@hellomonstarx
|
Teneffüs zilinin çalmasıyla büyük bir gürültüye ev sahipliği yapan sınıf başımı ağrıtıyordu. Hemen yan sırada iki kız öğrenci oturuyor aralarında fısıldaşarak bana bakıyorlardı. Sınıftaki tüm gözleri üzerime çeken dik oturuşum ve bir noktaya kilitlenmiş sabit bakışlarım sınıftaki öğrencilerin akbaba gibi gözlerini üzerime dikmesine sebep olmuştu. Masanın üzerinde sakinlikle hareket eden parmaklarım çıkardığı ritmle adeta zihnimi hipnoz ediyorken gözlerim akrep ile yelkovanın üzerinde dört döndüğü yuvarlak plastikte yazan harflerin üzerinde geziyordu. Gürdal Koleji. Bu isimden nefret ediyordum. Bu isme sahip olan herkesten ve her şeyden nefret ediyordum. Cam kenarındaki ilk üç sıraya kurulmuş birkaç öğrenci ailelerinin saygınlığını kullanarak hakkımda araştırma yapmış, öğrendikleri sınırlı bilgileri birbirlerine fısıldayarak yaymaya başlamışlardı. Onları duyabiliyordum. Onları duyabildiğimi biliyorlar mıydı? "Babası o kadar da zengin değilmiş, hatta ellerindeki işi kaybederlerse iflas edecek durumdalarmış." Sözleri gurur kırıcı, aşağılayıcı ve ezikleyiciydi. "Ne? Gerçekten mi?" "Evet." "Ama baksana şuna sanki kolejin sahibiymiş gibi davranıyor. Bir sonradan görme için fazla burnu havada değil mi?" Nefes aldım. "Kızlar onu bunu bırakın madem bunun babası iflasın eşiğinde bir şirkete sahip öyleyse nasıl bu okula girebildi? Gürdal'ların paraya düşkündüğünü herkes bilir. Nasıl karşıladı bu parayı?" Nefes verdim. "Bilmiyorum." "Yoksa..." fısıltılar sessizleşti. Göz kapaklarımı ağır bir hareketle gözlerimin üzerine örtüp tekrar açarken saatin 10:53 olduğunu gördüm. Sadece iki dakika kalmıştı. "Müdüre vermiş olmasın?" Sınıftaki gürültüyü bastıran kahkahalar meraklı gözlerin tüm odağını cam kenarındaki gruba çevirdiğinde oturuşumu bozmadan kafamı omuzumun üzerinden kahkahalarını sürdüren gruba çevirdim. Sesler bir anda sanki çok uzaktan geliyormuş gibi geliyordu. Zihnimde çok ince sayılmayan bir sopanın masaya sertçe vurulduğu bir an canlandı. Sopanın masaya temas ettikten sonra çıkardığı sesi duyabiliyordum ve annemin sesini... Daha sekiz yaşındayım. Annemin elinde bir sopa ve evimizin geniş salonunun ortasında bir sandalye. Üzerimde beyaz ve pembe renginin bir uyum içinde harmanlanıp kullanıldığı bir prenses elbisesi var. Çok güzel bir elbise fakat içinde hiçte rahat değilim. "Dik oturacaksın!" Annem beni duymuyor kanatana kadar, küçük kalbimi kırana kadar geçiriyor ona beslediğim karşılıksız sevginin üzerine en sert darbelerini. Nefes alıyorum. Boğazıma yapışmış geçmiş havaya karışıp bedenimi terk ederken onlara baktığımı fark eden grup kahkahalarını aniden kesince sınıf bu kez kendini derin bir sessizliğe gömdü. Kızlardan biri masanın üzerine oturmuş ayaklarını sandalyenin üzerine koymuştu yanında sırtını duvara yaslanmış bir başka kız vardı, hemen arkalarında bir kız ve oğlan sandalyelerinde yan oturmuştu. Cam kenarındaki üçüncü sırada da biri masanın üzerinde üç kız oturuyordu. Sırtını duvara yaslamış olan kıza baktım. Onu kısaca süzdüğümde grubun başı olduğunu anlamam çok zor olmadı. "Adın ne?" Sesizliğe balta vuran sesim kulaklarında yankı yaparken gözlerimi kızın üzerinden bir saniye ayırmadım. "İ...i...ilayda." Kızın titreyen sesini idrak eder etmez yeniden fısıldaşmaya başlayan öğrenciler sınıfı çıkardıkları uğultuya boğmuştu. "Sesi titredi," dedi ön sırada oturan kız yanındaki oğlana. Masanın üzerinde oturan kız İlayda'yı omzundan dürterken ağzında bir şeyler geveliyordu. Onlarla ilgilenmeyi bırakıp gözlerimi ruhsuzca saatin üzerine tırmandırdığımda dudaklarım hafifçe yukarı kavislendi. 10:55 Başımı tekrar omuzumun üzerinden pencerelere doğru çevirdim. Gün ışığı sıcaklığını tenime örselerken gözlerimi kapattım ve az sonra dillenecek şarkının çalmasını bekledim. Bir İki ve Üç Tüm okulun duyduğuna emin olduğum bir çığlık kulaklarımda ahenk içinde süzülüyordu. İşte bu anı seviyordum. Acının ve korkunun birleştiği anı. Ayağa kalktım ve saniyeler içerisinde sınıftan çıktım bu anı çok daha güzel bir yerden izlemeliydim. Tüm okul pencerelerin önüne akın etmişti, meraklı bakışlarıyla ve o aptal beyinlerinde ürettikleri aptal teorileri birbirlerine kısık sesle anlatıyorlardı. Asansöre girdim ve çatıya çıkmak için en üstteki düğmeye bastım. Asansörün iki kanatlı demir kapısı çok geçmeden kapandığında içeriyi dolduran müzik o an için huzur vericiydi. Asansör müziklerinden nefret ederdim. Dakikalar sonra çatıya ulaşan asansör, demir kanatlarını tekrar açtı, tek bir saniye bile kaybetmeden asansörden çıktım ve gösteriyi en tepeden izleyebilmek için çatıya öğrenciler vakit geçirebilsin diye dizayn edilmiş olan balkona çıktım. Aşağı baktığımda karşılaştığım manzara tamda zihnimde canlanan manzaranın neredeyse tıpatıp aynısıydı. Elleri kanlı boğazına dolanmış Yonca yere diz çökmüş perişan bir halde çığlıklar atarak yardım dileniyordu. Fakat yurtlar dahil okulun tüm giriş ve çıkış kapıları elektronik sistemle çalıştığı için ve sistem hacklendiği için kapılar açılmıyordu. Kapıların ve camların ardında biriken bedenlere uzunca baktım. Hepsi kapana kısıldıkları için korku içerisindeydi. Cep telefonumu elime aldım ve bir numarayı tuşlayıp telefonu dudağıma yaklaştırdım. "Kapıları açın." İçimde alevlenen kanın canhıraş gücü gözlerimdeki taşlaşmış buzu eritmeye yetmiyordu. Geçmişin katrana buladığı kalbim göğsümün altındaki oyuğun içerisinde kan kusarken tekliyordu. Okulun kapıları açıldı. Öğrenciler ve öğretim görevlileri birbirlerini iterek kapıdan aynı anda çıkmaya çalışırken oluşan izdiham bir kaosu daha doğurmuştu. Yere düşen öğrenciler ve üzerlerine basmaktan çekinmeyen öğretmenler bir an önce okuldan dışarı çıkmak istiyordu. Gözlerimi kıstım ve odağını değiştirdim. Yonca'ya telaş içinde koşan okul doktoru Gonca'nın Yonca'nın önüne dramatik bir şekilde çöküşünü seyrettim. Fakat bir dakika... Yonca az önce ona ne dedi? Tanrım... Arda Gürdal ve aptal sürüsü tam onlara yakışacak türden bir zamanlamayla ortaya çıktıklarında gözlerimi devirmekten kendimi alı koyamadım. Doktor Gonca, Yonca'nın boğazına sardığı ellerini yavaşça çekmesini söylerken ağlıyordu. Kulağımdaki küçük dinleme cihazının üzerine işaret parmağımla baskı yaptım. "Küçük bir kesik..." dedi Gonca. Yonca üzerindeki kırmızı renkli sıvıya titreyerek baktı. "Bu kan?" Arda Yonca'nın yanına eğildi ve üzerini kokladı. Köpek. "Kan. Sana ait olduğunu sanmıyorum." Sinirle nefesimi dışarı üfledim. Çok bilmiş. "İçeri götürelim." Arda başıyla kısa bir hareket yapıp doktoru onaylarken yanında duran iki çocuk Yonca'yı yerden kaldırmak için hareketlendi fakat Yonca, Arda'nın bileklerini sıkıca tuttu. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Yonca, "Babam..." diye mırıldandı ağlamaklı bir sesle. Arda gözlerini kaçırdı ve ellerini Yonca'nın kıskaçları arasından kurtardı. "Bir çaresine bakacağım." Umursamazca güldüm ve duruşumu biraz daha dikleştirdim. Buradan sonrasını izlemek çok sıkıcı olacaktı. Sırtımı balkonun demir desteğine yaslayıp tenimi okşayan ılık rüzgarı hissettim. "Sevgilim?" Göğsümü patlayacak noktaya getiren bu ses şuursuzca yangınıma koşuyordu. Onu yakıyordum, yanmayı sevdiğini söylüyordu. Onu küle çeviriyordum, küllerinden yeniden doğacağına inanıyordu. "Gösteriyi beğendin mi?" Dirseğimin tekini balkonun demir desteğine yaslayıp çapık bir gülüşü dudaklarıma yerleştirdim. İçimde büyük savaşlar verirken, savaşın izlerini ustalıkla gizlemeyi başarıyordum. Dışarıdan bakıldığında yüzümde bir duvar kadar düz ve soğuk bir ifade asılı duruyordu. Bu çerçeveyi seviyordum. Asla gardımı düşürmeme izin vermiyordu. Çabucak toparlanmama ve savaşa daha güçlü kalkmama yardım ediyordu. Her düşüşte daha bir düzlüğe yoğrulmuştu hislerimden bir kısmını alarak. "Görülmeye değerdi." kulağımdaki küçük dinleme cihazını çıkarttım ve ona uzattım. Uzattığım elime sarılan eli güç kullanarak bedenimi kendine çektiğinde buna izin verdim yüzlerimiz arasında çok az bir mesafe kalmıştı. Kavislenen dudaklarının küçük hareketiyle içe göçen yanaklarına kısa bir bakış atıp dudağımı onun dudağının üzerine bastırdığımda bir eli önce boynuma sonra şakağıma uzandı ve sanki bunu bekliyormuş gibi büyük bir istekle öpüşüme karşılık verdi. Bir süre sonra dudaklarımızı ayırdığımda ikimizde nefes nefese kalmıştık, sık alıp verdiği nefesinin sıcaklığı şakağıma çarpıyordu. Aramızdaki mesafesi biraz daha açarak ondan birkaç adım uzaklaştım. Bir şey söyleyeceği sıra elimi kaldırarak onu durdum ve ciddileşen yüz ifademi fazla sert tutmamaya çalıştım. Onu kırmayı sevmiyordum ama böyle olmalıydı. "Yanlarına git." sözlerimi başıyla sessizce onayladı ve asansöre binip gözden kayboldu. Tekrar balkona yaklaşıp aşağı baktığımda birkaç okul yetkilisinin Yonca'nın çığlık attığı yerde durduğunu ve aralarında konuşarak bir yerleri işaret ettiklerini gördüm. Abim içinde böyle yapmışlar mıydı? O günü düşünmeden edemiyordum. Düşerken nasıl hissetmişti? Çığlık atmış mıydı, son sözleri olmuş muydu, ne düşünüyordu gözlerini kapatmadan önce, ne hissetmişti? Tüm bu sorular tam iki yıldır ruhuma bıçak batırıp kaçıyordu. Soruların cevaplarını asla öğrenemiyordum. Kollarımı göğsümün önünde bağlayarak merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Yonca'nın ruhuma zevk veren çığlığı tek bir notaya takılı kalmış bir plak gibi zihnimde tekrar tekrar dönüyorken düşünüyordum. Bu yeterli değildi. Bu sadece onlar için anlık bir korkuydu. Henüz gerçek korkuyu ve acıyı hissetmemişlerdi. Ceketimin cebinden telefonumu çıkartıp hızlı arama yaparak 2 tuşuna uzunca bastım ve telefonu kulağıma yasladım. İlk çalışta telefon hemen açıldı. Bakışlarımı düşmemek için merdiven basamaklarının üzerine düşürdüm. "Gonca Karasu hakkındaki her şeyi öğren," dedim soğuk ve mesafeli bir sesle, hemen ardından telefonu kapattım. Zihnimdeki çarklar karanlığı kavuran bir ateş gibi yanarak dönerken okulun giriş katına ulaşmıştım. "Gamzeli!" Koşar adımlarla yanıma gelen Mert'e aramızdaki boy farkı yüzünden gözlerimi kaldırarak baktım. Bu çocuk neden sürekli etrafımdaydı? "Nereye?" Bakışlarımın odağını umursamazca değiştirdim. "Yurda." Başıyla beni onayladığını görünce yürümeye devam ettim. Bir adım arkamdan geldiğini fark ettiğimde aniden durdum ve benim bedenimin aksine daha iri olan fakat hemcinslerine göre biraz zayıf olan bedeninin bedenime çarparak sırtıma bindirdiği yüke direndim. Kendini utangaç bir tavırla toparlamaya çalışmasını izlerken kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırıyordum. Neden böyle davranıyordu? Karel'ler hakkında birçok şey duymuştum fakat bu çocuk duyduklarımın tam tersini bana gösteriyordu. "Beni mi takip ediyorsun?" eğlenen bir ifadeyle elini yavaşça ensesine götürüşünü ve oradaki saç tutamlarının arasından parmaklarını geçirişini izledim. "Evet, yani... Hayır." Güldüm çok kısa fakat gerçek bir gülüştü bu. Beni güldürebildiğine inanmıyorum. "Evet mi, hayır mı?" Tedirgince sırıttı. Konuyu dağıtmak için, "Kahve?" diye sordu gözlerimin içine berrak bir suyu andıran yeşil gözleriyle bakarken. Omuzlarımı yukarı ve aşağı hareket ettirirken ağzımdan olumlu anlamda homurtular çıkarıyordum. "Neden olmasın?" Birlikte okuldan çıkıp bahçede yürürken telefonumdan yükselen sinir bozucu ses kulağıma ulaştığında elimi cebime attım ve gelen mesaja baktım. Gönderen: Karan "Yemek saati Melisa Hanım." Nefesimi sertçe dışarı üfleyip yüzüme serpilmiş saç tutamlarını havalandırdım. "Sanırım kahveyi ertelemek zorundayız." Ceplerindeki elleri istifini hiç bozmadı lakin omuzları ve yüzü ufak bir düşüş yaşadı. Onu erkeklere ait olan yurdun önünde bırakıp yoluma devam ettim. Aceleci olmayan sakin adımlarım yurdun sıcak girişine ulaştığında bedenimi saran sıcaklıkla birlikte üzerime çöken mayışma hissi göz kapaklarımı ağırlaştırdı. Asansöre binip sırtımı ardıma yasladım ve başımı omzuma düşürüp gözlerimi kapatarak son kata ulaşana kadar gözlerimi dinlendirdim. Tüp geçide yol alan koridoru arşınlayıp tüp geçitten yemekhaneye ulaştığım sıra bir kenarda beklemekte olan Karan'ı gördüm. Hafif tebessüm ederek başımla küçük bir nezaket hareketi yapıp masama oturdum. Aşağıda olanlara rağmen herkes yemekhanedeydi. Yonca hariç. Sırtımı sandalyeye yaslayarak dik otururken bakışlarımı etrafta boş boş gezdirdim. "Yeni kız." Gözlerim etrafta dolanmaya devam ederken sesin geldiği noktada durdu. Seslenen kişi Arda Gürdal'dan başkası değildi. "Gelsene," dedi masadaki tüm yandaşlarının bakışlarını üzerime düşürürken. Sorgularcasına tek kaşım havaya kalkarken cebimdeki telefon bir kez daha titredi. Gönderen: 2 "Yonca geliyor." Ekrana kısa bir bakış atıp önüme döndüğümde elinde öğle yemeğimi taşıyan Karan'ı görüp ayaklandım. "Onlarla yiyeceğim," deyip çenemle Arda'ların masasını gösterdim. İsteğinin gerçekleşmesiyle sırıtan Arda'ya tıpkı onun gibi sırıtarak karşılık verdiğimde gözlerimin içine tuhaf bir ifadeyle baktı. Boş bir sandalyeyi çekip oturduğumda Karan öğle yemeğimi önüme servis ediyordu. "Neden bir yardımcın var?" Yanımda oturan kıza doğru dönüp yüzünü kısaca süzdüm. Küçük bir burnu, çok kalın sayılmayacak dudakları, yakından bakılmadığı sürece belli olmayan yeşil gözleri vardı. Bakışlarımı üniformasının üzerindeki isim kartına düşürüp ismini sesli dile getirdim. "Nida Yılgın." Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsedim. "Melisa Yıldız." Gülümsedi fakat sorusunu es geçtiğim için rahatsız olmuştu. "Gerçekten neden bir yardımcın var?" Şirin bir yüz ifadesi takınıp omuz silktim. "Babam böyle istiyor." "Şirketinizin durumunun kötü olduğunu duydum. Tüm bunları nasıl karşılıyor?" Ardı kesilmeyen ezici sorular ucunu biledikleri okları bedenime korkusuzca atarken kendi çöplüklerinde öttüklerinin farkındalığıyla rahat davranıyorlardı. Gürdal'ın eğlenen ifadesine kısa bir bakış attım. Bakalım az sonra böyle eğlenebilecek misin Gürdal? "Babamın işleriyle ben ilgilenmiyorum, çok merak ediyorsanız babamı arayıp bunu ona sorabilirsiniz." Şirince gülümseyip önüme dönerek yemeğimi yedim. "Yonca. Senin ne işin var burada?" Başımı kaldırıp baktığımda Arda'nın başında dikilen Yonca'nın ağlamaktan kızarmış suratıyla karşılaştım. Burnundan soluyordu ve berbat görünüyordu. Yonca gibi bir kız için dış görüntü oldukça önemliydi. "Senin halledeceğin işi sikeyim." Arda'nın önündeki tabağı sinirle kavrayıp yere fırlattı. Herkes panikle ayaklanırken onlara ayak uydurdum. "Yonca!" "Babam öğrendi." Ağlıyordu. Boynundaki kesiğe pansuman yapılmış ve kapatılmıştı. Arda'nın ceketinin iki ucunu kavrayıp çekiştirirken oldukça kötü görünüyordu. "Oruspu çocuğu halledeceğim demiştin." Bir adım arkamda birinin varlığını hissettiğimde başımı çevirdim, olanları sanki normalmiş gibi seyreden Mert'in düz ifadesini görmek beni düşündürmüştü. Tekrar önüme döndüğümde Arda Yonca'nın bileklerinden tuttu, dokunmak istemediği iğrenç bir şeymiş onu üzerinden ittiğinde Yonca yere düşmüştü. Ona yukarıdan bakan Arda'nın tehditkar kahverengi gözlerine uzunca baktı. Onu seviyordu. Onun yaralarını sarmasını istiyordu ama gerçekleri biliyordu. Arda yara saracak bir adam değildi o yara açmayı seviyordu. "Kendine gel Yonca." Kelimeleri ağzında ezerek söylemişti. Gözlerimi kıstım ve başımı biraz eğdim görüntü gerçekten etkileyici görünüyordu. Arda, Nida ve Ecem'e başıyla işaret verip Yonca'yı buradan götürmelerini söyledikten sonra üzerine çevrilmiş tüm meraklı bakışlara tehditkar bir ifadeyle bakarak burada hala onun hüküm sürdüğünü göstermeye çalışırken bakışlarım bir kez daha Mert'i buldu. Ben ona baktım, o bana baktı. Yeşillerinin önüne inşa ettiği tuğlalar mavilerimin buzdan duvarlarıyla karşı karşıya kaldı. Yavaşça yukarı kavislenen dudaklarıma eşlik eden dudakları sanki beni taklid ediyordu. Bunu umursamadım. Kıvrılan dudaklarımı araladım ve az önce olanları yok sayarak, "Kahve?" diye sordum tıpkı aşağıda onun yaptığı gibi. Seslice güldü ve bu hoşuma gitti. İlk defa böyle gülmüştü. "Neden olmasın?" |
0% |