Yeni Üyelik
20.
Bölüm

Bölüm 20: Katil

@nickinci

Ellerimi lavaboya dayayıp saçlarımın arasından aynada kendime baktım. Ne geceydi ama. Gözlerimi kapatıp o ana geri dönmüştüm. Bir süre unutmamda mümkün değildi.

 

"Vaktim yoktu. Benim... ev ödevlerim vardı." Gerçekten daha iyi bahane bulamazdım. Fakat bunu söyler söylemez yüzündeki değişim görülmeye değerdi.

 

Biraz olsun gücümü toparlayınca kendimi yana atıp dizlerimin üzerinde oturmuştum. Önümde biriken karları avuçlayıp yüzüme bastırınca kendimi daha iyi hissetmiştim.

 

"Çok mu kötü gözüküyorum?" Bir süre düşünceli bir şekilde baktıktan sonra başını olumsuz anlamda salladı. Bu iyiydi. Karşısında yeterince güçsüz duruma düşmüştüm bir de ağzı gözü kan içinde karşısında oturamazdım.

 

"İyi misin?" Gözlerimi yere dikmekten vazgeçip tereddütlü bir şekilde ona baktım.

 

"İyiyim." Kalbimin gürültüsü artık kulaklarımda değildi. Daha iyiydim. Gerçekten iyiydim.

 

"Yarın gidelim."

 

"Nereye?"

 

"Hastaneye." Hastanelerden nefret ederdim. Çocukluğumun büyük bir kısmı hep orada geçmişti.

 

"Bak... gerçekten gerek yok ben-"

 

"Sen iyi değilsin Hazal! Ayakta bile duramıyorsun." Belki de hasta olduğumdan değil fazla tepki verdiğimden böyle oluyordu. Bu onun suçuydu ama! Bana küçük temaslarda bulunup dikkatli baktığı zamanlarda göz bebeklerini büyütüyordu.

 

Derin bir nefes aldım. Belki de onu suçlamayı bırakmalıydım. Zor olsa da yavaş yavaş kendime itiraf etmeye başlamıştım. Belki de ben ondan etkileniyordum. Gerçek anlamda etkileniyordum. Ve bu his... çok boktandı.

 

Sonrasında evdekiler çoktan odalarına çekildikleri için şanslıydım. Aksi takdirde beni böyle görmelerine izin veremezdim. En kötü onlar yatmaya gidene kadar dışarıda beklerdim. Her neyse bana odama kadar eşlik edip bir ihtiyacım olup olmadığını sorduktan sonra son olarak sabah için sözleşmiştik. Ve sabah çoktan olmuştu bile. Gece gözüme bir damla bile uyku girmediğinden düşünmek için yeterince vaktim vardı. Artık bu Anıl meselesini konuşup halletmeliydik. Burada kalmamız daha ne kadar doğru olurdu bilmiyorum.

 

Birkaç küçük tıkırtı duyunca hemen bedenime sardığım havluyu bir kenara atıp üzerimi giyindim. Savaş birazdan gelirdi. Elimle saçıma sardığım havluyu düşmemesi için tutarken banyodan çıkıp odanın içerisine bir iki adım attım. Gelen birisi vardı ama o değil.

 

"Günaydın." Gülüyordu ama bu sahte bir gülümsemeydi. Gözlerinde o her zamanki neşesi yoktu.

 

"Günaydın."

 

"Hazır mısın?"

 

"5 dakikaya inerim aşağıya." Başını sallayıp tam odadan çıkacaktı ki arkasından seslendim.

 

"Doruk!"

 

"Efendim."

 

"İyi misin?" Birkaç adımda yanına gidip dostça bir şekilde kolunu sıktım.

 

"Asıl bu soruyu benim sana sormam gerekiyor." Şaşırmıştım. Ne demek istedi şimdi bu?

 

"Neden?"

 

"Birazdan poposuna iğne yiyecek olan ben değilim de ondan." Elimi hemen kolundan çekip yumruk haline getirirken çoktan gülerek benden uzaklaşıp kapıya koşmuştu bile.

 

"Canını okumadan DEFOL!" O odadan çıkınca saçlarımın kopmasını umursamadan sinirli bir şekilde havluyu başımdan çektim.

 

İyi ki ona kimseye söyleme demiştim. Umarım Doruk'un ağzı sır tutmada sıkıdır. Kızların bu hastane işini bilmesini istemiyordum.

 

Saçlarımı tarayıp düzgünce ortadan ikiye ayırdıktan sonra havluyla hafifçe kuruttum. İnce telli oldukları için hızlı kuruyordu. Aynanın karşısında son hazırlıklarımı yaparken gözüm saçlarıma takıldı. Dikkatlice baktığımda saç rengimin giderek açıldığını gördüm. Bu hoşuma gitti. Toplamak yerine açık bırakmayı tercih ettim. Daha hızlı kururdu.

 

Odadan çıkmak için kapıyı açtığımda karşı odadan da Öykü çıktı. Biraz düşünceli gibiydi.

 

"Günaydın. Nasılsın?" Cevap vermeden yanımda yürümeye devam etti. Beni duymuyor muydu o?

 

"Hey! Öykü?" Önüne geçip elimi gözünün önünde sallayınca birden durup bana baktı.

 

"Ne oldu?" Kaşlarımı çatıp ellerimi belime koydum.

 

"Ne mi oldu? Sana sesleniyorum duymuyorsun. Asıl sana ne oldu?" Derin bir nefes verip sırtını duvara yasladı. Bu bir sorun var demekti.

 

"Anlat hadi sıkıntı ne?" Tekrar derin bir nefes aldı.

 

"Buraya geldiğimizden beri annemgille hiç konuşmadım. Benim için çok endişelenmişlerdir tatili yarım bırakıp buraya gelmelerinden korkuyorum. İlk işleri size gelmek olacak ve biz... dışarıda ki kötü adamlar-" gözleri dolu dolu olunca benimde gözlerim doldu.

 

"Tamam tamam sakin ol. Gel buraya." Onu kendime çekip sıkı sıkı sarıldım.

 

"Bir şey olmayacak tamam mı? Bizde yakın zamanda evimize dönüp normal hayatımıza devam edeceğiz."

 

"Ya o zamana kadar gelip de beni bulamazlarsa?" Başımı omuzundan çekip yüzünü avuçlarımın arasına aldım.

 

"Ben bir çaresini bulacağım tamam mı? Bugün annenle konuşacaksın." Gözleri bir anda parladı.

 

"Gerçekten mi?" Yüzündeki gülümseme görülmeye değerdi. Onları böyle gülerken görünce bende mutlu oluyordum. Ve bu gülümsemenin yüzlerinden bir an olsun eksik olmaması için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım.

 

"Evet. Bir şekilde sizi konuşturacağım. Sen şimdi sakin ol ve akşam benim gelmemi bekle tamam mı?"

 

"Nereye gidiyorsun ki!?" O sırada odadan İdil'de çıktı ve kaşları hafif çatık bir şekilde yanımıza geldi.

 

"Kim nereye gidiyor?"

 

"Bende tam size bunu söyleyecektim. Savaş'la ben birkaç şey için şehre ineceğiz. Sanırım Doruk'ta gelecek."

 

"Birkaç şey? Her şey dışarıdan geliyor zaten."

 

"Birkaç özel şey işte!" Erkekler duymasın diye sesimi kısabildiğim kadar kısmıştım.

 

"Haa! Özel diyorsun." Şirince gülümseyip başımı yukarı aşağı salladım.

 

"Savaş'ı telefonla konuşurken duydum. Şehre ineceğini anlayınca yakasını bırakmadım. Hem belki... bizim eve de uğrarız."

 

"Hayır hayır orası çok tehlikeli. Eminim evi gözetliyorlardır!"

 

"Sakin ol İdil. Güvenliğimizi tehlikeye atacak hiçbir şey yapmayız. Gitmeden önce ev güvenli mi diye birilerine baktırtırız." Tabi bundan daha Savaş'ın haberi yoktu. Eğer Doruk'u kendi tarafıma çekersem işim kolaylaşabilirdi.

 

"Tamam dikkatli olun."

 

"Sizin istediğiniz bir şey var mı?" İkisinin de anında gözleri parladı. Bakalım ne isteyeceklerdi.

 

"Tabletim!"

 

"Saç maşası!" Ne? Maşa mı?

 

Anladığım kadarıyla burada telefon doğru düzgün çekmiyordu tableti ne yapacaktı?

 

"Emin misiniz? Yani tek bir şey isteme hakkınız var ve bunlar mı gerçekten?"

 

"Biliyorsun saçlarım her şeyden önemli." Öykü sanki mahcupmuşçasına ellerini önünde birleştirip hafifçe öne doğru sallandı.

 

"Tamam saç maşası. Peki sen?"

 

"Önemli olan tablet değil içindeki çip."

 

"Ne çipi?" Yine ne haltlar karıştırmıştı bu?

 

"Anlatacağım ama kızmak yok." Öyküyle ikimiz kollarımızı önümüzde birleştirip anlat çabuk der gibi bakmaya başladık.

 

"Bu olanlar başımıza gelince bir gün eve baskın yiyeceğimizi biliyordum. Tabi bu kadar erken beklemiyordum her neyse. Eve kamera yerleştirdim."

 

"Ne!? Ne zaman?"

 

"Balo günü." Boğazını temizleyip devam etti.

 

"İyi ki de yerleştirmişim bu sayede eve giren adamları görebileceğiz." Bu kız tam bir dehaydı.

 

"Aferin!"

 

"Gerçekten mi?"

 

"Evet. Dediğin gibi sayende adamların kim olduğunu görebileceğiz. Bazen o aklın nasıl çalışıyor bilmiyorum ama-"

 

"Hazal?" Cümlemi bitiremeden merdivenleri koşarak çıkıp nefes nefese kalmış olan Doruk odağıma girdi.

 

"Hadi seni bekliyoruz."

 

"Tamam geliyorum... Sen niye koşuyorsun?"

 

"Canım öyle istiyor." Tekrardan koşarak merdivenlerden indi. Canı istiyor? Peki.

 

"Unutma. Tablet. Yastığımın altında olacaktı."

 

Hızlıca başımı sallayıp merdivenlerden indim. Kızlarla konuşmaya dalınca onları biraz fazla bekletmiş olabilirdim. Gece burnumdan akan kan neyse ki montuma bulaşmamıştı. Hemen montumu ve kenarda duran botları giyip cebime sıkıştırdığım bereyi başıma takıp dışarıya çıktım.

 

Siyah jeep'in önünde hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı daha da yakınlaşınca sadece Doruk'un konuşup Savaş'ı darladığını anladım.

 

"Gidebiliriz." Arabaya yaklaşınca Savaş derin bir nefes alıp Doruk'a göz ucuyla bir bakış attı.

 

"Nerede kaldın?" Anlaşılan Doruk kafasının fazlasıyla şişirmişti.

 

Arka koltuğa geçip ortaya oturdum ve kollarımı onların koltuğuna sardım. "Kızlara durumu açıklamaya çalışıyordum hani kimseye hastane işinden bahsetmeyecektik ya!" Göz ucuyla Doruk'a bakıp önüme döndüm ve aynada Savaş'la göz göze geldim.

 

"Bizi dinlemiş." Gözlerimi kısıp Doruk'a baktım. Sinsi! Birde yaptığı çok hoş bir şeymiş gibi sırıtarak yola bakıyordu.

 

"Su içmek için tam odadan çıkıyordum ki birde ne göreyim. Kapı pervazlarında fısır fısır-" cümlesini bitirmesine izin vermeden kolunu cimcikledim.

 

"Ahh! Beni düşüneceğine yiyeceğin iğneleri düşün." Kafamı anlamaz bir şekilde iki yana salladım.

 

"İğne olacağımı nereden çıkardın! Ayrıca öyle bir şey olsa bile iğneden korkmuyorum-" cümlemi tamamlamadan kafama bir şey dank etmiş gibi durdum. O ne oldu der gibi bakarken yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi. Tabi ya!

 

"Ama sen korkuyorsun. Hah!" Bu kesinlikle doğruydu çünkü aynadan baktığımda Savaş'ta gülüyordu.

 

"Bunu bildiğim iyi oldu." Doruk hızla bana dönerken kollarımı önümde birleştirip arkama yaslandım.

 

"Bu bir tehdit miydi?"

 

"Neden seni tehdit edecekmişim?" Şu an keyfim gayet yerindeydi. Doruk'la iyi eğleniliyordu.

 

"Her şeyde senden daha iyi olduğum için beni kıskanıyorsun."

 

"Dorukcum diyorum ki acaba şu saatten itibaren benimle uğraşmasan mı?" İğrenç bir yaratıkmışım gibi bana bakıp önüne döndü. Kendi kendime gülüp camdan dışarıyı izlemeye başladım.

 

Sanırım giderek şehre yaklaşıyorduk. Tek tük evler sıra sıra dizilmiş- evler! EV!

 

"Hastaneden sonra şey mi yapsak? Imm. Bizim eve uğrasak iyi olur aslında."

 

"Saçmalama!"

 

"Saçmalama!" Ne dedim ki şimdi? Savaş zaten her şeye olumsuz cevap verdiği için onu geçip Doruk'a yaklaştım. Tırnaklarımı inceliyormuş gibi yapıp yavaşça mırıldandım.

 

"Demek iğneden korkuyorsun. Tamda hastaneye gidiyorduk." Işık hızıyla arkasını dönerken ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Yüzüme psikopat bir gülümseme yerleştirip alttan alttan ona baktım. Gayet ciddiydim.

 

"Ben adamları ariyim önden gidip bir baksınlar eve." Bunu söylerken ve telefonundan numaraları tuşlarken Savaş'a kaçamak bakışlar atıyordu. Savaş ise hafifçe gülerek başını iki yana sallayınca bende keyifle arkama yaslandım. Bu gidiyoruz demek oluyordu.

 

Yolun geriye kalan 1 saatlik zaman diliminde çok konuşmamıştık. Sonunda büyük bir hastanenin önüne arabayı park edince ikisi de aynadan bana baktı.

 

"Ne?" Onlar böyle yaptıkça korkmaya başlıyordum. Altı üstü küçük burun kanamalarıydı. Önemli bir hastalık çıkacağını sanmıyordum. Sadece muayene olup çıkacaktım. Sadece 5 dakika sürecekti o kadar...

 

"Bir şeyim yok iyiyim ben. Sizde göreceksiniz şimdi. Bir an önce bitsin bu iş!" Arabadan inip dışı gösterişli içi kalabalık duran hastaneye baktım. Burası bayağı ama bayağı büyüktü.

 

"Buraya kayıt olduğum anda düşmanlar başımıza üşüşmez mi?"

 

"Kayıt olacağını kim söyledi." Ne? Ne demekti o şimdi?

 

Savaş yanımdan geçip yürümeye başlayınca sol arka çaprazımda kalan Doruk'a baktım.

 

"Ne demek istedi o şimdi?" Yanıma gelip kolunu omzuma attı ve yürümeye başladık.

 

"Başını biraz yukarılara kaldır. Anlayacaksın." Ne?

 

Dediğini yapıp yukarıya doğru baktım ama güneşten dolayı anında gözlerimi kısıp önüme döndüm.

 

"O kadar yukarıya değil aptal! Hastanenin ismini kastediyorum."

 

Özel Kılıçoğlu hastanesi! Ne!? Birde hastaneleri mi vardı? Oha! Gerçi ne diye bu kadar şaşırıyorsam adamların Yeraltı şehri vardı.

 

Savaş'ı takip edip hastaneden içeri girdik. Önümüze çıkan ilk asansöre binip 15. Kata çıktık. Bu kat girişe göre çok daha sakindi. Önüne geldiğimiz kapıya sakince tıklatıp içeri girdik.

 

Şok üzerine şok yaşıyordum resmen. Adam şehri yönetmekle kalmayıp birde hastanede başhekimlik yapıyordu. Masa başındaki sandalyede oturmuş telefonla konuşan patron bize bakıp eliyle oturmamızı işaret etti. Yeraltında can alan adamın burada can kurtardığına inanmakta bir hayli güçlük çekiyordum.

 

Şaşkınlıkla yanımda oturan Doruk'a baktım.

 

"Patronun ikizi falan mı?" Karşısındaki adama hayranmışcasına bakıp cevap verdi.

 

"Hayır. Karşındaki tam olarak Levent amca. Daha şaşırmak için çok erken Hazalcım. Onda daha ne sürprizler var bir bilsen."

 

Telefonla konuşması biten patron bize dönüp hafifçe gülümsedi. Gözüm yavaşça masanın ortasında duran isimliğe kaydı. BAŞHEKİM: Levent Kılıçoğlu.

 

Hepimizde gözlerini gezdirip en son tekrar bana döndü ve gözlerini bana sabitledi.

 

"Bizi yalnız bırakın." Ne yalnız mı? Hayır hayır hayır ne kadar baloda bana yardım etmiş olsa da bu adamla yalnız kalmak istemiyordum. Savaş ve Doruk lafı ikiletmeden odadan çıkınca kendimi kurdun karşısında yem olmayı bekleyen kuzu gibi hissettim.

 

"Anlat bakalım ne oldu?" Sesi yumuşaktı.

 

"Burnum kanadı o kadar." Kendimi o kadar sıkıyordum ki...

 

Patron hafifçe kıkırdayıp yerinden kalktı ve yanıma oturdu. Gerginliğimi hissetmiş olmalıydı.

 

"Öncelikle rahat ol. Normalde buraya pek uğramam ama senin için buradayım. Sağlığın için." Sesi o kadar yumuşak ve güven doluydu ki. Belki de iyi biriydi.

 

Hayır hayır gözünün önünde korumasını öldürdü unuttun mu!? O iyi birisi değil.

 

"Baştan anlat. En başından." Başımı hafifçe sallayıp yumruk olarak sıktığım ellerimi açıp dizimin üstüne koydum.

 

"İlk olarak geçtiğimiz haftalarda kötü bir haber aldım ve hayatımda ilk defa panik atak geçirdim."

 

"Hıhı."

 

"Sonrasında bir dövüş sonrası ilk başta iyi olmama rağmen bir anda elim ayağım titredi ve bayıldım. Normalde hiç böyle olamam. "

 

"Devam et."

 

"Sonra... okuldaydım ve neden olduğunu bilmediğim bir şekilde içimi kötü bir his kapladı. O zaman burnum şiddetli bir şekilde kanamıştı. Son olarak da dün burnum tekrar kanadı ve bir anda bacaklarım beni taşıyamaz hale geldi."

 

Tek kaşı hafif yukarıda düşünceli bir şekilde bana bakıyordu.

 

"Hasta mıyım?"

 

"Bunu söylemek için daha çok erken. Bir kaç kan tahlili gerekiyor ve MR çektirelim."

 

"MR mı?"

 

"Korkulacak bir şey değil." Dizime iki kez vurup ayağa kalktı. MR ne demek biliyordum. Daha önce de Sevim annem birkaç defa girmişti.

 

"Gel bakalım." Onu arkasından takip edip odadan çıktım.

 

"Biriniz şekerli bir şeyler alıp gelsin."

 

"Ben giderim." Doruk asansöre doğru giderken bizde Savaş'la Patronun arkasından yürümeye başladık. Bana baktığını hissedince başımı çevirip ona baktım. Gözlerinin içi biraz kızarmış gibiydi.

 

"Uyumamışsın." Hafifçe gülüp cevap verdim.

 

"Sende." Patron hafifçe omzunun üstünden bakınca önüme döndüm. Bu adam hakkındaki düşüncelerim karma karışık olmuştu.

 

Yaka kartını kenardaki manyetiğe tutunca kapı iki yana doğru sürüklenerek açıldı. Karşı yoldan gülerek bize doğru gelen hemşire tam önümüzde durdu.

 

"Özel hasta mı efendim?" İkisi de bana küçük bir bakış atıp önlerine döndüler.

 

"Öyle. MR odasını hazırlayın. Sonrada kan alınacak. Herkesi topladın mı?"

 

"Evet efendim. Hepsi odada sizi bekliyor."

 

Büyük beyaz bir kapının önüne gelince durduk.

 

"Sen kızı hazırla." Hemşire kapıyı açıp eliyle bana yol gösterdi. Kapıdan girdikten sonra son kez arkamı dönüp Savaş'a baktım ama o babasına bakıyordu ve mutlu gözüküyordu. Babasını seviyordu... Ne saçma bir düşünceydi bu. Severdi tabi. Bende severdim... babamı.

 

Kadınla beraber uzun bembeyaz koridorda tek başımızaydık.

 

"Başhekim için gerçekten önemli biri olmalısınız." Hiç sanmıyorum.

 

"Bunu nereden çıkarttınız?"

 

"Özel hastasınız da ondan."

 

"O ne oluyor?"

 

"Yani hastanedeki her şeyden fazlasıyla yararlanabileceksiniz ve bunun için sizden hiçbir ücret tahsil edilmeyecek. Hatta kaydınız bile bulunmayacak ve bu bir şekilde ortaya çıkarsa hastanenin adına hiç iyi olmaz. Ayrıca şu an hastanenin en iyi doktorları bir odada toplanmış sizi bekliyor." Wow. Gerçekten benim için miydi bunlar? Ya da Savaş istedi diye. Belki de Patron için değil de onun için özeldim.

 

Başımı iki yana sallayıp bu saçma düşünceden sıyrıldım. Gerçekten saçma bir düşünceydi. Aramızda hiçbir şey yoktu neden onun için özel olacaktım ki. Arkadaş bile olduğumuzdan emin değilim. Sadece ortaktık.

 

Hemşireyle bir kapının önünde durup o anahtarla açınca içeri girdik. Hasta odası gibi bir şeydi. Çekmecenin birinden hastane elbisesi çıkartıp yatağın üzerine koydu. Alt çekmeceden ise terlik çıkarttı.

 

"Bunlara gerek var mı gerçekten?"

 

"MR için gerekli."

 

"Siz giyinin ben kapıda bekliyorum." Başımı sallayıp o odadan çıkınca yatağın üzerine oturup yüzümü avuçlarımın içine gömdüm. Biraz korkmaya başlamıştım. Hastanenin en iyi doktorlarına ihtiyaç var mıydı gerçekten? Derin bir nefes alıp bereyi başımdan sıyırdım. Hemşireyi daha fazla bekletmemek için hızlıca verdiği elbiseyi giydim.

 

Tek kapaklı dolabın aynasından kendime baktığımda sanki... sanki ben... akıl hastanesinden çıkmış gibiydim. Kısa kollu ve diz kapağımın bir karşı altında biten mavili beyazlı elbise, kızarık gözler, hafif ıslak bıraktığım için kendiliğinden kuruyup hafif kabaran saçlarım ve beyaz çoraplarımla tam bir hasta gibiydim.

 

Bir an önce buradan çıkmak için hızlandım. Saçlarımı ellerimle yatıştırıp odadan çıktım. Kadın gülerek bana baktı ve geldiğimiz yola geri dönüp yürümeye başladık. Girdiğimiz beyaz kapıdan geri çıkıp hemen yandaki asansörün gelmesini bekledik. Asansör gelince bindik ve 13. kata gelince indik.

 

Koridorun sonundaki kapının üzerinde izinsiz girmeyiniz! Yazıyordu. Biz kimseden izin almadan girmiştik. Koridorun sonuna kadar yürüyüp sağa dönünce Savaş ve Doruk kenardaki koltuklara oturmuş bekliyorlardı. Beni ilk gören Doruk oldu ve Savaş'ın kolunu dürttü. Yanlarına gidene kadar ikisi de normal bir şekilde bakıyordu ta ki önlerinde durana kadar.

 

Doruk kucağındaki meyve suyunu ve bisküvileri bırakıp oturduğu yerden kalktı, etrafımda bir tur döndü ve tam önümde durdu.

 

"Ne yapıyorsun?" Gözlerimi devirdim.

 

Bir şey demeden birkaç saniye durdu ve sonrasında beni küplere bindirecek o hareketi yaptı. Boğazından değişik bir ses çıkartıp hunharca gülmeye başladı.

 

"Sus yoksa sana terlikle dalarım!" Sustu ama hala kendini gülmemek için zor tutan bir hali vardı. Kollarımı önümde birleştirip kaşlarım çatık Savaş'a baktım ve sende mi bakışı attım. Gülmüyordu ama önceden gülmüş gibi tipi vardı. Ne vardı bu kadar gülecek!

 

"Sen onlara bakma güzelliğinden bir şey kaybetmiş değilsin." Patron yanıma gelip elini sırtıma koydu ve beni ilerletmeye başladı. Diğer iki aptalda arkamızdan geliyordu. Bu dediği tam olarak ne anlama geliyordu anlayamamıştım. İyi bir şey miydi? Hala güzelsin demek mi istemişti? Güzel miydim?

 

"Şimdi bir makineye yatacaksın ve içerisi çok gürültülü olacak tamam mı?" Cevap vermek yerine başımı salladım.

 

"Korkulacak hiçbir şey yok. Birazcık beynini inceleyeceğiz o kadar. Uzun sürebilir sakın uyuyayım deme." Uyumak mı? Bütün gece uyumamıştım ve üşüyordum bu da benim uykumu getiriyordu.

 

Bir odadan içeri girdik. Küçük bir odaydı ve çevresinde kablolar olan büyük bir makine vardı. Odanın bir duvarının küçük bir kısmı camla kaplıydı ve arkasında birkaç tane beyaz önlüklü adam ve iki aptal duruyordu.

 

Savaş'la göz göze gelince bir iki saniye durdum. Sanırım biraz korktuğumu anlamıştı. Yüzü sabit duruyor gibi gözükse de bu güven verici ifadesiydi. Hafif bir tebessüm edip önüme döndüm ve bu seferde patronla göz göze geldim. Bu adamda hep bakışmalarımızı yakalıyordu.

 

"Uzan hadi." Gösterdiği yere uzandım. Başımın üstündeki yarım ay şeklinde ki bölgeyi ileri geri hareket ettirip camdan onay bekliyordu. Sonunda tutturunca sarı ışık açıp son kez bana baktı.

 

"Soracağın bir şey var mı?"

 

"Yok." Gülerek odadan çıktı. Bu adam bana karşı neden bu kadar iyi davranıyordu ki. Sanki zamanında bizi ölümle tehdit etmemiş gibi.

 

Makineden yüksek ses gelmeye başlayınca elbisenin kenarlarını sıkmaya başladım. Bu çok gericiydi. Bir an önce bitmesi için içimden Sevim annemin öğrettiği bütün duaları okumaya başladım. Ses o kadar gürültülüydü ki sanki canımı yakıyormuş gibi gözlerimi sıkı sıkı kapatıp yüzümü buruşturdum.

 

Dakikalar sonunda ses kesilince odaya birinin girdiğini duydum. İlk önce sarı ışık kapandı sonrasında ise yarım ay şeklinde ki cihaz hareket ettirilip başımın üzerinden çekildi.

 

"Nasıldı?" Hemşire 32 diş sırıtarak sırtıma destek olup kalkmama yardımcı oldu.

 

"Berbat." Yüzümü buruşturarak cevap verdim.

 

"Ee hasta mıymışım?" Kadının sürekli gülmesi sinirimi bozmaya başlamıştı. Bugün ben hariç herkes gülüyordu.

 

"Ben bir şey söyleyemem." Odadan çıkıp kenardaki koltuğa oturup diğerlerini beklemeye başladım. Benim girdiğim odanın hemen yanında olan diğer odanın kapısı açıldı. Önce patron çıktı ve göz kırparak önümden geçti. Arkasından diğer doktorlar çıktı en arkadan da Savaş ve Doruk geliyordu. Savaş her zamanki normal ifadesiz suratıyla gelirken Doruk biraz endişeli duruyordu. Onu öyle görür görmez kalbim biraz korku ve endişeyle hızlanmıştı. Kötü bir şey mi vardı? Hasta mıydım?

 

Önümde eğilip dizlerime koyduğum ellerimi tuttu. Gerçekten de üzgün duruyordu.

 

"Hazal..." derin bir nefes alıp verdi. Kesin bir şey vardı. Kesin hastaydım. Ölecek miydim yoksa?

 

"Ne oldu?" Şimdiden sesim kısılmış ve titremişti.

 

Doruk gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. Ne oluyor gibisinden yanımda dikilen Savaş'a baktım.

 

"Malesef..." diye devam etti Doruk. Gözlerimi kapatıp sakin olmaya çalıştım.

 

"Söyle hadi." Tamam hazırdım. En kötü ne olabilirdi ki. Bunu kaldırabilirdim.

 

"Malesef beynin yok." İstemsizce tuttuğum nefesimi yavaşça bıraktım. Ne? Dolan gözlerimi yavaşça açıp ne demek istediğini anlayamadığım Doruk'a baktım.

 

"Ne?" Gülerek karşılık verdi.

 

"Beynin yok."

 

"SEN BENİMLE DALGA MI GEÇİYORSUN!" Yüz ifadesi anında ciddileşirken hiç düşünmeden boğazına sarılıp onu yere yapıştırdım. Bildiğim bütün küfürleri hiç çekinmeden ardı arkasına sıralarken attığı çığlıkları hiç umursamadan boş bulduğum her fırsatta bir yerlerine geçiriyordum.

 

"Savaş yardım etsene lan!" Tabii ki de şu ana kadar beni haklı bulan Savaş kılını bile kıpırdatmamıştı ta ki o sürekli sırıtan hemşirenin cırtlak sesi duyulana kadar.

 

"Ne oluyor burada! Hemen güvenliği çağırıyorum!" Karşımda ayakta duran hemşireye saçlarımın arasından hırlayarak baktım. Elindeki telefonu korkuyla indirip cebine koydu.

 

"Yeter bu kadar." Savaş arkamdan kollarımı tutup çekmeye başladı.

 

"Bırak Savaş yetmez! Mahvedeceğim onu!" Üzerinden kalktığım anda nefes nefese kalmış bir halde yerden kalkıp hemşirenin arkasına saklandı.

 

Ben Savaş'tan kurtulmak için debelenirken Doruk çoktan gözden kaybolmuştu bile. Nasıl olsa eve beraber dönecektik.

 

"Çocuktan bir farkınız yok." Sonunda kollarımı bıraktığında birkaç hareketle önüme gelen saçlarımı düzelttim ve sonrasında ellerimi önümde bağlayıp kaşlarım çatık bir şekilde ona baktım.

 

"Yaptığını görmedin mi!?"

 

"Bu kadar korkacağını bilseydi yapmazdı." Ben sinirli sert ses tonumla konuşurken o gayet sakin cevap veriyordu.

 

"Korkmadım! Sadece kendimle dalga geçilmesinden hoşlanmıyorum." Öyle bir korkmuştum ki...

 

Sessizce tamam dedi ama aynı zamanda inanmıyormuş gibi bakıyordu.

 

"Şöyle bakıp durma!"

 

"Bak ne diyeceğim..." Kolunu omzuma attı ve koridorda yürümeye başladık. Bu hareketine bir şey demedim. Şu andan itibaren daha çok bana olan temasıyla ilgilenmeye başlamıştım.

 

"Biraz sakin ol. Kan vereceksin şimdi güçsüz kalabilirsin. Güçsüz olmaktan nefret ediyorsun değil mi?" Yavaşça yutkunup ona baktım. Cevap vermek yerine sadece başımı salladım. Tek istediğim bir an önce bu hastaneden çıkıp rahat bir nefes almak. Tabi birde o kolu oradan indirmesi gerekiyordu.

 

"Şöyle geçin lütfen." Kadın benimle göz göze gelmekten çekiniyordu.

 

Gösterdiği koltuğa oturup çekmeceden iğne alışını izledim. Gördüğüm kadarıyla çekmecede birkaç tane daha pakette iğne vardı. Doruk için çaktırmadan bir tanesini aşırmalıydım. Bu zor olamazdı.

 

 

Hastaneden çıktığımızda vakit çoktan öğleni geçmişti. Kan alma işleminden sonra Patronla kısa bir görüşmenin ardından çıkabilmiştik. Arka koltuğa yerleşirken heyecanla öne eğildim.

 

"Gidiyoruz değil mi?"

 

Savaş cevap ister gibi Doruk'a baktı.

 

"Bekleyin 1 dakika." Telefondan birini arayıp kısa bir görüşme yaptıktan sonra bana döndü.

 

"Gidiyoruz." Sevinçle omzuna yavaşça vurup arkaya yaslandım. Sonunda evime kavuşacaktım.

 

"Bu iyiliğimi de unutmazsın artık."

 

Bana yaptığını hiç unutmayacaktım gerçekten. Kollarımı önümde bağlayıp dışarıyı izlerken o ana geri gittim. Korktuğumu çok mu belli etmiştim? O öyle endişeli gelince anlamıştım zaten bir şeyler olduğunu bir de üzerine karşıma geçip o şekilde konuşunca... zaten gergindim yattığım makinede insanı korkutan cinstendi bir an için içinde kilitli kalabileceğimi bile düşünmüştüm... off! Kendimi haklı çıkaracak sebepler bulmayı bıraktım. Yine fazla tepki vermiştim sanırım. Kendimi frenlemeliydim.

 

Araba durunca düşüncelerimden sıyrılıp boynuma dolanan saçlarımı geriye attım. Sokağın ortasındaki büyük, beyaz yer yerde kahverengi olan evime baktım. Dışarıdaki posta kutusunun kapağı açıktı ve rüzgardan dolayı sallanıp duruyordu. Gıcırtısını buradan bile duyabiliyordum.

 

Evin oralarda dolaşan siyah takımlı bir adam arabaya doğru gelmeye başlayınca Savaş ve Doruk inmek için hazırlandı. Ne ara taktığımı bilmediğim emniyet kemerini çözüp bende dışarıya çıktım.

 

"Tolga durum ne?"

 

"Geldiğimde mutfak kapısı açıktı içeriyi kontrol ettim kimse yok. Fakat ev fena dağılmış durumda." Ne? Evden ne istediniz be vicdansızlar.

 

"Saol." Savaş oğlanın omzuna iki kere vurup eve doğru yürümeye başladı. Doruk'la bende arkasından onu takip ediyorduk. Yanımda sallana sallana yürüyen Doruk'a baktım. O da bana baktı. Tekrar ona baktım, tekrar baktı. Özür dilemeliydim. Öfkeme yenik düştüğümde canını biraz yakmış olabilirdim. Tekrar ona baktım.

 

"Neden mal gibi bakıp duruyorsun?" Ne? Şaşkınlık içinde tekrar önüme döndüm. Mal mı?

 

"Özür dilemeye çalışıyordum!"

 

"Ne özrü?"

 

"Canını acıttıysam diye." Şirince gülümseyip kolunu omzuma attı.

 

"Acımadı desem yalan olur. Ama ben kaşındım." Gülerek ona baktım.

 

"Bu doğru."

 

"O zaman..." boşta kalan elini öne doğru uzattı.

 

"Ölümüne kankayız." Kahkaha atarak ciddi mi diye ona baktım.

 

"Hadi!" Başımı hızlıca sallayıp elimi elinin üzerine koydum.

 

"Ooo! ÖLÜMÜNE KANKAYIZ!" Gülerek başımı iki yana salladım. Salaktı ama artık onu seviyordum. Hatta bu 3'lü grubu komple seviyordum. Yakın zamanda benimsemiştim onları. Ayrıca hepsine borçluydum. Onlar olmasaydı çoktan kötü adamların eline düşmüştüm ve belki de çoktan ölmüştüm.

 

Evin bahçe kapısına gelince ilk olarak posta kutusunun kapağını düzelttim. Tahtadan yapılmış çiti itekleyip bahçeye ilk adımımı attım. İdil'in her gün özenle bakım yaptığı çiçekler solmuştu. Kenarda duran gül saksıları kırılmış ve kırık parçaların içi karla dolmuştu. Bahçe tek kelimeyle talan olmuştu. Ama neden? Neden bunu yapmışlardı? Neyi ispatlamaya çalışıyorlardı?

 

Derin bir nefes alıp verandaya çıktım. Kapının kilit yeri kırılmıştı ve arası azıcık açılmıştı. Kapıyı tamamen açtığımda gördüğüm manzara beni şok etti. Şaşkın bir sekilde onlara bakıp tekrar önüme döndüm. Kenara astığımız bütün montlar yerde sürünüyor küçük ayakkabı dolabı ise devrilmiş ve içindeki birkaç ayakkabı dışarıya taşmıştı.

 

"Bu kadar beklemiyordum." Doruk omzumu sıktı.

 

"Herkesin başına gelebilir." Onu ciddiye almadığımı belirten bir bakış atıp içeriye girdim. kimsenin başına birden bire böyle bir şey gelmezdi. Savaş'ta arkamdan ona söylenerek geliyordu.

 

Salona açılan kapıyı itekleyip hızlıca içeriye girdim. Oha! Tek kelimeyle oha! Burası salon olmaktan çıkmıştı. Koltuklar ve masa devrilmiş, sandalyeler kırılmış bütün çerçeveler kırık bir şekilde yerde duruyordu. Hızlıca duvarın dibine gidip düşüp ters dönmüş çerçeveyi elime alıp üzerindeki camları tek seferde elimin tersiyle ittim.

 

"Şerefsizler!" Çerçeveyi geri yerine asıp gözlerim dolu dolu baktım. Annemle babamın düğün fotoğrafıydı. Annem bu fotoğrafı çok severdi. Her gün eline alıp uzun uzun bakar temiz olsa bile tekrar tekrar silerdi. Benim için maneviyatı büyüktü.

 

Yanımda birinin varlığını hissedince avcumun içiyle akmaya hazır gözyaşlarımı sildim. Kızarık gözlerimle alttan alttan Savaş'a bakıp akan burnumu çektim.

 

"Birkaç şey alıp hemen geleceğim." Cevap vermesini beklemeden rüzgar gibi yanından geçip koşarak merdivenleri tırmandım. Duygusallaşmayacaktım. İlk iş olarak İdil'in odasına girdim. Tabii ki de her yer her yerdeydi. Tabletinin yastığının altında olduğunu söylemişti ama ortada yatak bile yoktu. Yerdeki karmaşanın arasından sonunda kenarı hafif çatlamış olan tableti bulup çıkardım. Hala prizde takılı olan şarj aletini de alıp kenara koydum. Dolabın kapağını açıp ilk bulduğum sırt çantasının içine aldıklarımı sıkıştırıp banyoya girdim. Koca dolabı bile devirmişlerdi. Yerde duran saç maşasını da çantaya atıp çıktım odadan. Hemen kendi odama geçip yatağın altına sakladığım emniyet dosyasını aldım. Neyse ki yerinde duruyordu. Polisler her an fark edebilirdi ve ilk iş olarak buraya geleceklerdi. Büyük ihtimalle evi de aramak isteyeceklerdi. Dosyayı çantaya atıp komodinin çekmecesini açtım. Çekmecenin içi dağılmıştı ama aradığım şey içindeydi. Çok sakar olduğum için sürekli telefonum elimden düşer ve kırılırdı. Bende en son eve bir kaç tane telefon depolamıştım. Ne olur ne olmaz diye çekmecede ki iki kutu telefonu çantaya attım. Bir de bunlara hat lazımdı. Bu Anıl meselesinden sonra numaramı değiştirmek için yeni hat almıştım ama daha kullanma fırsatım olmamıştı. Çekmecenin içinde duran hattı alıp onu da çantaya attım. Son olarak hala komodinin üzerinde duran aile fotoğrafımızı da alıp çantaya attım. Alacaklarım bu kadardı.

 

Ayağa kalkıp yerde kırılmış olan parfüm şişeme baktım. En sevdiğim parfümümdü. Odaya son kez göz gezdirip çıkmak için arkamı dönmüştüm ki duyduğum sesle olduğum yerde kaldım. Banyonun kapısı gıcırdayarak açıldı. Sanırım! Arkamda! Birisi! Vardı!

 

Önce birkaç ayak sesi duydum sonrasında ise silahın soğuk namlusu ensemle buluştu.

 

"Ellerini yavaşça yukarı kaldır." Sakin kalmaya çalıştım. Hani evde birileri yoktu!

 

"Şimdi yavaşça yüzünü göster bakalım. Minik kuşumuz sen misin?" Dediğini yapıp yavaşça arkamı döndüm. Bu adamı ilk defa görüyordum.

 

"İşte buradasın. Seslerinizi duyana kadar buraya geleceğinizi düşünmemiştim. Sana dair ipucu ararken seni buldum. Anıl seni gördüğüne çok sevinecek." Demek Anıl'ın adamıydı. Sol elinin parmağında da gümüş yüzük vardı.

 

"Benden ne istiyorsunuz?" Anlımın ortasına silah tutulurken sesimin titremesine engel olamıyordum.

 

"Hazal! Hazır mısın?" Adamla aynı anda kapıya doğru baktık.

 

"Sakın ses çıkarayım deme!" Kapıya doğru atak yaptığım anda saçımdan tutup beni yatağa fırlattı. Bir yandan eliyle ağzımı kapatıyor bir yandan silahla korkutmaya çalışıyordu. Onlara canlı olarak lazımdım artık bundan emindim o yüzden elinde ki silahtan korkmuyordum. Bir yandan ellerimle dudaklarıma bastırdığı ellerinden kurtulmaya çalışıyor bir yandan da bacaklarımla onu tekmelemeye çalışıyordum. Sonunda boşluk bulduğum ilk anda müstehcen yerine tekmeyi geçirip onu üzerimden atabilmiştim.

 

Hemen kapıya koşup odadan çıktım. Merdivenlerin başına geldiğimde bir yandan koşuyor bir yandan da bağırıyordum.

 

"Savaş! Doruk!" Merdivenlerin bitmesine 4 - 5 basamak kala silah sesini duydum. Attığım çığlık bacaklarımın birbirine dolaşıp son basamaklarda yuvarlanmamla son buldu.

 

"Ahh!" Güçlükle kendimi toplayıp parkenin üzerine oturabilmiştim. Elim kanlı bileğime giderken acı içinde bağırdım. O silahı kullanmayacağından o kadar emindim ki... ama adamın sıktığı kurşun bileğimi sıyırmıştı.

 

Savaş anında yanıma gelip yere eğilirken ben dehşet içinde merdivenlerin başında duran adama bakıyordum.

 

"Ne oldu!? Bana bak! Hazal!" Yüzümü avuçlarının arasına alıp kendime gelmem için sallıyordu.

 

"O ses neydi!?"

 

"A-adam. Yukarda. Si-silah!" Hıçkırıklarım arasından zorla konuşup korkudan elini tuttum. Başını arkaya çevirip adama baktı ve küfür ederek tekrar bana doğru döndü.

 

"Bizi öldürecek." dedim sesim titrerken. Eli ilk önce sakince beline gitti ama boş döndü. Silahı yoktu. Kendime hakim olamayıp küçük hıçkırıklarla ağlamaya devam ettim.

 

"İstediği benim. Sen kaç!" Zor duyulacak bir şekilde fısıldadım.

 

"Kimse bir yere gitmiyor." Adam artık dibimize kadar gelmişti. Ben hala yalvarırcasına Savaş'a bakıyordum. Bir şekilde buradan çıkıp kurtulabilirdi.

 

"Bir yere gittiğim yok!" Başımdaki bereyi alıp bileğime bastırdı.

 

"Kızın yanına geç otur!" Silahı Savaş'ın başına dayadı ve harekete geçmesi için ittirip duruyordu. Çenesi gerilirken adamın dediğini yaptı. Tuttuğum elini bırakmadım. Bırakırsam son kalan gücümü de kaybederdim.

 

"Diğeri nerede?"

 

"Burada şerefsiz herif!" Ardından bir şeyin parçalanma sesi geldi. Bazı parçalar bizim yüzümüze sıçrarken Savaş başımı kendine doğru çekip kollarını etrafıma sardı. Bir kolum aramızda kalmıştı ama diğer kolumla bende onun başını korudum ve tehlike geçse de o beni bırakana kadar bırakmadım. Bırakmak istemedim. Birden hissettiğim şeyle gözlerim fal taşı gibi açıldı. O benim başımı mı öpmüştü? Yoksa bana mı öyle geliyordu? Bir şey hissettim ama ne? Başında olan elimi yavaşça omzuna indirdim ve başımı kaldırıp ona baktım. Acaba bazı şeyler için umutlanmalı mıydım? Ya da her şeyi akışana bırakıp olacakları beklemeli miydim?

 

"Ahh!" Adamın sesini duyunca korkuyla yere baktım. Tam bayılmamıştı. Kanayan ensesini tutup yarı baygın kıvranıyordu.

 

"Umarım bu önemli bir şey değildir?" Doruk gövdesi parçalanmış olan biblonun kafasını gösterdi.

 

"Babam onu açık arttırmadan almıştı. 2 milyon dolar." Ağzı yavaşça yere yaklaşırken elinde tuttuğu kafayı nazikçe merdivenin üzerine koydu.

 

"Özür dilerim." Gülerek baktım. Benim için hiçbir değeri yoktu.

 

"Hayatımızı kurtardın aptal." Önümde iki seksen yatan adamın bacağına tekme atıp Savaş'ın yardımıyla ayağa kalktım.

 

"Üzerine basabiliyor musun?"

 

"Evet. Sıyırmış gibi duruyor." Tabi bu acımadığı anlamına gelmiyordu. Zaten bir olay olduğunda yara almadan çıksam şaşacaktım. Yavaşça eğilip bileğimi yakından inceledim. Sanırım kurşun sıyrığı değildi. Merdivene baktım. Kurşunun geldiği yer azıcık parçalanmıştı bileğimi de düşerken oraya sürtmüş olmalıydım.

 

Doğrulacağım sırada gözüm adama takıldı. O pislik hala ayıktı ve silahına mı uzanmaya çalışıyordu!? Ani bir refleksle ayağımın acısını umursamadan Savaş'ı itip adamın az daha alacağı silaha tekme atıp ondan uzaklaştırdım.

 

"Demek bizi öldürecektin haa! Pislik herif!" Hiç düşünmeden Doruk için sakladığım iğneyi montumun cebinden çıkartıp adamın göğüsüne sapladım. Doruk'un gözü korksun diye hemşire çıkınca rafta duran şişelerin birinden içine çektiğim turuncu sıvıyı sonuna kadar adama enjekte ettim. Adam önce nefes almakta biraz zorlandı sonrasında ise kafası küt diye yana düştü. Ne yaptığımı anlamam birkaç saniye sürdü. Sonrasında ise elimi bir şey yakmış gibi adamın yakasından çekip ondan uzaklaştım.

 

"Hahh! SİKTİR! Öl-öldürdüm onu!" Ellerimi boynuma götürüp boğuluyormuşcasına orada gezdirdim. Ne yaptım ben!

 

"Öldü mü?" Çığlık atıp geri geri gittim ve arkamda duran Savaş'a sarıldım. Nefes alamıyordum. Sanki nefes almayı bilmiyormuş gibiydim.

 

"Yok yok! Ölmemiştir!" Doruk hızlıca adamın nabzını kontrol etti. Önce Savaş'a sonra bana baktı. Şaşkındı.

 

"Ölmüş mü? Doruk! Cevap ver öldü mü?" Ağzından o kelime çıkmasın diye yalvarırcasına baktım. Ben öyle baktım diye mi bu cevabı verdi yoksa doğruyu mu söyledi bilmiyorum ama içim hiç rahat değildi.

 

"Yaşıyor." Derin bir nefes alıp Savaş'tan ayrıldım ve sırtımı duvara yasladım. Ne yaptığımı bilmiyor gibiydim. Gözyaşımı elimin tersiyle silip bir süre boşluğa baktım. Birden kontrolümü kaybedip yaptığım şeye bak. Ya ölseydi? Sırtımı dayadığım duvarda kayarak yere oturdum. Sağlam ayağımla bileğime yapışmış olan bereyi ittirdim. Kanaması durmuştu. Acıyı da artık bileğimde değil kalbimde hissediyordum.

 

Başımı yavaşça kaldırıp diğerlerine baktım. Evin içinde ölüm sessizliği vardı. Adama dikkatlice baktığımda ağzının kenarında biriken beyaz köpük gibi sıvıyı gördüm. Sürekli hayalini kurduğum okyanusun ortasındaki Ada'mın kıyısına balıklar feryat ederek vuruyordu. Geri dönüşü olmadığını biliyorlardı. Yine de tekrar denize dönmek için çırpınmıyorlardı bile. Sol gözümden onları yaşatmak için son bir damla daha aktı. Geri dönmüyorlardı. Gün batıyordu. Okyanus çoktan koyu kızıllığa bürünmüştü. Hala ona baktığımı gören Savaş yanıma gelip adamı görmemem için başımı başka tarafa çevirdi.

 

"En çok korktuğum şey başıma geldi Savaş."

 

"Değilsin."

 

"Öyleyim."

 

"Hazal-" bana uzanan elini sinirle ittirdim.

 

"Beni kandırmaya çalışma! Ne yaptığımı gayet iyi biliyorum. Ne olduğumu da. Katilim!" Okyanusun kızıllığı gün batımdan değil elime bulaşan kandandı.

 

"Ve ne yapacağımı bilmiyorum."

 

"Sen-"

 

"Ben bir katilim!" Başımı dizlerime dayayıp hıçkırarak ağlamaya başladım. Ben bir katilim. Ya da her zaman dediğim gibi. Ben bir canavardım.

Loading...
0%