Yeni Üyelik
7.
Bölüm

4. Bölüm Part 2

@hellomonstarx

Uysallaşan gökyüzünü usul usul terk eden gri renkli bulutların ardından mat bir parlaklıkla ışıldayan ikindi güneşi, duvardaki kare boşluğa monte edilmiş şeffaf camın yüzeyinde elmas parçaları gibi parıldayan yağmur damlalarını buharlaştırmak istercesine yoğun bir ısı yayarak yeryüzüne ulaşırken, dakikalardır bozmaya güç bulamadığım pozisyonu sonunda bozarak yatağın serin yüzeyi üzerinden doğruldum.


Oturur pozisyona geldiğim yatağın üzerinden bacaklarımı aşağı sarkıtarak ellerimi çıplak dizlerimin üzerine düşürdüm. Kafamın içinde birbirine hunharca saldıran düşüncelerin gürültüsü yükselirken, iri gözlerimi ele geçiren boşluk büyüyerek her şeyi yutmak isteyen dipsiz bir kara deliğe dönüştü.


Sessizliğin sarmaladığı odaya dolan kapının tok sesiyle birlikte bakışlarım kapının pürüzsüz yüzeyine dikildi. O kadar umursamaz bir ruh hali içerisindeydim ki, yerimden kalkmak bir yana dursun milim kıpırdamamış, sıkıntılı bir nefesi ciğerlerimden söküp atmakla yetinmiştim.


"Kimsin?"


Sessizlik.


"Kimsin dedim?" Sesim bu kez bir öncekine göre daha gür ve daha sert çıkmıştı. Boşluğun hüküm sürdüğü irislerim zırhlarını kuşanarak ifadesizliği üzerlerine geçirdiğinde ayaklanarak kapıya doğru adımladım.


Anahtarı kilidin aksi yönüne bir kez çevirerek metalik tok sesin etrafa yayılmasına izin verdim.


Kapı kolunu indirerek araladığım kapının ardında dikilen yurt Müdire'sini görmek kısa bir anlığına afallamama neden olurken kendimi çabucak toparlamayı başarıp zoraki bir tebessümü yüzüme yaydım.


"Melisa merhaba tatlım."


"Merhaba Ezgi Hanım. Bir sorun mu vardı, niçin geldiniz?"


İnce dudaklarının üzerine kapanan zarif parmakları, dudaklarından firar eden kısık sesli kahkahayı gizleyemezken kısılan gözleri yüzümde turladı.


"Bir sorun yok tatlım. Sadece yurt odana ve okula alışabildin mi diye kontrol etmek istedim. Her şey yolunda mı?"


Dudaklarıma yapışan tiksinti tebessüm varlığını sürdürmeye devam ederken kaşlarımı kaldırarak havayı derince soludum.


"Elbette. Elbette, her şey yolunda. İçeriye girmek ister misiniz?" Nezaketen sorduğum soruya kaşlarını çatarak bakan ruhumun görünmez suretine omuz silktim. Annem her zaman mevkisi yüksek olan insanlara karşı artı bir saygı ve sevecenlik göstermemi tembihlerdi, bu aptal zorunluluk duygusu annemin saçma dayatmalarından aklıma kazınan birkaç masum kuraldan yalnızca biriydi.


Bunu sakın unutma Melisa, derdi. Eğer karşında önemli bir insan duruyorsa ona saygıda hiçbir kusur etmemeli ve her zaman onun yanında olmayı öğrenmelisin.


Annemin kulaklarımda yankılanan sesi harelerimde minik bir sarsıntı oluştururken, çocukluğumun üzerine devrilen zamanın kalıntıları arasından kurtulmayı diledim.


"Ah, üzgünüm tatlım pek vaktim yok bugün, belki başka bir zaman tekrar uğrarım." İçtenlikle gülümseyerek sıraladığı kelimelere son verirken son anda bir şey hatırlamışcasına bir anda parladığında şaşkınca Ezgi Hanımın yüzüne baktım.


"Ah, neredeyse unutuyordum. Okul kaydın bugün tamamen halloldu tatlım. Yarın okul müdürü Salih Beye uğrayarak sınıfını öğrenebilirsin." Başımı aşağı yukarı oynatarak Ezgi Hanımın sözlerini onaylarken kapıyı yarıya kadar kapayıp yanağımı kapıya yasladım.


Giydiği beyaz saten topuklu ayakkabısı, attığı zarif adımlarla fayans zemin üzerinde tok sesler bırakarak koridorun sessizliğine düşerken, gözden kaybolana kadar ardından uzunca bir süre bakakaldım. Birbirini tekmeleyen o kısacık saniyelerin içinde kapıyı kapayıp kilitlemiş yatağın üzerine tekrardan kurulmuştum. Yatağın bir köşesine fırlattığım cep telefonuma uzanarak avuçlarıma hapsetmeyi başardığımda, siyaha boyanmış ekranı parmak izi özelliği yardımıyla ışık hızında yok ederek ekrana yerleştirdiğim duvar kağıdını güçlü bir ışıkla gözlerimin önüne serdiğinde dudaklarım çaresizce titredi.


Abim.


Boğazıma vuran sancılar soluğuma kastederken, içimde yanmayı sürdüren yangına her dakika kürek dolusu kömür atan öfkeli yanım, abimin telefon ekranına hapsedilmiş fotoğrafına sabır dilenircesine gözlerini yumdu.


Yanlış yapıyorsun diyordu. Biri görürse her şey biter. Oyun biter, intikam biter, acı kalır.


Belki bu yaptığım şey yanlıştı ama kendime engel olamıyordum ve ben, ben korkuyordum. Abimin yüzünü, yüzünü çevreleyen saçlarını, gözlerini, gülüşünü, en çokta sesini unutacağım diye çok korkuyordum. Her gece abimin fotoğraflarına bakarak uykuya dalıyor, rüyamda abimi bana o huzur veren sesiyle masal okurken buluyordum. Her şeyin bir rüyadan ibaret olduğunun bilincinde olduğum halde o anların tadını sanki gerçekten geçmişe dönebilmiş gibi çıkarıyor abimin dizlerinde uyuyordum.


Acı bu dünyadaki en hissedilir duyguydu ve ben acıyla yoğurulmuştum fakat ben böyle bir riski göze alacak kadar zaafıma yenik düşmeyecektim. Ben ki aldığım her soluğu intikam yoluna adamış, hayallerimden bir çırpıda vazgeçmiştim. Her ne kadar kalbimi yaralayacakta olsa titreyen parmaklarımı kıpırdatarak telefon menüsüne girdim. Ayarlar kutucuğuna dokunarak ekran bölümüne açılan sayfadan duvar kağıdını değiştirdim.


Ağlamamak için direnen gözlerim usulca kapanırken bedenimi yatağın üzerine bırakarak bacaklarımı kendime çekerek kollarımı bacaklarımın etrafına doladım. Koca yatağın üzerinde küçücük kalmıştım.


Tıpkı anne ve babasının yatağı üzerinde uyuklayan küçük kız çocukları gibi.


Göz kapaklarıma işlediğim karanlıkta dibi olmayan çukurlara düşerken beynime balyoz yemişcesine irkilerek kulaklarımı dolduran tanıdık ancak sinir bozucu melodiye sesli bir küfür savurdum. Arayanın kim olduğuna bakmadan açarak kulağıma yaslarken hala sinirli ve gergindim.


"Melisa?"


"Hım?"


"Sen iyi misin?"


"Değilim. Hemde hiç iyi değilim ve plana uymadığım içinde hiç pişman değilim." Göğsüme baskı yapan kelimeler dudaklarımdan zinciri çözülmüş mahkum kuşlar gibi havaya karıştığında biraz rahatlamış hissediyordum. Ona yalan söylemeyi sevmezdim ve o da yalanı hiç sevmezdi.


Telefonun diğer ucunda verdiği nefesinin sesi kulaklarıma dolarken, nefesinin sıcaklığını kulağımın arkasında hisseder gibi oldum. "Sevgilim," dedi duraksayarak. Göğsümde öyle bir baskı vardı ki kalp atışlarımı dudaklarımın üzerinde hissediyordum, sanki kalbimi ağzımda tutuyormuş gibi. "Eğer orada birkaç yaygara koparıp okuldan atılmak istiyorsan ve eğer intikam almaktan vazgeçtiysen yaptıklarına devam et, ama eğer hâlâ benim tanıdığım o kızsan bir an önce kendine gel. Çünkü benim tanıdığım Melisa bunları yapacak bir kız değil."


Harfler bir yük olup omuzlarıma bindiğinde omuzlarımı yavaşça düşürdüm. Ruhum ve bedenim arasındaki ince duvar, ruhumun asi darbeleriyle sarsılarak bedenime uyarı sinyalleri verirken, hislerim körelerek dip bucak kaçış yolları aramaya koyulmuştu. Hislerimi gambazlayan aklım, mantığımın önünde diz çökerken, damarlarımdaki nehirlerde çağlayan kan koyulaşarak alevlendi. İndirdiğim gardımı tekrar kuşanırken, bakışlarıma yerleşen görüntüler titreyen dudaklarımı bastırarak düz bir çizgi haline getirdi.


İşte gerçek Melisa buydu.


Nefret ve öfkenin kollarında açan yanmış bir çiçek.


Bahtsız bir melek.


"Bir daha sakın benimle bu şekilde konuşma," dedim sert bir dille. "Ben ne yaptığımı gayet iyi biliyorum ve ben hâlâ aynı Melisa'yım. Değişmedim, değişmeyeceğim. Bahsettiğin plan eğer bir paçavranın parmaklarının izini yüzümde taşımama neden olacaksa orada duracağız. Buraya neden geldiğimi gayet iyi biliyorsun, ben buraya zorbalık görmeye, üç beş kokarcanın lafları altında ezilmeye değil, onları ezmeye geldim." Dudaklarımın arasından akan zift karası zehir soluklanmak için duraksarken dişlerimi alt dudağımın etine sertçe geçirerek kanattım.


Bazen biraz fazla acımasız oluyordum, kanımda kaynayan öfkeyi zaptetmek neredeyse imkansızdı.


"Sakin ol sevgilim," dedi sesi kısılmış, boğuklaşmıştı. Sanrım bu kez fazla ileriye gitmiş, onu kırmıştım.


"Aklım almıyor." diye mırıldandım tıpkı onun gibi kısık bir sesle.


"Neyi aklın almıyor sevgilim?" diye sordu aynı ses tonuyla.


"Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. Benim abim iki yıldır makinelerle yaşama tutunmaya çalışırken, onlar gülüyor, eğleniyor ve zorbalık yapmaya devam ediyorlar." Duraksadım ve sertçe yutkunarak boğazımı acı içinde bıraktım.


"Bu hiç adil değil."


"Haklısın. Üzgünüm sevgilim. Ben sadece..."


"Biliyorum, yardım etmeye çalışıyorsun ama her şey çok garip beni anlamak zorundasın. Abim ölebilir, ve ben şu an onun katilleriyle yüz yüze olabilirim."


"Anlıyorum. Seni anlıyorum sevgilim ama biraz sakin olmak zorundasın. Bunu senin için, senin iyiliğin için söylüyorum."


"Sakin olmak mı? Sen ne dediğinin farkında mısın? Beni anladığını söylüyorsun ve benden sakin olmam gerektiğini mi istiyorsun? Bu, bu tamamen saçmalık! Nasıl sakin olabilirim! Bunu benden nasıl istersin? Bunu bana nasıl söylersin?"


"Melisa beni dinler misin lütfen?"


"Abim ölebilir."


"Biliyorum, biliyorum. Ben çok üzgünüm ama böyle yapmamalısın."


"Nasıl yapmamalıyım? Bak en iyisi bu konuşmayı burada sonlandıralım tamam mı?"


"Tamam, tamam. Sen nasıl istersen. İyi geceler."


"Sanada, iyi geceler."


Böyle olmasından nefret ediyordum, bu durum sanki sahip olduğum her şeyi bile isteye kaybediyormuş gibi hissettiriyordu. Onu kaybetmek istemiyorum. Evet, bunu istemiyorum.


Elimi saçlarımın arasına daldırıp gergince karıştırdım. Biraz hava alıp kafamı toparlamalıydım. Zira içimdeki gün geçtikçe büyümeye devam eden öfkenin sonu hiç iyi olmayacak gibi duruyordu.


Odamdan çıkıp hızlı adımlarla üç kat merdiveni inerek kendimi yurdun boğucu havasından kurtarıp bahçenin serinliğine attım. Tenimin bir kısmını örten üniformanın kumaşından içeri sızan serin hava, gerilen sinirlerimi biraz olsun yatıştırırken, soluk siyaha boyanan gökyüzünde dikilen ayın ihtişamlı parlak görüntüsünü izledim.


Yaşadıklarım yenilir yutulur türden şeyler değildi. Çoğu zaman hislerimi ördüğüm duvarların ardına gizlesemde, gizlediğim hislerin ardında boğulan bir yanım daha vardı ve onun için kurtuluş yalnızca abimin gözlerini açmasıydı.


Gökyüzünü saran karanlığın gölgesi bahçedeki ağaçların üzerine vurarak, ağaçların dallarında rüzgarın serin esintileriyle kıpırdanan yaprakların rengini parlak yeşilden, siyaha kaçan koyu bir yeşile dönüştürmüştü. Öğlenki fırtınanın gerisinde bıraktığı küçük su birikintileri lacivert zemin üzerinde ay ışığını taşıyarak boğuk bir parıltıyla dalgalanıyordu.


Bahçenin sağ tarafında daha çok ağaç ve çimlerin var olduğu kısım üzerine yerleştirilmiş kamelya çardakların birinde oturan biri bakışlarımın odağında girdiğinde adımlarımı o yöne doğru ilerleterek yanına yaklaştım. Serin hava çıplak bacaklarımı açlıkla ısırırken hafiften üşümeye başlamıştım. Çardakta sırtı bana dönük oturan kişinin bir erkek olduğunu kavrayabileceğim bir yakınlığa ulaştığımda çekinmeden karşısındaki boş kısıma yerleştim.


Biraz arsız ve utanmaz biriydim. Aslında buna dönüşmüştüm.


Önündeki karton bardağın içinde dumanı tütmekte olan sıcak bir kahve duran çocuğun başı eğikti ve yüzü karanlıkla gölgelenmişti. Üzerinde beyaz bisiklet yaka bir tişört vardı, açıkta kalan kol kasları soğuk hava nedeniyle kasılmış gibi görünüyordu ama onun bunu dert ettiğini pek sanmıyordum. Dağınık duran saçları esmekte olan serin rüzgarın oyuncağı olup sağa sola savruluyordu.


Varlığımı fark ettiği an eğik başını kaldırarak çardağa vuran ay ışığının yüz hatlarına ulaşmasına izin verdi. Karşımda duran kişi Çınar'dı. Patlamış kaşı neredeyse iyileşmiş gibi görünüyordu. Elmacık kemikleri üzerindeki morluklar kirpiklerinin gölgesi altına saklanmış, patlamış dudağı kabuk bağlamıştı. Gözlerimin içine ifadesizce bakan gözleri karanlıktı.


"Bu saatte ne işin var burada?" diye sordu tek kaşını hafifçe kaldırarak. Ellerimi aramızdaki tahta masanın üzerine koyarak birbirine kenetledim.


"Senin ne işin var?" diyerek bana yönelttiği sorunun yönünü ona çevirdim. Bir elinin kolunu masanın yüzeyi üzerine uzatarak sırtını  arkaya yasladı. Parmakları ahşap masanın üzerinde ritim tutararak hareketlenirken bakışlarının odağı değişerek parmaklarının üzerine devrildi.


"Hava alıyorum," dedi sesi düşünceli, bakışları derindi.


"Bende," dedim yüzünde oluşan her bir hareketi dikkatle takip ederken.


Masanın üzerinde kıvranan parmaklarını son kez sertçe masaya vurarak durdurduktan sonra karton bardağın belini kavrayarak dudaklarına götürdü. Sıcak kahveden birkaç yudum alıp tekrar önüne koydu. Bakışları tuhaf bir ifadeyle bana döndü.


Dudaklarım alaycıl bir hareketle yukarı doğru kavislendi. "Yüzün iyi görünüyor, çabuk toparlanmışsın," dedim buz gibi bir soğuklukla. Gözlerimde gezinen bakışlarını kaçırarak tıpkı benim gibi alayla güldü.


"Biliyor musun," dedim bakışlarımı bahçenin boş yüzeyi üzerinde gezdirirken.  "Neden gücünün yetmeyeceği biriyle kavgaya girdiğini merak ediyorum." Gri sislerin etrafını sardığı mavi irislerim hareketlenerek karşımdaki bedenin üzerinde durdu.


"Belki dayak yemeyi seven bir psikopatımdır?" diyerek alay etti.


"Öyle biri olmadığını biliyorum," dedim kendimden emin bir tonda. Gözlerimin içine diktiği gözlerinin üzerinde duran kaşları sert bir kavis alarak çatılırken masanın üzerine abanarak gözlerimin içine havayı sinirle soluyarak baktı.


"Nereden biliyorsun, daha sen okula geleli bir hafta olmuşken nasıl kendinden bu kadar emin konuştuğunu anlamıyorum." Üşüyen bedenimi biraz olsun ısıtmak için kollarımı birbirine sardım. Çınar'ın ifadesiz bakışları aralanmış dudaklarımın üzerindeydi.


"İnsanlar hakkında bir düşünceye sahip olabilmek için onları çok uzun bir süre tanımamız gerekmez. Bu okula geleli bir hafta olmuş olabilir ve bu; senin veya bir başkası hakkında bir fikre sahip olamayacağım anlamına gelmez."


Başını neredeyse fark edilemeyecek bir ağırlıkla salladı. "Etkileyici bir yanıt," dedi dudaklarını bükerek. Sesinde garip bir tını geziniyordu. Abandığı masanın üzerinden bedenini ani bir hareketle geri çekti, geniş omuzlarını taşıyan gövdesinin ağırlığını bir kez daha arkasına vererek ahşap sırta yaslandı. Yüzünün yarısına ulaşan ay ışığı sol elmacık kemiği üzerindeki silik dikiş izini gözlerimin önüne sererken, irislerimde dalgalanan sisler sert bir rüzgarla dağıldı. Bakışlarım o silik izin üzerinde uzunca bir süre durdu ve onun kıpırdanan dudaklarından dökülen kelimelerle birlikte odağını değiştirdi.


"Biliyor musun," diyerek az önceki cümlemi taklid etti.


"Neden gücünün yetmeceğini bildiğin bir kavgaya girdiğini merak ediyorum."


Ruhsuz bir gülüş dudaklarımdan firar ederek karanlığa savruldu.


"Yemekhanede Ecem'le karşı karşıya geldiğini biliyorum," dedi gülüşümden rahatsızlık duyduğunu belli eden sert ses tonuyla.


"Sandığının aksine onunla aramda bir kavga gerçekleşmedi, olaylı başlayan küçük bir tanışma faslı desek, 'kavga' diye nitelemekten daha doğru olur," diyerek soğuktan kuruyan alt dudağımı ağzımın içine yuvarlayarak ıslattım. Yaz aylarında olmamıza rağmen hava sonbahar soğuğunu üzerinde taşıyordu.


"Hadi ama," diyerek gözlerimin içine baktı. "Okulun yarısı seni konuşuyor." Dudaklarımı bükerek kaşlarımı sert bir kavisle yukarı diktim. "Seni konuşuyor derken, şeyi kastediyordum işte öğlen olanları." Ağzında gevelediği kelimelerinin gürültüsü geceye karışırken gülecek gibi oldum ama gülmedim.


Bakışlarımı masanın üzerine çevirerek, karton bardağa uzandım. Soğuktan kızaran zayıf, uzun parmaklarım karton bardağın beline dolanarak ılık ısıyı hızlıca emdi. Çınar'ın ay ışığını yansıtan parlak gözleri, sorgulayıcı bir ifadeyle üzerimde gezindi.


"Onu içtiğimin farkındasın değil mi?" diye sordu melodik bir ses tonuyla. Kavradığım karton bardağı dudaklarımın arasına alıp birkaç yudum içtim. Ilık olmasına rağmen hala buram buram kahve kokusunu etrafa yayıyordu ve bu kokuyu solumak anında tüm gerginliğimi yok etmişti. Kahve, ruhum ve zihnim için bir tür ağrı kesiciydi.


"İçine tükürmediğine göre ne fark eder ki?" diye sessizce söylendim. Kahveden birkaç yudum daha alıp karton bardağı masanın üzerine bıraktım.


"Umay'la aranızda tam olarak ne var?" diye sordum sorgularcasına.


"Sanane? Sen benden hoşlanıyor falan mısın?" Hareketlenen yüzü adeta Ay'a karşı şov yapıyor gibiydi.


"Hoşlandığımı söylersem soruma cevap verecek misin?" Gülümseyerek başını çevirdi. Sanırım tuhaf biri olduğumu düşünüyordu.


"Tuhaf bir kızsın." Haklıymışım öyle düşünüyor. Haksızda sayılmaz değil mi?


Omuz silktim.


"Öyleyim."


O akşam yurtlarda sayım yapılacağı vakte kadar Çınar'la çardakta oturmuştuk. İtiraf etmek gerekirse onunla konuşmak bana iyi gelmişti. Garip bir enerjisi ve birazda garip bir kişiliğe sahipti. Onun hakkında bildiklerim sıradan şeyler olsada garip kişiliği bu sıradanlığı gölgelemeye yetiyordu. Sanki kimsenin göremediği bir şeyi onda görmüştüm fakat gördüğüm şeyi bir kılıfa sokamıyor, tanımlayamıyordum.


Son merdiven basamağınıda tırmanıp düz zemin üzerinde ilerlemeye devam ederken bakışlarım belirli aralıklarla dizili olan sınıf kapılarının yanında, duvara asılı duran küçük tabelaların üzerinde geziniyordu.


Derslerin başlamasına yarım saatten az bir süre olmasına rağmen sınıflarda birkaç öğrenci bulunuyordu. Sanırım sınıfa erken gelip ders çalışıyorlardı.


"Hey." Arkamdan yükselen sese eşlik eden tok sesler etrafa yayılarak dibimde durarak son bulduğunda bakışlarımı Mert'in solgun teni üzerinde gezdirdim.


"Günaydın gamzeli," dedi sesi de en az gözleri kadar bitap düşmüştü. Hastalanmış mıydı?


"Günaydın. Yorgun görünüyorsun, her şey yolunda mı?" Yutkundu ve baygın bakışlarını donmuş bir okyanusu andıran gözlerime değdirdi. İçimin titrediğini, buz kütlesinin parçalara ayrıldığını işittim.


"İyiyim, sadece geç uyudum." deyip sırıttı. Sanırım yorgunluğunu fark etmem hoşuna gitmişti


"Her neyse, benim gitmem gerek," deyip yolumda ilerlemeye devam ettim. Mert ukalaca bir hareket yaparak adımlarını bana uydurarak yanımda yürümeye başladı, adımlarımızın tok sesi duvarlara çarparak sessizliğe karışıyor ve koridoru gürültüsüyle boğuyordu.


"Kaçıncı kattasın?" diye sordu çenesi benden tarafa olan omzuna değiyordu. Saçlarımı ellerimle toplayıp sırtıma geri serptim.


"Bilmiyorum, bende onu öğrenmeye gidiyorum." deyip koridor sonundaki çelik kapının önünde durdum.


Altın rengi dikdörtgen metalin üzerine siyah boyayla yazılmış 'Müdür Salih Nefa' yazısı üzerinde gezinen bakışlarım ruhsuz ve umursamazdı.


"Pekii. Daha sonra tekrar görüşürüz müyüz?" diye sordu çekingen bir tavırla.


"Aynı okuldayız," dedim gözlerimi devirerek.


"Tekrar karşılaşmamız olası bir ihtimal, yüksek bir ihtimal." deyip kapıyı tıklattım. İçeriden ses gelmeden kapı kolunu indirdim ve müdür odasına girdim.


"Günaydın," dedim odanın ortasındaki geniş masanın ardında oturan yaşlı adama. Adamın kırışıklarla dolu göz çevresi kıpırdadı ve küçük gözleri beni buldu.


"Ben yeni öğrenci Melisa Yıldız. Ezgi Hanım sınıfımı bugün öğrenebileceğimi söyledi."


"Ah, evet." Gözlerini kolundaki saate değdirdi ve oturduğu deri sandalyeden ayaklandı.


"Beni takip et," dedi önümden geçip giderken. Üç adım gerisinden onu takip ederek ilerledim.


Koridorlar yine boş ve sessizdi. Sınıfların kapıları örtülüydü. Birkaç adım önümden yürüyen yaşlı adam ağzında bir şeyler geveleyip duruyor, beni darlıyordu.


Üçüncü kattaki ilk sınıf kapısının önünde durup kapısını tıklattığında derin bir nefesi dudaklarımın arasından saldım.


İçeri girdi, ardından bende girdim.


"Dersini böldüğüm için üzgünüm Sedef Hanım, yeni bir öğrencimiz var." dedi ve aralarında umursamadığım birkaç şey konuştular.


Bakışlarımı sıralarında oturan öğrencilerin üzerinde gezdirdim.


Yonca, Çınar, Ecem, Umay, Mert ve Arda. Hepsi buradaydı ve hepsinin gözleri üzerimdeydi. Arda'nın pişkin bakışları bacaklarımda geziniyor, Yonca ve Ecem gözlerini kısarak bedenimi süzüyordu. Umay'ın gözleri büyümüş ve ışıltıyla dolmuş gibiydi, sanki gülümsüyordu. Çınar kısa bir süre bana bakmış ve başını sıraya gömmüştü. Bakışlarım diğer öğrenciler arasından sıyrılarak Mert'i bulurken, Mert'in yüzümden ve gözlerimden ayrılmayan gözleri bir çocuğun mutluluğuna ev sahipliği yapıyordu. Ona göz kırptım ve gülümsemesini sağladım. O sırada ihtiyar Müdür sınıftan çıktı ve Sedef öğretmen yani başımda durdu.


"Evet, yeni öğrenci. Bize kendini tanıt ve boş bir yere geç," diyen kadına boş gözlerle baktım.


"Adım Melisa," dedim ve sustum.


Kollarını karın boşluğunda birleştirmiş kadın, "Bu kadar mı?" diye sordu. Sesindeki şaşkınlık ayak ucumda yuvarlanıyordu.


"Bu kadarını bilmeniz yeterli," dedim. Kadının yüz ifadesinin şu an fazlaca değiştiğine emindim. Öğrenciler aralarında fısıldaşmaya başladığında kadın sert bakışlarını onlara çevirdi.


"Aranızda konuşmayın! Sende boş bir yere geçebilirsin." Başımı hafifçe oynattım ve sınıfı hızlıca taradım. Tek boş sıra Arda Gürdal'ın sırasıydı, onun önünde Mert ve bir erkek öğrenci oturuyordu. Bakışlarım Arda'nın gözlerine çarparak tökezledi, sırıtıyordu. Sert ifademi bozmadan Mert'e baktım, yanındaki öğrenciye bir şeyler fısıldadı ve onun arka sıraya oturmasını sağladı. Dudağımın sağ kenarı hafifçe kıvrıldı. Mert'in yanına oturdum ve saçlarımı geriye savurarak sırtımı sıraya yasladım. Hemen arkamda bir hareketlilik oluştu, Arda'nın parmaklarını saç uçlarımda hissettim.


Sedef öğretmen yüksek sesle bir şeyler anlatıyordu. Mert'in bakışları akıllı tahtaya yansıyan görüntülere odaklanmış, dikkatle anlatılanı dinliyordu.


Saç uçlarımın karıncalandığını, derimin sızım sızım sızladığını hissediyordum. Sırasında biraz öne doğru eğildiğini, sıranın üzerine yansıyan gölgesinden fark ettiğimde yumruğumu suratında patlatmamak için kendimi zorladım. Sırası değildi. İlk günden olmaz Melisa, dedim kendi kendime. Şimdi değil.


"Sınıfa hoş geldin asi kız," dedi fısıltıyla. Adice sırıttığını hissetmiş ve iğrenmiştim. Başımı omzumun üzerinden hafifçe arkaya doğru çevirdim ve karanlık bir tebessümü dudaklarıma yerleştirdim. Saçlarımdaki parmakları bu hareketimle kaskatı kesildi ve olduğu yerde durdu. Bunu beklemediği açıkça belliydi fakat daha beklemediği çok şey görecek ve yaşayacaktı.


Yaşatacaktım.


Loading...
0%