Yeni Üyelik
30.
Bölüm

Bölüm 29: Flash

@nickinci

"Durr! N'olur yapma..." sesim ağlamaklı çıkarken birazdan çektiğim acı yüzünden gerçekten ağlayacağımı düşündüm.

 

Karnıma bastırdığı ayağını iteklemeye çalışırken bir yandan da sesimin çıktığı kadar kızlara bağırmaya çalışıyordum. Sesim yükseldikçe canım daha çok yanıyordu.

 

"Lütfen..." debelenmekten nefes nefese kalmıştım. Biraz yutkunup sakinleşmeye çalıştım. Ama o üzerime çıkmış ve kulağımın dibinde havlarken bu pek mümkün değildi.

 

"Minik! Yeter artık!" Her yerim ağrıyordu. Gece ne üzerime bir şey örtmüştüm ne de açık pencereyi fark edip kapatmıştım. Gerçi o haldeyken pencereyi kapatmak yerine aşağıya atlar mıydım pek emin değildim. Off! Bir şişe bitirmek benim ne haddime! Hiçbir şey hatırlamıyordum hiçbir şey! Tek dileğim içtikten sonra hemen uyumuş olmamdı.

 

Soğuktan tutulmuş olan bedenimi hareket ettirip yüzümü yalayan Minik'i sonunda kendimden uzaklaştırabilmiştim. Ahh! Resmen kafamın içinde bando takımı geziyordu.

 

Yatakta, açık kalan abajure doğru yuvarlanırken evden hiç ses gelmeyişi dikkatimi çekti. Gözümü alan sarı, loş ışığı kapattıktan sonra yatakta kaybolan telefonumu aradım. Telefonu pijamamın lastiğine sıkıştırırken banyoya girip vücudumu titreten soğuk suyla yüzümü iyice yıkadım. Boynumdan aşağıya akan damlalar tüylerimi diken diken kaldırırken dişlerimi özenle fırçaladım. Banyoda işim bittiğinde odamdan çıkıp etrafa bir göz attım. Neredeydi bunlar?

 

"İdil...?" Odaları tek tek gezdim ama ikisinden de hiçbir iz yoktu. Uyuşuk adımlarla merdivenlerden inerken her an düşme korkusuna karşılık korkuluklardan sıkı sıkı tutunuyordum. Salonda da yoklardı. Başımı girişine kadar yuvarlanmış portakallar olan mutfak kapısına çevirdim. Kapısı yarım açıktı...

 

Üzerimdeki hafif şaşkınlığı bir kenara atamadan çoktan kapıya gelmiştim bile. Ayaklarımın dibindeki iki portakalı elime aldım. Tereddütlü bir şekilde kapıyı iteklerken gördüğüm manzarayla kaşlarım daha da havaya kalktı. Yavaşça içeri adımlarken ilk gördüğüm içi kırılmış olan, kapağı açık buzdolabı ve dibinde nutellaya sarılarak uyuyan İdil'di. Yerde uyuyordu... ve mutfak neden bu haldeydi!?

 

Portakalları sertçe masaya bırakırken sandalyeleri birleştirip üzerinde uyuya kalan Öykü'yü görünce gözlerimi devirdim.

 

Sinirle saçlarımı kulak arkası yaparken masada duran yarısı dolu... su muydu o? Gerçekten mi? Bir şişeyi bitirmeleri yetmiyormuş gibi birde dibini suyla çalkalayıp mı içmişlerdi? Biliyordum! Bu konuda onlara güvenemeyeceğimi biliyordum! Ama hata bendeydi. Baştan kabul etmeyecektim. Aptaldım! Aptal kafam! Uyumak istiyorsan git ilaç iç ne gerek vardı bunlara. Hıh! Güya bana sahip çıkacaklardı. Allah'tan saçma sapan şeyler yapmayıp adam gibi odama çıkıp uyumuştum.

 

Sinirle aldığım nefesi verirken mutfağa göz gezdirdim. Ne yapmıştı bunlar!? Her yer her yerdeydi...! tekrar sıkıntılı bir nefes verip başımı iki yana salladım. Yeni bir buzdolabına ihtiyacımız vardı.

 

Mutfaktan çıkarken hiç beklemediğim bir anda belime yapışık olan telefonum titreyip beni ürkütmüş ve sesi kulağımı cırmalamıştı. Elim refleks olarak kulağıma giderken yüzümü buruşturdum. Kimdi bu sabah sabah- gözüm duvarda ki saate ilişince kaşlarım tekrar şaşkınlıkla havaya kalktı. Saat çoktan öğleyi geçmişti bile!

 

Telefonu lastiğimin arasından çekip alırken arayana baktım. Savaş...? Daha dün akşam beraberdik ve birkaç gün işi olacağı için görüşemeyeceğimizi söylemişti. Bir şey mi olmuştu acaba? Daha fazla bekletmeyip açtım telefonu. İlk başta gelen hışırtı sesine yine yüzümü buruşturdum. Kulaklarım bugün çok hassastı.

 

Boğazımı temizleyip camın önüne gittim. İçeriye az giren güneş ışığı bile gözlerimi rahatsız ediyordu. Perdeyi kapatırken evin önünde ki araba dikkatimi çekti. Neden buradaydı?

 

"Evin önündeyim..." şaşkınlıkla ağzım hafif aralanırken bir an ne diyeceğimi bilemedim. Kalbime korkunun küçük tohumları düşerken dış kapının önüne gelmiştim bile.

 

"Geliyorum." Panikle telefonumu girişteki sehpanın üzerine bırakırken evden tam çıkacağım sırada aynada kendimle göz göze geldim. Üzerimde pijamalarım vardı ve... yüzümü yıkamama rağmen yine de akan rimelim yer yer kendini belli ediyordu. Yukarı çıkıp hazırlanmak istedim ama buna pek vaktim yoktu. Aman... severse böyle sevsin mantığıyla dışarıya ilk adımımı attım.

 

Soğuk anında etrafımı sararken onunla göz göze geldim. Ayağımda ki terliklerle kaymamaya dikkat ederek pıtı pıtı arabaya koştum. Montumu almayı nasıl akıl edememiştim? Hızlıca kendimi arabaya atarken çoktan burnum akmaya başlamıştı bile. Zaten akşamdan pencereyi açık unutmuştum hasta olmam an meselesiyken bu soğukta üzerimde ki incecik badiyle dışarıya çıkmam bunu iyice tetiklemişti.

 

"Yeni uyanmışsın..." henüz soğumamış ellerimle kızarık yanaklarıma bastırırken yüzüne baktım. Keyfi yerinde gibiydi. Önemli bir şey yoktu sanırım. Biraz rahatlayarak arkama yaslandım. Dün gece içtiğimi bilmemeliydi yoksa dalga geçiyordu.

 

Yüzüme yapmacık bir gülümseme yerleştirerek önüme baktım. Göz göze gelirsek her şeyi anlardı.

 

"Hayır..." saçma ses tonumla konuşmayı anında kesip sesimi düzelttim. Rol yapınca daha çabuk anlıyordu.

 

"Saat kaç oldu ne uykusu." Evet... bunu üzerimde pijamalar varken ve saçım başım dağınıkken söylemek ne kadar inandırıcıydı bilmiyorum. Ayrıca sesimde hâlâ uyku sersemliği vardı. Boğazımı temizleyip önümde ki direğe bakmaya devam ettim.

 

"Öyle diyorsan..." birden boğazını temizleyince belli etmemeye çalışarak yüzümü buruşturdum. Başım... ilk defa böylesi başıma geliyordu. Sanırım ilk defa bir şişeyi tek başıma bitirdiğim içindi. Başımı çevirmeden göz ucuyla ifadesine baktım. Sanki bir şey olmuştu da keyfi aşırı yerinde gibiydi.

 

Çaktırmadan elimi anlıma götürüp okşarken bön bön önüme bakmaya devam ettim. Neden gelmişti ki?

 

"İyi misin?" O mu sesini fazla yükseltiyordu yoksa kulaklarım mı fazlasıyla hassaslaşmıştı bilmiyorum. Tek bildiğim birkaç saat kendime gelemeyeceğimdi.

 

"Evet... neden ki?" Hafifçe gülüp ona baktım. N'olur anlama. N'olur anlama.

 

"Moralin bozuk gibi..." dudaklarımı birbirine bastırırken saçımı kulak arkası yaptım.

 

"Hasta mısın yoksa?"

 

"Yoo..." off! Ona yalan söylemeyi sevmiyordum ve sanki aklım kalbimle anlaşmış gibi onun yanında yalan söyleme yetimi kaybediyordu. Söyleyecek söz bulamazken gözlerimi ondan kaçırdım.

 

"Gözlerin de kızarmış. Geç uyudun herhalde?"

 

Sadece başımı iki yana sallamakla yetindim. Analiz yapmakta çok iyiydi.

 

"Seni tanımasam akşamdan kalmasın derdim." Kolunu benim koltuğuma uzatırken gülerek ona doğru döndüm.

 

"Hahah...ha... son içtiğimde neler yaşadığımızı biliyorsun sence bir daha cesaret edebilir miyim?" Gözlerim pörtlemiş bir şekilde yüzümde yapmacık gülümsememle tekrar önüme döndüm.

 

Keyfini hiç bozmamıştı. Yandan görebildiğim şekilde yüzünde hala gülümsemesi duruyordu. Lanet olsun! Onu kandırmaya çalışıyordum ama kendimi kandırmaktan başka bir şey yapmıyordum. Yüzüm anında düşerken gözlerimi kapatıp başımı arkama uzattığı koluna yasladım. Biliyordu! Derin bir nefes alıp kendimi toparlayınca ona doğru döndüm ama kesinlikle göz temasından kaçınıyordum.

 

"Seni mi aradım?" Başını salladığında sıkıntılı bir nefes verdim. Aptal kafam! Aptal kafam! Neden onu aramıştım ki? Ne demiştim? Yavaşça yutkunurken ona neler söyleyebileceğimi düşündüm. Ya ahlaksızlaştıysam!? Kendimi yine rezil ettiysem? Off!

 

"Çok mu rezil ettim kendimi?" Derin bir nefes alırken utancın getirdiği mahcupça gülümseme yüzümde belirdi.

 

"Hayır... kendin hakkında ki düşüncelerinden bahsettin biraz." Kendim hakkımda mı? Ne demiş olabilirdim ki? Muhtemelen kendimi övmüşümdür o haldeyken.

 

"Başka?"

 

"Başka...-" düşünürken birden durdu. Ne? Gözleri biraz kısılıp kaşları uzaktan belli olamayacak kadar hafif çatılırken gözlerini tek bir noktaya odakladı. Başım... saç diplerimin arasında gözükmez diye tahmin ediyordum ama o... görmüştü işte.

 

"Buraya ne oldu?" Oraya dokunmadan işaret parmağını çevresinde gezdirdi.

 

"Önemli bir şey değil. Dün oldu sanırım... tam hatırlamıyorum düşmüş olabilirim." Başını birazcık yana eğip yüzümü inceledi.

 

"Ne zaman kendini önemseyeceksin?" Derin bir nefes alıp arkama yaslanırken gözlerimi kapattım.

 

"Önemsiyorum... ama daha önemli önceliklerim var." İçimde küçük bir burukluk oluşurken devamında içinde olacağım ruh halime girmek istemediğim için ortamda ki bu havayı dağıtmak istedim.

 

"Bırak şimdi beni. Hep benden konuşuyoruz." Okları ona doğru çevirince hemen yerinde kıpırdanıp kolunu çekti ve önüne döndü. Suratı ifadesizleşmişti. Ama bu sefer kaçışı yoktu.

 

"Anlat bakalım yine hangi işlerin peşindesin?" Ağzını açıp tam konuşacağı sırada ekledim.

 

"Pazarlık yok... anlaşma yok... ne biliyorsan, ne yapacaksan hemen şimdi anlatmanı istiyorum." Eğer ona dün annesiyle başka neler konuştuğumuzu anlatırsam o da bana benden sakladıklarını anlatacaktı bunun önünü kesmeliydim. Artık birbirimize karşılıklı bir şeyler anlatmayı bırakmalıydık.

 

"Önemli bir şey yok... Yeraltı'yla ilgili." Ee der gibi tek kaşımı kaldırdım.

 

"Başka bir şey yok... önemsiz işler."

 

"Önemsiz işler?" Beni iyice şüpheye düşürüyordu. Bir takım işler karıştırdığını biliyordum. Çenesini tutup kendime çevirdim. İyice yaklaşıp gözlerine bakarken her hareketini inceliyordum. Gözlerini kaçırdığı an yalan söylüyor demektir.

 

"Doğruyu söyle... tehlike de misin?" Gözlerini hafifçe kısıp o da iyice yaklaştı.

 

"Tamam... bu zamana kadar sana hiç yalan söylemedim..." sakince yutkundum.

 

"Devam et." Ardından söyleyeceği cümleyi korkuyla bekledim.

 

"Yeraltı'nda maça çıkıyorum." Gözlerim büyürken elimi çenesinden çekip biraz geriye gittim. Anlamakta zorlanıyordum.

 

"Ne?" Maçlara mı? Peki ben bunu neden şimdi öğreniyordum?

 

"Maç?" Sanki yapacağı çok hoş bir şeymiş gibi şirince sırıttı. Hem o niye çıkıyordu ki adam mı yoktu?

 

"Neden?" Şaşkınlığımı üzerimden atıp konuştum.

 

Derin bir nefes aldı. "Karışık işler... Patron babam gibi gözükse de küçük birkaç ortağımız var. Yılın belli bir zamanı gelince ortaklar olarak kendimizi halka göstermek zorundayız." Biraz durup ardından ekledi.

 

"Dostluk maçı gibi düşün."

 

"Peki neden sen?" Yüzü garip bir hal alırken bana döndü.

 

"Babam mı çıksın?" Gülerek arkama yaslanırken kendimi durdurmak için elimle ağzımı kapattım. Onu demek istememiştim tabii ki. Başka adam mı yoktu sanki?

 

"Ne zaman çıkacaksın peki?" Başımı yasladığım yerden kaldırmayıp gülerek bir umutla ona döndüm. O da aynı şekilde bana bakıyordu.

 

"Hayır."

 

"Lütfen?" Onu izlemeyi çok istiyordum. Hem... zamanında o da beni izlemişti.

 

"Mümkün değil." Oflayarak önüme döndüm.

 

"Neden ama?" Gözlerini devirdi.

 

"Sen oradan kurtulmak istemiyor muydun? Neden şimdi gelmek istiyorsun?"

 

"Orası öyle de-"

 

"Tamam işte. Hem gelirsen seni tanıyabilirler." Haklılık payı vardı tabii. Eğer inersem ve beni tanrılarsa peşimi bırakmazlardı. Uzun zamandır maça çıkmıyordum ve hayranlarım, çoğu azgın tip olan hayranlarım beni köşeye sıkıştırabilirdi.

 

"Rakibin belli mi peki?"

 

"Diğer ortağın oğlu... Alec." Ağzım neredeyse yere değecek kadar açılırken büyük bir heyecanla ona döndüm tekrardan.

 

"Alec!" yüzünü buruşturdu.

 

"Hemen de hatırladın." Ses tonuna büyük bir kahkaha patlatırken ağrıyan başımı çoktan unutmuştum bile.

 

"Nasıl unuturum." Beni ondan kurtarmasını istediğimde hiç beklemediğim bir şekilde kolunu belime dolamıştı. O zaman bile kalbim yerinden sökülecek gibi hissetmiştim.

 

Yüz ifadesine baktığımda beni çok ama çok farklı anladığını gördüm. O anlamda dememiştim! Her şey bana yine onu hatırlatıyordu... Güldüm. Kıskanmış mıydı o?

 

Boğazımı temizleyip daha fazla onu sinirlendirmemek için konuştum. "Yabancıydı ya o yüzden konuşması hoşuma gitmişti...-" söyledigim cümlenin farkına varınca gözlerimi kocaman açıp önüme döndüm. Daha da beter etmiştim. Off... hep böyle oluyordu.

 

"Yani-"

 

"Anladım. Çenesine çalış diyorsun." Güldüğümü görmemesi için iki elimle de yüzümü kapattım. Her neyse... o cılız şey Savaş'a tek yumruk bile sallayamadan işi biterdi.

 

"Her neyse... ben sana güveniyorum." Beni dinlediğinden pek emin değildim. Büyük ihtimalle aklı az önce dediklerimde kalmıştı. Tamam... çocuğa yazık olacaktı.

 

"Ben gidiyim... kızlar uyanmıştır." Bana döndüğünde sonunda yüzü eski halini almıştı. Kapının kulbunu kavradığımda diğer elimi tutup beni durdurdu.

 

"Bekle..." aralık kapıyı kapatıp ne oluyor gibisinden suratına baktım. Hiç konuşmadan torpido gözünü açıp küçük siyah bir poşet çıkardı.

 

"Dağ evinde unutmuşsun... önemli olabileceğini düşündüm." Kaşlarım hafif yukarı kalkarken poşeti uzattı. Ne unutmuş olabilirdim ki orada? Elime gelen sert cismi çıkardığımda bu sefer gözlerimle beraber ağzım da açılmıştı. Nasıl unuturum...? Odamda bir eksiklik olduğunu hissediyordum ama ne olduğunu bir türlü bulamamıştım. Getirdiği aile fotoğrafımızı göğüsüme bastırırken yüzüne bakıp burukça gülümsedim. Bu benim için çok önemliydi ve onun bunu düşünüp bana getirmesi son derece ince bir davranıştı.

 

"Çok teşekkür ederim..." derin bir nefes alıp dolmaya hazır gözlerimi bir süre kapattım. Ağlamamalıydım... Ağlamamalıydım.

 

Onları çok özlemiştim. Bir kerecik görmek için neleri mi vermezdim ki. Bir defa sarılmak için yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Ama imkansızdı işte. Artık yoklardı. Çünkü benim yüzümden... düşünmemeliydim... düşünmemeliydim...

 

Derin bir nefes alıp açtım gözlerimi. Başımı yasladığım koltuktan kaldırmadan ona doğru çevirdim. Tek elini uzatıp yanağımı okşarken bende elimi elinin üzerine koydum. Onu ilk tanıdığım zaman kaba, öfkeli... biraz da serseri bir tip olduğunu düşünmüştüm ama öyle değildi. En azından benim yanımda öyle değildi. O... benim aksime gerçekten sevmeyi biliyordu. Önemsiyordu, koruyordu... o iyi biriydi. Kim bilir daha benim keşfetmediğim hangi özellikleri vardı.

 

"İyi ki varsın." Bir şey demesini beklemeden boynuna sıkıca sarıldım. Fark ettirmeden kokusunu içime çekerken gülümsedim. Şimdi o gidecekti ve ben yine onu düşünecektim. Zaten hep onu düşünüyordum. Bu sevgililik garip olaydı. Ansızın hayatına biri giriyor, bütün düzenini alt üst ediyor bir de yetmezmiş gibi sonrasında yapacağın bütün planlarına onu da ekliyorsun... Bunu istiyorsun. Müzik dinlerken aklına geliyor, kitap okurken, film izlerken başrolü kendinizmiş gibi hayal ediyorsun... cidden garip olaydı. İdil eskiden anlatırdı da gülüp geçerdim saçma derdim ya da... ölene kadar yalnızlığa mahkum kalacağımı düşündüğüm için böyleydi. Düşüncelerimden sıyrılıp başını okşadım. Ben bırakana kadar bırakmayacağını biliyordum bende bırakmak istemiyordum ama biraz daha sıkarsam boğulabilirdi.

 

Kendimi geri çekince sakalına yapışan birkaç teli çekip kulak arkası yaptım.

 

"Ne kadar süre orada kalacaksın?" Düşünür gibi bir süre bakışlarını yukarıya kaldırdı.

 

"Maç 4 gün sonra. Bu akşam ineceğim ısınmam gerekiyor." Başımı salladım. 4 gün yoktu yani. 4 gün... neredeyse 1 ay boyunca her gün görüştüğümüz için bir an kendimi boşlukta hissedebilirdim ama... sorun olmazdı herhalde. Kısa bir süreydi hem sayılı gün çabuk geçerdi. Allah aşkına ben ne saçmalıyordum!? Gidecekti gelecekti işte bu kadar basit. Onu 4 gün boyunca görmezsem de olurdu.

 

"Geldiğimde..." arabayı çalıştırırken başını çevirip yandan bir bakış attı.

 

"Seni öpeceğim." Bu iki kelime kalbime bomba misali düşerken elim kapının kulbuna gitti. Kaçmalıydım... Ne diyecektim şimdi? Düzgün bir şey bul! Düzgün bir şey bul!

 

"Tamam." Lanet olsun! Hep aynısı yapıyordum. Yüzüne bile bakmadan hızlı hareketlerle arabadan inip eve doğru yürürken arkamdan güldüğünü hissedebiliyordum. Neden bunu yapıyordu ki? Daha dün gece demiştim ona heyecana gelemiyorum diye.

 

Eve girdikten sonra az önce yaşadığım şeyi her ne deniyorsa ona unutmaya çalıştım ve mutfağa girdim. Kızlar hala yatıyordu ve büyük bir cezayı hak etmişlerdi. Masada ki sürahiyi ağzına kadar doldurup önce Öykü'nün başına dikildim. Bu konuda en çok ona güvenmiştim.

 

Sürahide ki suyu yarısı boşalıncaya kadar yüzüne dökmeye başladım. Anında gözlerini açıp, çığlık atarken İdil'de gürültüden kıpırdanmaya başlamıştı bile. Sana da sıra gelecekti küçük kardeşim.

 

Öykü yattığı yerden hızlıca kalkıp ayakta durmaya çabalarken bir yandan da çığlıklarına devam ediyordu.

 

"Hazal! Ne yapıyorsun! Aptal!" Aptal öyle mi?

 

Öykü'yü umursamadan yerde yatan İdil'in başına geldim. Yavaş yavaş bilinci açılıyordu. Hiç beklemeden yarım sürahiyi de onun suratının tam ortasına boşalttım. Boğuluyormuş gibi derin nefesler alırken suyun bir kısmını burnundan çektiğine emindim. Ayy... acımıştır şimdi kesin.

 

"N'oluyor be!" Anında etraftan destek alıp ayağa kalkarken çoktan dövüş pozisyonuna geçmişti bile. Aslında ikisi de iyi bir dayağı hak ediyordu ya neyse.

 

"Hazal bu yaptığın ne şimdi!?" Sürahiyi sertçe masaya bırakırken sinirle tek kaşımı yukarıya kaldırdım.

 

"Asıl sizin bu yaptığınız ne!?" Elimle mutfağı gösterdim.

 

"Ben size güvenemeyecek miyim?"

 

"Hazal... aslında-" İdil başını kaşırken elimle susmasını işaret ettim.

 

"Sizin yüzünüzden gece Savaş'ı aramışım!"

 

"Ooo! Yandık biz." Öykü bakışlarını kaçırıp yerinde kıpırdanırken benim yüzümde tek bir mimik dahi kıpırdamadı.

 

"Ya siz? Saçma sapan şeyler yapmaya kalksaydınız. Evden çıksaydınız ya da başka birçok şey! Hiç mi düşünemediniz!" İkisi de konuşmadı. Haklı olduğumu biliyorlardı. Sinirle tam mutfaktan çıkacağım sırada omzumun üzerinden İdil'e baktım.

 

"Ayrıca yeni bir buzdolabı gerekiyor!" Sert adımlarla odama çıkıp onlarında duyabileceği bir şekilde kapımı sertçe çarptım. Vücudum anında gevşerken kızların ağzının payını vermenin rahatlığıyla kendimi yatağıma attım.

 

"Buraya gel Minik." Adını duyan köpeğim anında kuyruğunu sallayarak kollarımın arasına girerken gözlerimi kapattım. Kendimle baş başa kalınca bütün ağrılarım anında geri dönmüştü. Bıkkınca bir nefes verip Miniğimi okşadım. Bana iyi gelecekti biliyordum.

 

 

Derin nefeslerime aldırmadan odanın içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşuştururken ne yapacağımı düşünüyordum. Daha doğrusu düşünemiyorum. Lanet olsun aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ne yapacaktım ben!?

 

Nasıl unuturdum! Hayatımda en çok değer verdiğim insanları nasıl unuturdum! Annem... babam... ortada onların ölümünü şüpheli hale getiren bir şey... varken ne denirse artık. Ortada böyle bir şey varken ve ben bu durumu netleştirmeye dair büyük bir adım atmışken nasıl unuturdum. Kendi canımın derdine düşmekten onları tamamen aklımdan çıkarmıştım.

 

Ertuğ... nasıl ulaşacaktım ona. Ne bir telefon, ne bir adres hiçbir şey yoktu elimde. Dışarısı benim için büyük tehlikeyken ne eski mahalleye gidebilirdim ne de okula. Ne yapacaktım!?

 

Derin bir kefes alıp yatağımın köşesine oturdum. Parmaklarımı terleyen saç diplerinden geçirirken gözlerimi bir süre kapattım. Günlerdir sigara içmiyordum hele balodan beri... kimseyi dövememiştim bile. Ellerim kaşınıyordu... bir şeyler yapmam lazımdı. Benim... bir an önce kendimi bulmam lazımdı.

 

Tekrar derin bir nefes alıp başımı kaldırdım. Tamam... kimdim ben? Ben Hazal Kızıltoprak'tım. Bu zamana kadar hiçbir şey mantığımın önüne geçememişti. Bu zamana kadar -küçükken gittiğim kurslar hariç- yaptığım hiçbir şeyde başarısız olmamıştım. Olmayacaktım da. Her zaman her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünür ona göre adım atardım. Yaptığım tüm planları tekrar tekrar gözden geçirir her adımımı sonra ki atacağım 10 adıma göre ayarlardım. Evet... ben buydum. Ben Hazal Kızıltoprak'tım. Her şeyin sonunda kazanan ben olurdum. Her zaman öyle olmuştu. Yine öyle olacaktı.

 

Derin bir nefes alıp gururla ayağa kalktım. Aile fotoğrafımıza bakıp gülümserken fısıldadım.

 

"Beni siz yetiştirdiniz..." dedim içtenlikle.

 

"Savaşmayı biliyorum... Düştüğümde ayağa kalkmayı biliyorum..." eğilip çerçeveyi elime aldım, babamın yüzünü okşadım.

 

"Umudunu kaybetme derdin her zaman... kaybetmedim. Karşına çıkan zorluklardan korkma derdin..." gülerek fotoğrafı yerine koyup montumu giydim.

 

"Korkmuyorum." Saniyeler içinde yaptığım planı uygulamak üzere gerekli birkaç malzemeyi sırt çantama koyduktan sonra sessizce çıktım odadan. İdil'in odasına girerken parmak uçlarımda yürüyüp ses çıkarmamaya çok dikkat ettim. Banyodaydı, o çıkmadan hızlıca çekmecelerini karıştırıp istediğimi bulunca çıktım odadan. Okula gidecektim. Evet tehlikeliydi ama gidecektim. Tüm ayrıntıları yolda düşünmeye vaktim olacaktı. Her şeye hazırlıklıydım.

Merdivenleri koşarak inerken mutfaktan çıkan Öykü'yü umursamadan vestiyerden montumu alıp giydim hızlıca.

 

"Nereye?" Botlarımı giymek yerine topuklu çizmelerimi giydim.

 

"İşim var." Aynada son kez kendime bakıp dalgalı saçlarımı dağıttım iyice.

 

"Ne işi?" Sırt çantamı takıp evden tam çıkacağım sırada durup derin bir nefes aldım. Onlara olan sinirim hâlâ geçmemişti.

 

"Önemsiz bir şey gelirim bir iki saate." Kapıyı arkamdan kapatırken seslendiğini duydum.

 

"Dikka-" tamam... anladık. Dikkatli olacağım.

 

Garajdaki arabama doğru ilerlerken değiştirdiğimiz plakalara iğrenerek baktım. İlk plakamı özel seçmiştim. Anne ve babamın baş harflerinden oluşuyordu. Şimdi ki ise rastgele seçilmiş sıradan bir plakaydı. Arabama binip okula doğru yola çıktım ama önce... uğramam gereken birkaç yer vardı.

 

Eski mahallemizin girişine gelince yavaşladım biraz. Sokaklardan sakince geçip eski evimizin önüne gelince çevreye bakındım. Sanırım artık burayı kontrole gelen yoktu. Yaşananlardan sonra tekrar buraya geleceğimizi düşünmüyorlardı muhtemelen. Sıkıntıyla bir nefes verip başımı iki yana salladım. Suçlular yakalandıkları yere tekrar gelmezler bu yüzden polisler tekrar oraya bakmazlar. Başta mantıklı gibi görünse de saçma bir fikirdi. Tekrar buraya gelmeyeceklerini bildiğimden istediğim zaman gelebilirdim. Nedense buraya daha çok gelecekmişim gibi hissediyordum.

 

Yola devam ederken mahalleden çıkmış okulun sokağına girmiştim çoktan. Saatime baktım. Okul çıkışına daha yarım saat vardı. Şansım varsa Ertuğ'yu bugün yakalardım aksi takdirde her gün buraya gelip onu beklemem gerekiyordu. Okula neredeyse 50 metre kala yeni açılan giyim mağazasının önünde durdum. Kapıdan içeriye baktığımda aradığım şeyi çoktan görmüştüm bile. Montumun altına giydiğim kapşonlumla yüzümü iyice kapatıp indim arabadan. Hızlıca dükkana girdiğimde derin bir nefes almıştım. Şimdi daha zor kısımdaydı.

 

Kıyafet askılarının arasından geçerken kimsenin beni izlemediğine emin olmaya çalıştım. Kameraların göremediği ters bir köşeyi tespit edince o tarafa ilerleyip kızıl kıvırcık saçlı mankenin etrafında dolanmaya başladım. Başımı yere eğmiş karışık kıyafetleri inceliyormuş gibi yaparken kasada anlık olarak arkasını dönen çalışanı fırsat bilip mankenin peruğunu çekip aldım. Hızlıca peruğu çantama attıktan sonra gören oldu mu diye çevreye sakince göz gezdirdim. Güzel... kimse görmemişti. Rahat bir nefes verip özgürce mağazada gezinmeye başladım. Bana bir de ceket lazımdı. Böyle tüylü, süslü, renkli... işte tam da bunun gibi. Gördüğüm kürk tarzı uzun cekete ilerleyip kavradım onu. Tam istediğim gibiydi. Pembe tüylü önü açık ceketi alıp denemeden kasaya götürdüm.

 

Kadın bir bana bir de cekete bakıp tek kaşını kaldırdı ve etiketi okuttu. Tipime bakınca anlaşılıyordu bu ceket tam bir kokoş tarzıydı kesinlikle benim tarzım değil.

 

"379 TL" çüş! Gerçekten mi? Bu ceket? 379 TL? İnsanlar gerçekten bu tarz şeylere bu kadar para veriyor muydu? Rengi pembeydi bir kere... ceket dediğin siyah ya da kot rengi olurdu. Her neyse mecbur kalmasam yüzüne dahi bakmayacağım, işim bitince kendini çöpte bulacak olan ceket için kredi kartımı uzattım.

 

Satın alma işlemi bitince hızla kabinlere doğru yöneldim. Neye benzeyecektim çok merak ediyordum. Hızlıca çantamdan evden getirdiğim kıyafetleri çıkardım. Pantolonumu bacaklarımdan sıyırıp İdil'den gizlice ödünç aldığım file çorabı giydim. Üzerime siyah deri şortumu giyip kapşonlumu tek hamlede çıkardım. Evden çıkmadan önce içime siyah, dantelli büstiyer bluzumu giymiştim zaten. Saçlarımı ensemde at kuyruğu yapıp arkaya attım. Üzerime yeni aldığım ceketi geçirirken anlık olarak aynada kendime baktım. Bir an duraksadım. Hayal ettiğim görüntü bu değildi. Kokoş olmayı planlarken eskorta dönmüştüm. Siktir... beni bu kılıkta tanıyan olursa biterdim. Fotoğraflarım okul sayfasına düşebilirdi. Kızları geçtim Savaş bu halimi görse kim bilir neler düşünürdü. Korkunç düşüncelerimden sıyrılıp peruğu kafama geçirdim. Her şey güzel olacaktı. Sıkıntı çıkmayacaktı... umarım.

 

Giyinmem bitince kendime abartı bir makyaj yaptım. Siyah far, abartı bir pembe ruj ve ten rengimi değiştiren bir pudra. Evet hazırdım. Kensinlikle kendime benzemiyordum. Kabinden çıkacağım sırada aklıma gelen düşünceyle durdum. Siyah göz kalemimi alıp çenemin kenarına fazla büyük olmayacak bir ben çizdim. Şimdi kesinlikle hazırdım.

 

Hızlıca mağazadan ayrılıp hemen önüne park ettiğim arabama bindim. Çantamdan naneli bir sakız çıkartıp ağzıma atarken uzaktan okulun çıkış kapısını gözetlemeye başladım. Birazdan zil çalacaktı. Etrafı incelerken gözüm şüpheli birilerini aradı. Gözüm ilk olarak sokağın sonuna park etmiş siyah arabaya çarptı. Camları filmliydi içinde birileri var mıydı gözükmüyordu. Belki de kuruntu yapıyordum. Sokak üzerinde birden fazla siyah araba vardı. Beni düşüncelerimden ayıran çalan okul ziliydi. Öğrenciler tek tük çıkmaya başlayınca derin bir nefes alıp indim arabadan. Sakızı ağzımı yaya yaya çiğnerken kendimden iğrenmiştim.

 

Büyük adımlarla kıvırta kıvırta yürürken sokağın sonunda gördüğüm arabadan inen iki takım elbiseli adamı görmemle yavaşladım. Gördüğüm bir diğer şey ise serçe parmaklarına taktıkları yüzüktü. Lanet olsun! Şüphelenmekte haklıydım. Anıl beni her yerde arıyordu.

 

Adamlarla göz teması kurmaktan kaçınıp okulun kapısına doğru adımladım. Beni gören öğrenciler önce baştan aşağı süzüyor sonrasında gülenler ve midesi bulanmış gibi yüzünü ekşitenler olarak ikiye ayrılıyorlardı.

 

Sonunda benim turuncu kıvırcık çıkınca hızlı adımlarla arkasından yürüdüm. Okuldan biraz uzaklaşmasını bekledim. Çocuğun itibarını kirletemezdim. Sonunda okulun köşesinden döndüğünde adımlarımı daha da hızlandırdım. Takım elbiseli adamların yanından geçerken başımı biraz öne eğmiştim onları arkamda bıraktığımda ise derin bir nefes alıp rahatladım. İşte bu kadardı.

 

"Güzelim bir bakar mısın?" Duyduğum sesle çivi gibi olduğum yere çakılmıştım. Onlar... o adamlar bana mı seslenmişti? Kalbim hızlanırken yavaşça yutkundum. Beni tanımalarına imkan yoktu... ama nasıl?

 

"Saatin kaça?" Ağzım şaşkınlıkla açılırken gözlerim yerinden fırlayacak gibi oldu. Onlar beni şey sanmıştı... şey... sık nefeslerimle omzumun üzerinde arkama baktım. Başımdan savmalıydım onları.

 

"Tüm gün doluyum." Biri öne çıkıp çapkınca sırıttı. Şimdi o ağzını gözünü yer değiştirmek vardı ya neyse...

 

"Numaranı ver o zaman randevu alalım." Benden istediklerini almadan bırakmayacak gibiydiler. Tamam... yapabilirdim. Topuklarımın üzerinde arkamı dönüp onlara doğru yürüdüm.

 

"Kalem?" Elimi öne doğru uzatıp avcumu açtım. Yüzümde sinsi bir sırıtış vardı. Ah... midem bulanmaya başlamıştı bile.

 

Adamın biri iç cebinden kalem çıkartıp avcumun ortasına koydu ve kendi avcunu açtı. Gözlerimi devirme isteğimi bastırıp rastgele bir numara salladım. Kendimi bu duruma soktuğuma inanamıyordum! Onu geçtim düşmanımla burun burunaydım. Belki küçük bir detay beni ele verecekti bilmiyorum...

 

"Arayacağım." Gülerek arkamı döndüm ve hızlı adımlarla Ertuğ'ya yetişmeye çalıştım. Biraz daha oylansam onu kaybedecektim.

 

"Ertuğ?" Başka bir sokağa dönüp adamların kadrajından çıktığımızda seslenmiştim ona. Önce durdu ama hemen arkasını dönmedi. Sesin sahibi tanımak istercesine bekledi biraz.

 

Yürüdüm ve tam önünde durdum. Baştan aşağıya dikkatlice süzdü beni.

 

"Tanışıyor muyuz?" Hafifçe gülümsedim. Yüz ifadesi çok komikti. İçinden benim senin gibilerle işim olmaz adımı nereden biliyorsun lan! der gibiydi.

 

"Hazal ben...?" Birkaç saniye hatırlamak istercesine yüzüme baktı. Sonra aklıma gelen şeyle tekrar gülümseyip çeneme çizdiğim beni parmağımla ovaladım. Bakalım şimdi hatırlayacak mıydı?

 

"Hazal..." düşündü biraz daha. Sonrasında hatırlamış gibi gözleri büyüdü ve bir adım geriye gitti. Tekrar beni baştan aşağı süzüp eliyle çenesini kaşıdı.

 

"Hazal! Gerçekten sen misin?" Gülerek gözlerimi kırpıştırdım.

 

"Evet." Küçümser bir bakış attı.

 

"Okulu bıraktığını düşünmüştüm ama... bu kadar çabuk iş bulacağını düşünmemiştim." Ağzım şaşkınlıkla açılırken kollarımı önümde bağladım.

 

"Öyle bir iş yaptığım falan yok! Kılık değiştirdim sadece." İnanmıyormuş gibi yarım ağız gülümsedi. Kaşlarım anında çatılırken sinirlenmenin etkisiyle okuluna yavaşça vurdum. Böyle bir şeyi bana yakıştırdığı için de biraz üzülmüştüm.

 

"Şaka yaptım ya şaka sinirlenme hemen." Yürümeye başlayınca ona ayak uydurdum.

 

"Neden bu haldesin?" Derin bir nefes alıp yandan bir bakış attı ve önüne döndü.

 

"Yanıma hiç yakışmıyorsun." Gözlerimi devirirken sürekli yanağıma yapışan saçları elimle geriye doğru yatıştırmaya çalıştım.

 

"Bende bu kılıkta olmaktan memnun değilim herhalde! Tanınmamaya çalışıyorum."

 

"Tanınmamaya çalışıyorsun? Şu çevrede gördüklerinin yarısı seni tanımak için can atıyor şu an." Tamam... haklı olabilirdi cevap vermedim. Ne biliyim ya off... daha çok cici kız gibi gözükeceğimi düşünmüştüm. Keşke fıstık yeşili çorap giyseydim.

 

"Seni çok aradım..." derin bir nefes aldım. Belki ona başka işlerim de düşebilirdi o yüzden dürüst olmalıydım. Gerçi o benimle daha fazla çalışmak ister miydi orasını şimdi görecektim.

 

"Başım dertte... kendimi gizlemek zorundayım."

 

"Ve şu an benim yanımdasın... beni de kendinle tehlikeye atıyorsun." Gözlerimi devirmedim. Kendini düşünecekti tabii.

 

"Şu an güvendeyiz... korkmana gerek yok." Başını salladığını hissettim. Artık asıl konuya girebilirdim.

 

"Ne için geldiğimi biliyorsun... Hazır mı?"

 

"Hazır ama yanımda değil." Derin bir nefes aldım.

 

"Gidip alalım o zaman."

 

 

Soğuk tüm bedenimi sarmış artık iç organlarımı dahil ele geçirmek istercesine etrafımda tur atarken adımlarımı hızlandırdım. Sonunda eski kendime kavuşmuş o iğrenç kıyafetlerden kurtuluyordum. Koşarak belediyenin kaldırım kenarlarına koyduğu giysi toplama kutularına gidip elimdekileri içeri tıkıştırdım. Tekrar aynı hızda koşarak arabama geçerken her zamanki gibi montumu giyememenin pişmanlığını yaşıyordum.

 

Arabayı eve doğru sürerken içime hem rahatlamanın hem de korkunun izleri kazınıyordu. Sanırım korku daha ağır basıyordu. O flash... her şeyin belirleyicisi olacaktı. İçinden çıkacaklara göre asıl yolumu belirleyecektim. Levent amacanın bizi neden durduk yere uyardığını yavaş yavaş anlıyordum. Artık yavaştan bir şeylerin farkında olmamızı istemişti. Yaklaşmakta olan felaketin habercisiydi ama... neden bir daha bu konu üzerine konuşmamıştı bilmiyorum. Sonrasında benimle çok ilgiliydi hatta hayatımı kurtarmıştı ama... neden? Neden bu konuyu hiç açmamıştı? Kendi canımı ve ailemin canını düşünmekten üstelik bir de üzerine asıl ailemi öğrendikten sonra bunların yükünü kaldırmak zordu. Bir de şimdi bana ev olan ailemin şüpheli ölümü vardı. Hepsiyle nasıl başa çıkacaktım bilmiyorum. Bazen zor geliyordu, yapamayacağımı, elimdekileri kaybedeceğimi düşünüyordum. Bazense dünyanın en güçlü insanı gibiydim. Kimse ben izin vermedikçe benden bir şey alamazdı.

 

Tüm bu belirsizliklerin arasında tek bir şey apaçık belliydi. Aile... kendimi bildiğimden beri ulaşmaya çalıştığım hatta bir dönem sahip olduğum şimdi ise eksik olan aile benim sonum olacaktı. Bunu bilen ise tek bir kişi vardı. Savaş... Ailem için neler yapabileceğimi neleri göze alabileceğimi biliyordu. Benim için çabalayacaktı biliyordum ama ne kadar başarılı olurdu bilmiyorum. Çünkü artık ailemin daha fazla eksilmesine izin veremezdim. Onlar hayatta olduğu sürece bana ne olduğu umurumda dahi değildi. Ben yanmayı çoktan göze almıştım bundan sonra tek çabam ailemi ateşimden uzak tutmak olacaktı. Tabii bu yangının içinde tek yanacağım anlamına gelmiyordu.

 

Yanarsam yakarım...

Loading...
0%