasvetle dolup taşan hareleri dakikalar sonra gözlerimle buluşurken, kendini toparlamaya çalıştı.


"Serum bitti. Çıkarmasını söyler misin?" tebessüm ederek ayaklandı. Kadın için ayrılmış odanın kapısını tıklatırken aklı hala meşgul gibiydi. Başımı ardıma yaslayarak gözlerimi kısa bir an için yumdum.


Acaba Arda Gürdal şu an ne haldeydi?


Sinirlenip, öfkelenmiş miydi?


Kolumda hissettiğim sızıyla gözlerimi araladığımda, beyaz önlüğünün yakasına iğneyle iliştirilmiş yaka kartındaki isme dikkat kesildim.


Gonca Karasu.


Bakışlarım kadının yaka kartından yukarı tırmanarak kıvrışmaya yüz tutmuş çehresine uzandı.


İğnenin damarlarım üzerinde açtığı küçük delikten sızan uğursuz kırmızı sıvıyı, bir parça pamuk ve bant yardımıyla kestiğinde, dakikalardır kelimelere düşman kesilen dudakları kıpırdandı.


"Pamuğun üzerine baş parmağınızla birkaç dakika baskı yapın Melisa Hanım. Çıkabilirsiniz." Başımı sallayarak yataktan kalkmaya yeltendiğim sıra Mert ayaklanıp kolumdan tutarak destek oldu.


Revirden çıkıp sönmek üzere olan ikindi güneşinin altında yürürken üzerimden atamadığım halsizliği bahane ederek Mert'in koluna girdim. Koluna girmem onu mutlu etmiş gibi görünüyordu. Zira yüzüne taht kuran bu tebessümün bir başka açıklaması olamazdı. İyiden iyiye sıcaklığını düşüren güneş üzerimize gölgesini sererken, boğazımın kuruluğu gittikçe rahatsız edici bir boyuta ulaşıyordu. Boşta kalan elimi boğazımın etrafına sararak öksürürken, önüme düşmekte ısrarcı olan asi saçlarım yüzümü çevreledi.


"Mert," dedim arkası kesilmeyen öksürüklerin arasından.


"İyi misin?"


"Su, su alsak iyi olacak."


"Tamam, sen şurada otur. Ben hemen geliyorum." Boş bankların birine oturmama yardımcı olup koşarak uzaklaşan Mert'in ardından kulaklarımı dolduran müziğin tiz sesiyle irkildim. Sanki başımdan aşağıya buzlu su dökülüyormuş gibi hissetmiştim. Elimi ceketimin cebine atıp cep telefonumu çıkarırken, bedenim sızım sızım sızlıyordu. Zayıf bir bünyem vardı, çok çabuk hastalanıyordum.


Telefonu kulağıma yaslar yaslamaz aşinası olduğum ahenk dolu sesi ruhumda çiçekler açtırdı.


"Sevgilim."


"Efendim sevgilim?"


"İyi misin? Birden düştün, yanına gelmek istedim gelemedim, çok korktum."


"İyiyim ben, endişelenme. Hem bugün kusursuz bir iş çıkardın sevgilim bunu bir kadeh vişne suyuyla kutlamalıyız." Onu göremediğim halde dudaklarının iki yana kıvrıldığını hissettim. Onu gülümsetebilmek benim en büyük mutluluğumdu. Abimden sonra içimdeki çocuğu iyileştirmeye çalışan tek kişi oydu.


"Daha yeni başladık sevgilim, bu yalnızca başlangıçtı." Gülümsedim. Ona planımı ilk anlattığımda tek istediğim beni anlayışla karşılayıp işime karışmamasıydı, fakat o bunu yapmayıp beni şaşırtacak planıma destek olacağını ve yardım etmek istediğini söyledi. Ona o gün bir kez daha aşık olmuştum. Abimin yokluğunda kimsesiz kalan kalbimin ellerini tutmuş, sıcak bağrına şefkatle basmıştı. Onlu anıların görüntüleri dudaklarımda gezinirken, Mert'in her an gelebilecek olması düşüncesi, yüzümde yeşeren gülüşün tam kalbine kirlenmiş hançerinin keskin ucunu saplayarak kanattı. Kıvrılan dudaklarım düz bir çizgi halini alıp intikamla mühürlendiğinde, boğazımdaki düğümü yok etmeye çalışarak yutkundum.


"Mert gelmek üzeredir sevgilim. Kapatmalıyım." derken içim kan ağlıyordu. Şu an yanımda Mert'in değil, onun olması gerekiyordu. Bir tek o sarmalıydı yaralarımı. Düştüğümde o kaldırmalı, sızlandığımda öperek iyileştirmeliydi sızılarımı.


"Dikkatli ol sevgilim."


Telefonu kapatıp ceketimin cebine tıktım. Bakışlarımı Mert'in gittiği yöne doğru çevirip sabırsızca dönmesini bekledim. Çok geçmeden elinde birkaç poşet torbayla koşar adımlarla yanıma geldi. Torbaları ayak ucuma bırakıp yere diz çökerek içlerini karıştırdı. Nefes nefese kalmıştı ve soluklanmak yerine bana yardım etmeye devam ediyordu. Torbaların birinden çıkardığı su şişesinin kapağını açıp bana uzattı. İki yana kıvrılan dudaklarım saniyesinde tekrar düz bir çizgi halini aldı. Şişeyi alıp tek dikişte yarısına kadar içtiğim sıra gözleri üzerimdeydi.


Su şişesini bankın boş kısmına bırakarak, "Teşekkür ederim," dedim.


Mert, "Rica ederim," derken bakışlarını torbaların üzerine düşürdü. Elini daldırdığı torbanın içerisinden iki kap çıkarıp bankın boş kısmının üzerine koydu. Merak içinde ne yapmak istediği anlamaya çalıştım. Torbanın içinden çatal, kaşık ve ped bardakları çıkardığı sıra yiyecek bir şeyler getirdiğini anladım. Sadace su istemiştim ancak o önüme neredeyse yemek masası kuracak gibiydi. Durgun bakışlarımı alnının üzerine düşen siyah saçlarının etrafında gezdirdim.


"Bunlar ne? Ben sadece su istemiştim Mert?" diye sordum sanki bilmiyormuş gibi. Bankın boş kalan kısmına koca bedenini sıkıştırarak kolunu bankın sırt kısmı üzerine uzattı.


"Doğru, su istemiştin ama su alırken öğle yemeği saatini kaçırdığını hatırladım. Aç olmalısın diye düşündüm." Gözlerimi önümdeki kapların üzerine düşürdüğümde Mert hareketlenip üzerlerindeki kapakları kaldırdı.


Koca bir kap dolusu soslu mantı ve sıcak dumanı hala üzerinde tüten kıymalı pidelere karnımın gurultusu iştahla eşlik etti. Beni düşünüyor olmasını garipsemiştim ancak şu anki önceliğim karnımı bir an önce doyurmak olmuştu.


Bir kez daha sessizce, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Mantı kabının kenarlarından kavrayarak kucağımın üzerine aldım, uzattığı kaşığı elinden alıp birkaç kaşık mantıyı mideme zorda olsa indirdim. Bakışlarım önce bahçede sonra kız-erkek yurtlarının dış yüzeyinde gezindi. Bahçede bizden başka kimse yoktu, halbuki bu saatlerde tek tükte olsa birkaç öğrenci dolanıp dururdu. Işıkları sönmüş yurt binalarınında, boş bahçeden bir farkı yoktu, tıpkı çizgi filmlerdeki terk edilmiş şatolara benziyorlardı.


"Herkes nerede?"


"Depodalar." Güneşin tümden batmasıyla üzerimize çöken karanlık, yüzümüzü gölgelendirmişti. İşte şimdi tamda çizgi filmlerdeki o yasaklı ormanın derinliklerine gizlenmiş terk edilmiş şatoları arayan safderun karakterler gibi hissediyordum. Güçlü değildim, ilk rüzgarda yıkılacak duvarlar örülüydü sınırlarımda. Aklımı tarumar eden soru kafamın içinde dile gelirken vücudum karanlığın beraberinde getirdiği serin havanın esintileriyle irkilerek ürperdi.


Tüm öğrencilerin depoda ne işi olabilirdi?


"Neden?" Ciddiyetle sorduğum soruya karşılık sesli güldü.


"Doğru ya sen yeni gelmiştin bilmiyor olmalısın. Benim aptallığım özür dilerim." İyiden iyiye içimi kaplayan merak, el ve bacaklarımın titremeye başlamasına yol açmıştı. Zaten kendimi diken üstünde hissediyordum, birde bu gizemli cümleler iyiden iyiye sinirlerimi bozuyordu.


"Depo katı birkaç aydır tadilattaydı, tüm öğrencilerin sığabileceği dev bir sinema salonu yapmak istiyorlardı. Bugün test edebilmek için tüm öğrenciler aşağıya çağrıldı. Muhtemelen yeterli koltuk olup olmadığına bakacaklar." Rahat bir nefes alıp verirken yüzümü yalayan esintinin tadını çıkardım.


"Güzel düşünülmüş fakat nedense bana boş bir uğraşmış gibi geldi. Tam sınavlara asılmamız gereken bir zamanda vaktimizi sinema salonunda mı geçirmemizi istiyorlar?" Sözlerime karşı omuzlarını düşürdü.


"Pekii sen neden onlarla değilsin?" Akşamın katran karası karanlığının altında, iki iri yıldız gibi parıldayan gözleri, göz bebeklerime derin duyguların yer edindiği bir arzuyla bakarken avuç içlerimi bacaklarımın üzerine sürttüm.


"İyi görünmüyordun, yalnız bırakmak istemedim. Hem orada olsaydım bir ton klişenin yer edindiği saçma sapan bir aşk filmini izliyor olacaktım." Sözlerine gülerek karşılık verdiğim sıra kalbimin ortasına mızrak saplayan kelimeleri arsızca dile getirdi.


"Burada dünyanın en güzel kızıyla oturup, onu seyretmek varken perdeye yansıyan ucuz görüntüleri neden izlemek için zahmete gireyim ki?"


Kalbimin göğsümü zorladığı o saniyelerde, kafamın içinde aynı cümle tekrar tekrar yankı buldu.


Dünyanın en güzel kızı...


Gözlerimiz gecenin karanlığına inat bir kez daha buluştu. Onun gözleri derin anlamlar içeren bir hisle harmanlanmış yıldız gibi parlıyorken, benim gözlerim intikam ateşiyle yanıyordu. Karanlığa bıçak darbeleri indiren dudakları bir kez daha aralanırken yutkunmayı denedim, ama beceremedim. Boğazıma taht kurmuş yumru buna izin vermedi.


"Ben sanırım senden hoşlanmaya başladım Melisa."


Doğru mu duymuştum?


Mert Karel benden hoşlanıyor muydu?


Loading...
0%