@rumeysadoganm
|
Her şey öyle bir hâl almıştı ki ben ne yapıyordum bilmiyordum. Evdeki varlığım, Yiğit’in yokluğu ile eşdeğerdi. Zamanın akışına kapılıp gidiyordum. İçimde dinmek bilmeyen fırtına, zaman zaman duruluyordu. Ona bakmak belki de bu durgunluğu sağlayandı. Hayır, ona karşı bu hislerim gerçek olamazdı. O benim için tamamen yabancıydı. Başımı dizlerimin arasına gömdüm. En son yaptığımız kavgayı hatırlayınca içimde sönmek bilmeyen yangın biraz daha harlandı. Boğuluyordum. Bu evden, bu insanlardan uzak kalamadıkça yok oluyordum. O an aklıma gelenle Ezgi’ye mesaj attım. O da çok geçmeden geldi. En azından onunla bu evden çıkabilirdik. Ezgi zaten dünden razıydı. İzni ben değil Ezgi almıştı. Yiğit’i nasıl ikna etti bilmiyordum ama çok da kolay olmamıştı. Şu an arkamızda bizi izleyen korumalar ile alışveriş merkezini turluyorduk. “Şuraya girelim mi?” Söylenmem ile iki katlı olan mağazaya girdik. Her ne olursa olsun aklımdaki düşünceyi devreye sokacaktım. Ezgi elbiselere dalarken peşimizden giren korumaları görevliler içeriye sokmadı. Kapıda bizi bekliyorlardı. “Şunları bir deneyeyim.” Elinde birkaç kıyafet vardı. Zaman kazanmak için, “Şunları da denesene,” dedim. Hoşuna gitmiş olacak ki kıyafetleri alıp kabine ilerledi. Zaman kaybetmedim. Mağazanın üst katına çıktım. Korumalar beni görmemişti. Telefonu ve kolyeyi evde bıraktığım içinde takip edilme endişem yoktu. Üst kattaki çıkıştan hızlıca çıktım. Şu an ne Ezgi’yi ne de korumaları düşünüyordum. İçeriye girmedikleri iyi olmuştu, bu sayede ben de kolayca çıkabilmiştim. Merdivenleri değil asansörü kullandım. Çok geçmeden de çıkışa ulaştım. Artık takip edilmek istemiyordum. Artık birilerinin peşimde olmasına katlanamıyordum. Diğer korumalar ön kapıyı tuttuğu için diğer çıkışı kullandım. Alışveriş merkezi hastaneye yakın olduğu için ilerideki dolmuşlar işime yarayacaktı. Hemen oraya ilerledim. Nereye gideceğime karar vermiştim. Dün gece Hatice’ye mesaj atmış, ona gideceğimi söylediğimde beni beklediğini söyledi. Bir gece dinginlik istiyordum. Bir gece korumaların dışında bir gün geçirmek istiyordum. Boğuluyordum. O evde, o kalabalıkta kalmak beni yıpratıyordu. Sadece bir gece kalıp kafamı toparlamak istiyordum. Belki de, kim bilir daha birçok şeye karar verirdim. Mesela Samsun’dan çekip gitmeye… Yapamayacağımı, beni anında bulacağını biliyordum lakin biraz olsun farklı bir yer beni kendime getirecekti. Adım atmam güçtü. Nefes almak boğulmakla eşdeğerdi. Sıkışan kalbim ritmini bir türlü yakalayamamıştı. İçimi tarifi imkânsız bir his kapladı. Kapıyı açan Hatice bile beni kendime getiremedi. Yaptığım delilikti ama ihtiyacım vardı. “Kuzum, iyi misin?” Dolu gözlerle baktım Hatice’ye. Hızlıca girdim ve sarıldım. Hüngür hüngür ağladım. Neyin patlamasıydı bu bilmiyorum ama hıçkırıklarım hiç susmadı. Göğsüm delicesine inip kalkıyor ufacık acı dağ gibi büyüyordu. “Tamam geçti, hadi gir içeriye.” Geri çekildim. Islak olan yanağımı silerek içeriye girdim. Hatice endişeyle peşimden geldi. Kendimi sertçe koltuğa bıraktım. Ve yeniden hıçkırarak ağladım. Sanki ayların bir patlamasıydı bu. Kendime hâkim olamıyordum. Yüreğimdeki sızının ne olduğunu bir türlü bilemiyordum. Yüzümü ellerimin arasına aldım. İlk defa bu kadar ağladım. “Beni korkutuyorsun Zeynep.” Kendime gelmek için uğraştım. Islak gözlerimi sildim. “H’hatice b’ben iyi değilim.” Hıçkırıklarımın arasında zar zor konuştum. Beni kolları arasına alıp ağlamamın dinmesini bekledi. Toparlandım. “Tamam iyiyim.” “Ne oldu peki, niye böylesin?” “Ben, bilmiyorum.” Derinleşti bakışlarım. Çatıldı kaşlarım. Hayır, olamazdı değil mi? Ne ara, ne zaman? Ben onu sevemezdim. Sevmemeliydim. Yutkundum. Sanki şu an her şeyi fark etmemi sağlamıştı. “Zeynep, endişelendiriyorsun beni.” “Hatice, bu gece burada kalabilir miyim?” “Tabii ki, sormana bile gerek yok.” Dudaklarım minicikte olsa kıvrıldı. Sanırım bu gece aklım yerine gelecek, nefes alabilecektim. “Hadi elini yüzünü yıka da yemek yiyelim.” Dediğini yapıp banyoya geçtim. Akşam ezanını duyunca duruldum. Şu an olanları tahmin edebiliyordum. Yanımda ne telefonum ne kolyem olduğu için bulunma olasılığım azdı. Yine de ne yapar ne eder bulurdu o beni. Öfkesinden deliye döndüğünü bilebiliyordum. Şu an Ezgi’ye ve korumalara kızacağı için üzgündüm. Benim yüzümden kimseye kızsın istemiyordum. Ama yapmalıydım. Şu birkaç saat bana nasıl iyi geleceğini bilse gelip kendisi bırakırdı beni. Lakin anlayışsızlığı beni o evden dışarıya adım attırmamaya yetiyordu. Elimi yıkadım ve mutfağa geçtim. Hatice yaptığı salatayı masaya koyup karşıma oturdu. Masa güzel gözüküyordu ama hiç iştahım yoktu. “Eee anlatacak mısın bana? Başına ne geldi, neden bu haldesin?” Artık birilerinden bir şey saklama gibi bir derdim yoktu. Bu yüzden içimi dökmek istedim, bu sayede biraz rahatlardım. “Okulda gördüğün zamanı hatırlıyor musun?” Başını usulca salladı. Meraklı gözleri sabırsızca yüzümde dolanıyordu. “Tek derdi bendim. Zorla evlendim. Beni kaçırdı. Ben onu suçlarken aslında olması gereken buymuş.” Anlamadığını belirtircesine bakması ile devam ettim. Ben de konuyu yüzeysel bildiğimden çok derine inemiyordum. “Babamla konuşmuş aslında ama babam kabul etmeyince apar topar evlendik.” Geçmiş aklıma gelince gözlerim doluyordu. “Biliyor musun? Aslında böyle olması gerekiyormuş. Dedemle babası daha ben küçücükken benim üzerimde anlaşmışlar.” Şaşırdı. Şaşırması normaldi. Gözümden tekrar bir yaş düştü. Masanın üzerinde duran elimi tuttu. Bana hak verir gibi gülümsedi. “Şimdi ne olacak? Yani sen bu adama karşı şu an ne hissediyorsun?” Sanki başıma bir balyoz vurulmuştu. Şiddetli bir ağrı girdi. Düşünmekten heba ettiğim kendimi sağlığımla sınıyordum. Cevabını bilmediğim sorular istemiyordum. Yiğit’i hayatımda ise hiç istemiyordum. “Bilmiyorum. Bir yanım çek git diyor, diğer yanım nasıl gideceksin dön hapishanene diyor.” Bir şey demedi. Susarak bana nasıl bir iyilik yaptığını bilse konuşmazdı. “Madem ona karşı bir şey hissetmiyorsun git. Gittiğinde mutlu olacaksan bir saniye bile durma Zeynep.” “Kolay değil ki? Birazdan kapımıza dayanırlar ya da en fazla yarın burada olurlar. Sadece nefes almak istedim. En azından bunu başardım.” “Tamam, düşünme artık. Hadi bir şeyler ye de bağışıklığın zayıflamasın.” Dediğini yapıp yemeğimi yedim. O da daha fazla üzerime gelmedi. Sanırım benim bildiğim kadarını anlamıştı. Mutfağı toparlamamız, çayı demleyip içeriye geçmemiz çok uzun sürmedi. Önce namazları kıldık akabinde çay içmek için salona geçtik. Havalar çok soğuk olduğu için balkon işinden son anda vazgeçtik. Bu saate kadar ses yoktu. Şaşırıyordum bu duruma. Aslında şaşırmamam lazımdı, beni bulabileceği bir kanıt yoktu ortada. Yine de bu sessizlik beni korkutuyordu. “Eğer bir gün onu seversen, ne olacak Zeynep?” Sessizliğin ortasına atılan sözler bir kış ayazı gibi bütün vücudumu kaskatı bıraktı. Onu seversem… Sevdiysem… Hangisi gerçekti? Biraz önce kendime kabullendiremediğim gerçekler yüzsüzce gelip yüreğimin tam ortasına arsızca oturdu. “Zeynep bence ihtimallere kalmamış gibi…” “İhtimaller kalmadı, çünkü ihtimallik değil. Sevmek en son isteyeceğim bir durum bile değil.” “Ama…” “Evet bunca zamandır yaptığı ile etkilenmemek elde değil ama sevgi bambaşka Hatice. Onunla olmayacağı gerçeği gibi…” Başını sakince salladı. Bense bu saçma düşünceden vazgeçtim. Hatice kafamız dağılsın diye komedi filmi açsa da ne kafam dağılıyordu ne de filme odaklanıyordum. İzliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. “Eğer ayıp olmazsa yatabilir miyim Hatice?” “Ne ayıbı olacak Zeynep. Hatta yatta kafan dağılsın biraz.” Dediğini yaptım. Bana ayırdığı odaya geçtim. Karanlık odayı aydınlatmadan direkt yatağa oturdum. Hareketlerim uyuşuk, ruhum sinikti. Uzandım. Ne uyuyabiliyor ne de kalkıp dolanabiliyordum. Hissizdim. Sadece bakıştım tavanla. Ettiğim dualar fısıltıyla beraber ruhuma iyi geliyordu. Zikir çekmeye başladım en sonunda. Allah’a yöneldim. Ona yönelen zayi olmazdı. Zayide olmamıştım. Adını andığım rabbim bana bir inşirah ferahlığı vermişti bile. Kapandı gözlerim. İlk defa içimdeki o huzuru hissettim. Allah’ın bana sunduğu bu huzur dudaklarımın arasındaki o fısıltıyla gelmişti. Ve ben, Allah’a olan umudumu hiç kaybetmedim. Sabah kahvaltısını erkenden yapmıştık. Hatice’de ben de uyuyamamıştık. Birazdan çıkıp gidecektim. Lakin hâlâ kararsızdım. Çekip gitmek mi yoksa o eve dönmek mi karar veremiyordum. Hatice kalmamı istese de yapamazdım. Onunda başını ağrıtmak istemiyordum. Vedalaştım. O bana bu günde çok güzel bir dost olmuştu. Minnetle sarıldım. “Eğer bir yere gitmek istersen bu ev senin de.” “Her şey için teşekkür ederim.” Birbirimizden ayrıldık. En azından biraz olsun kafamı toparlamıştım. Kapıyı açtığım an beklemediğim kişi tam dibimde duruyordu. O an büyük bir panik oturdu üzerime. Kaçmak istedim ama ayaklarıma itaat eden bu savunmasızlıkla kıpırdayamadım bile. Öfke doluydu. Bakışlarındaki o öfke birazdan ikimizi de yakacak gibiydi. “Arabaya geç.” Sakin kalmak istiyordu ama öfkesini buradan hissediyordum. Sorun çıkarmayacaktım bu sefer. Hiç takatim yoktu karşı koymaya. Hatice’ye veda ettim ve merdivenlerden yavaşça indim. Peşimden geliyordu. Bu sessizlik ne kadar sürecekti bilmiyordum. Dışarıdaki korumalara baktım. Sanki bir şeyler içime dokunmuştu. Usulca bindim arabaya. Yorgundum. Köşeye pustum. Yiğit ise öfkesini belli etmedi ama arabasını delicesine sürmeye başladı. Bu hız biraz sonra olacakların ön gösterisiydi. “Gidecek miydin?” Sesi bambaşka boyuttaydı. Hızını biraz daha arttırdı. Korkmaya başladım. “Gidecek miydin diye sordum sana?” Bağırdı. O an irkildim. “Bilmiyorum.” Sinirle güldü. Bilmiyordum, kaçıyordum her şeyden. Benim gideceğimi düşünüyordu, yine o güne geri döneceğimizi ve tekrar aynı şeyi yaşayacağımızı düşünüyordu. “Bu kadar mı kurtulmak istiyorsun benden?” Sesindeki öfke dinmemişti. Konuşamadım, “Senden kurtulmak istiyorum,” diyemedim. Sanki kalbimdekiler dudaklarıma kilit vurmuştu. Yavaşça döndüm yüzüne. Çatık kaşları yine aynıydı. Bana bakmıyordu, bakarsa öfkesinin dineceğini biliyordu. Eve gelişimiz kapıyı açışı ve kolumdan tutup çekiştirilmem saniyeler sürdü. Direnmedim. Bize bakan ev ahalisine dönüp bakmadım. Odadaydık artık. Karşımdaki adamın nasıl canavara dönüştüğünü bir kez daha gördüm. “Hadi bekliyorum. Ne yapacaksın, kapatacak mısın yine beni odaya?” Üzerime geldi. Gözlerindeki koyuluk gazabının her bir zerresini bana göstermişti. “Dün gelecektim. Ama inan bana öfkem dinmedi.” “Senin hiç öfken dinmedi ki?” Soludu. Odada volta atarken bir yandan kendini sakinleştirmeye çalışıyor gibiydi. “Ne yapmaya çalışıyorsun Zeynep, ne? Amacın ne?” Gelip iki kolumdan sert olmayacak bir şekilde tuttu. “Bu laf dinlememe neye mal olacak bilmiyor musun? Nereye kaçabilecektin ki? Hadi kaçtın diyelim, gerçeklerden de mi kaçacaksın?” Gerçeklerin bu kadar can yakıcı olması her şeyi yok ediyordu. Ben artık bununla tehdit edilmek istemiyordum. “Dün hiç kimseye görünmeden gitmen beni değil seni zora sokuyor.” Hızla göğsünden ittim. Bu kadar öfke yeterdi. “Bir gece, tam bir gece senden uzak olmak istedim. O bir gece her şeyden uzak olmak istedim anlıyor musun?” Bu sefer ben bağırdım. “Ben suçluymuşum gibi üzerime gelme. Sebep o kadar ortada ki, ben ne yapsam sen sınırları zorluyorsun.” Konuşmadı. Kapıyı çarpıp gitti. Durmadım, köşedeki komodinin üzerinde duran papatya dolu vazoyu kapıya fırlattım. Vazo bin bir parçaya bölündü. Tıpkı benim hayatım gibi. … Evdeki derin sessizlik o günden bu yana daha fazlaydı. Ezgi’yi o günden sonra görmemiştim. Onu zora soktuğumu biliyordum ama bu bana suçluluk yüklemedi. Yaptığımın bedeli değildi bu. O geceye ihtiyacım vardı çünkü. Yiğit’le yemekler dışında hiç karşı karşıya gelmemiştik. Yemeğini yiyor, çalışma odasına çekiliyordu. Gece odaya gelmiyor, artık papatya bırakmıyordu. Yine yemekleri yedikten sonra o odasına çekilmiş ben ise kitap okumak için bahçeye geçmiştim. Ama önce kendime kahve yapmak istedim. Geri mutfağa döndüm. Yiğit su içiyordu. Beni görünce şişeyi dolaba geri koyup görmezlikten gelerek mutfaktan çıktı. Ben de kahveyi yapıp geri bahçeye döndüm. Bu tavırları canımı sıkıyordu. Ben suçluymuşum gibi davranıyordu. Lakin kendimden ödün vermeyecektim. İki gün böyle geçmiş evdeki sessizlik dipsiz bir karanlığa dönmüştü. Ne Yiğit ne de ben hiç konuşmamıştık. İkimizde inat ediyorduk. Kim kazanacak, kim kaybedecek bilmeden süregelen bir durum vardı. Halime ablayı izleyip durdum. Elimi çenemin altına koyup öylece yaptığı işe odaklandım. Aslında odaklandığım yaptığı hareketlerdi ama düşüncelerim çok başkaydı. Benim aklımdakiler düşüncelerimi hep dibe çekiyordu. Halime abla Hasan abinin çağırması ile bahçeye çıktı. Geri döndüğünde, “Zeynep, benim acil işim çıktı canım, yemeklere bakar mısın?” deyince sessizce başımı sallayıp oturduğum yerden kalktım. Çorba yapılmıştı, yanına doğranacak ürünleri pişirmesi kalmıştı. Yarım kalmış soğanları doğrayıp tavaya koydum. Uzun zamandır yemek yapmamıştım. Şimdi uğraştığım iş beni biraz olsun rahatlatıyordu. Elimdeki tahta spatulanın alınması ile bir an irkildim. Sessizliğini bozmaya karar vermişti anlaşılan. “Belli ki acımasız olan bir tek ben değilmişim.” Soğana bakarak konuştuğunda neyi kastettiğini anladım. “O acımasızlığın diğer yönü,” dedim patatesleri doğramaya başlayarak. Yiğit soğanları karıştırmaya devam ediyordu. Şirketten yeni gelmiş olmalıydı. Sadece gömlek ve pantolon vardı üzerinde. Gömleğinin kollarını katlamıştı. Gergin kasları ile gömleği üzerine tam oturtmuştu. Kavrulan soğana salçayı ilave edip biraz daha kavurduktan sonra pişen et ve patatesleri ilave edip kavrulmaya bıraktım. Yiğit elindeki tahta spatulayı bırakıp bana döndü. Tavadakini kavurmamdan ötürü birbirimize oldukça yakındık. Tavanın kapağını kapattım. Bana yaklaştığını fark ediyordum ama onu görmezden geliyordum. Belki de buna mecburdum. Yiğit başımdaki örtüyü daha fark edemeden çıkardığında önce tedirginlikle kenara çekildim ama buna izin vermeyip, “Azıcık seveyim saçlarını,” dedi. “Sadece kokun ilişsin burnuma, o bile yeter.” Sesi küçük bir çocuk gibiydi. Daha dün beni suçlayan adam şimdi hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Lakin bunun sebebi bendim, çünkü ben de onu görmezden gelmiştim. Ama yenilen oydu. Bileğimi tutup kendine çekti. Saç tokamı saçlarımın arasından çekip saçlarımın dağılmasını sağlarken ona bu kadar yakın olmam beni oldukça geriyordu ama ona da engel olamıyordum. Sanırım Ezgi’nin de dediği gibi ben Yiğit’e tutuluyordum. Perçemimi kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra burnunu saçlarıma gömdü. “Ne oldu da geçti kızgınlığın?” “Kızgındım geçti. Uzatmanın gereği yok.” Boğuk bir sesle konuştu. Ben de ona kızgındım ama elimde olmayan durumlardan ötürü ondan kaçamıyordum. Bir yandan saçlarımla oynayıp, “Sence de beni çileden çıkartmıyor musun?” dedi onu mağlup eden benmişim gibi. Geri çekilecektim ama o, “Güzelliğini kastettim,” dedi. Sanırım laf değiştirme değildi bu. Hakikatleri konuşuyordu. Yüzünü saçlarıma iyice iliştirirken nefesini boğazımda hissediyor, bu da nabzımın yerinden fırlayacakmış gibi atmasına neden oluyordu. Ben böyle hissetmemiştim daha önce. İlk hissedişim Yiğit’e aitti. “Abartıyorsun.” Sesim bir kedininkinden farksızdı. Şu an titrememem gerekiyordu. Hatta Yiğit’i itmem gerekiyordu. “Abartıyorsam haklıyımdır.” Kaşlarım aralandı. Yüzünde alaycı bir ifade yoktu. Saçlarımı arkaya itti. “Bu yüzden seni kalbimin kilitli odasına saklamak istiyorum,” diyerek parmağı ile dudağımın kenarını sevdi. Ona bu kadar kolay yenilmem beni ona karşı güçsüz hissettiriyordu. Gülümsedi, gazap kokan lacivertleri yumuşayıp gülüşünde kayboldu. Ona dokunmaktan korkuyordum. Ona yaklaşmaktan ona gülümsemekten korkuyordum. Neyi onunla tartacağımı bile bilmiyorum. Belki de onu sevmekten korkuyordum. “Yiğit,” dedim sesimdeki anlamsız çekingenlik ile. “Efendim mavi,” dedi güzel bakışlarını bana bahşederek. Bakışlarımı etrafta gezindirdim. Bana böyle bakarken diyeceklerimi unutuyordum çünkü. İşaret parmağını yanağıma koyup bakışlarımı ona çevirdi. Ondan uzaklaşarak, “Yapma lütfen,” dedim kaçar adım geri giderek. “Bana pişman olacağım bir güven verme.” Gülüşü hiç silinmezken, “Gülme şöyle,” dedim. Kaşlarımı çattığımda gülüşü kahkahaya dönüştü. Omzuna vurup, “Keser misin!” dedim. Ben ciddiydim ve beni hiç ciddiye almıyordu. Bir gülse ben ciddiyetimi kaybederdim zaten. Öyle de yapıyordu şu an. Yüzündeki o ifade benim ona çekildiğim yerdi. İnci gibi dişleri belli olana kadar gülüyor, gözleri gülmesinden ötürü kısılıyordu. Burnuma gelen koku ile, “Ya,” diyerek tavanın altını kapatıp ağzını açtım. Yaptığım bütün yemek ziyan olmuştu bile. “Sen benimle uğraşmasaydın yanmayacaktı.” Yiğit tavaya bakıp, “Yazık olmuş,” dedi alay ederek. Şu an hiç iyi hissetmedim. Dudağımı büzüp, “Aç kaldık,” dedim. Fazlasıyla acıkmıştım çünkü. Yiğit bu halimden oldukça zevk alıyordu. Ona konu olmakta üstüme yoktu. “Elinden zehir olsa yerim be mavi,” deyip tavadaki yemekten sağlam kalmışlara bakıyordu. “Sanırım, zehir tabiri şu an için geçerli,” deyince koluna çimdik atıp, “Yemezsen zorla tıkarım ağzına ama,” dedim. İyice moralim bozuldu bu duruma. Kaşıkla baktı ama sağlam kalan bir tane lokma kalmamıştı içinde. “Lafın gelişine söylenen sözden mükellef değilim,” deyip kaçar adım tezgâhtan uzaklaştı. Arkasından söylendim. Masada duran sürahiden su içip geri yanıma döndü. Dolaptan birkaç malzeme çıkarıp yanıma geldi. “Yemek yoksa çaresi zor değil.” Önündeki domatesleri ince ince doğradı. “Menemen mi?” diye sordum tezgâha yaslanarak. “Ona menemen demen büyük hata.” “Göreceğiz.” Büyük ustalıkla menemeni yapmaya başladı. Eline yakışıyordu yemek yapmak. “Soğanlı mı soğansız mı?” “Soğansız.” Beni tasdik edip ardından, “Kabuksuz,” dedi. Onayladım. Sanırım damak zevkimiz benziyordu. Daha sonra özenle doğradığı malzemelere baktım ama en çok onu izledim. Uzun uzun onu izlediğimi fark etmişti bile. “Bazen sadece benim gibi hissettiğini düşünüyorum.” Soğanları tavaya koyarken bana döndü. “Hatta daha fazlası,” diye devam etti. Kaşlarımı araladım. Şu an rahattı, biraz da benim bu rahatlığımdan ötürü cesaretle konuştu. “Sen çok biliyorsun.” Söylendim. İnat ettiğimi ikimizde gayet iyi biliyorduk. İstemem yan cebime koy der gibiydim şu anda. Bana hoşuna gider gibi bakması bile kendimi ne kadar rezil ettiğimi gösteriyordu. Kavrulan biberlere domatesleri ekleyip bir süre bekletti. O ara bana dönüp, “Biliyorum çünkü görüyorum,” dedi. Elindeki tahta spatulayı bana doğrulttu. Göz kırpıp tekrar işine döndü. Ona hiçbir sözüm yetmiyordu. Zaten inkâr etmek istemiyor gibi bir halim vardı. Ben de köşede duran maydanozları ufak ufak doğradım. Sanırım ilk defa düzgün konuşuyorduk onunla. Ben bu durumdan hoşnut gibi duruyordum, zaten Yiğit’i anlatmaya gerek yoktu. Saat 18:00 olmuştu. Menemeni yapmış masaya kurulmuştuk. Menemenin kokusu beni ye diye çağırıyordu resmen. Sepete dilimlediğim ekmeklerden birini alarak tavaya bandırıp ağzıma aldım. Yememle beraber lezzeti beni mest etti. Zaten sevdiğim bir yemekti ama Yiğit’in tarifiyle daha lezzetli olmuştu. Kapanan gözlerimi açtığımda Yiğit’in beni izlediğini gördüm. Çiğnediğim lokmamı zorda olsa yuttuğumda, “Beğendin sanırım,” dedi. “Haklıymışsın, buna menemen demem hata.” O da ekmekten bir parça alıp yedi. Bu sefer ben ona uzun uzun baktım. Minik bir tebessüm oluştuğunda yüzümde bana bakmasıyla hızla toparlandım. Yemeye devam ederek bir müddet sessizliğe büründük. Kendimi tuhaf hissediyordum. Belki de artık her şeyi kendi düzeyine bırakmıştım. Menemeni bitirip geri yaslandım. Oldukça fazla yediğimi varsayarsak şimdiden karnımın şişliğinin acısını çekiyordum. “Ellerine sağlık.” Yiğit’te benim gibi geriye yaslanıp, “Afiyet olsun,” dedi. Beraber masayı toparladıktan sonra, “Çay içelim mi?” diye aniden sorması yönlendiğim merdivenlerden ona bakmamı sağladı. Umutla bakıyordu. Kabul etmemi istemesi kadar umutluydu. “Eğer seversen filmde izleriz.” Bir müddet ona bakıp, “İçelim,” dedim hafif tebessümle. Gözleri parladı. Isıtıcıya su koyup televizyondan film ayarladı. Öylece hareketlerini izliyordum. Isınan suyla çayı demledim ben de. Demlenen çayı bardaklara boşaltıp salona geçtim. Kendimi normal bir zamanda hissetmem uzun zaman sonra ilk defa huzurlu hissettirdi. Bir yandan anlam veremediğim heyecan vardı, kalbimin atışı farklıydı. Yiğit bardağını alarak tepsiyi ortamızdan kaldırdı. Yanına koyduğum tatlıyı sehpaya koydu. Bana yaklaştığında filme odaklanamamıştım bile. Onunda benden aşağı kalır yanı yoktu. Film aksiyon ve bilim kurgu olmasından ötürü distopikti. Konusu ilginçti. Mad Max’in eskiden yaşadıkları hayatta kalmak için en iyi yolun yalnız kalmak olduğuna inandırmıştır. Yine de kendisini Furiosa adlı liderinin peşinde çöldeki savaş ortamından sürekli kaçarak hayatta kalmaya çalışan bir grup insanın arasında bulur. Grup, yaşadıkları ortamı acımasızca yöneten Joe’dan kaçmaktadır. Tom Hardy oynuyordu filmde, bu yüzden izlenilesi bir filmken filme biraz daha odaklandım. Önce koluma dokunan el, sonra bedenimle birleşen beden nefes alış verişimi zorladı. Başımı hafifçe çevirdiğimde Yiğit’le göz göze geldim. Sanırım filme iyi odaklanmıştım ki yanımdaki varlığını tamamen unutmuştum. “Filmden çok beni izliyor gibisin.” Hiç inkâr etmeden, “Sen varken, filme adapte olmam imkânsız,” dedi. Duyduklarım kulağıma kadar kızarmama neden oldu. Ne kadar filme odaklanmaya çalışsam da bakışlarının altında çok da faydalı olmuyordu. Bana böyle baksın istemiyordum. Hatta yakınımda durması bile fazlasıyla tedirgin ediyordu beni. Hızlıca toparlanıp boş bardakları alarak ayaklandım ama arkamdan sırıtıyordu. Bardakları makineye koyup odaya çıkmak için merdivenlere yöneldim. Yiğit ortalıkta yoktu, televizyonda kapalıydı. Ne ara gitmişti ki? Odaya çıkarak kılmadığım yatsı namazını eda ettim. Bu gecenin sakinliği beni korkutuyordu. Yiğit normalde evde durmazdı, bu akşamı benim yanımda geçirmesi şaşırtıcı olsa da bu durumdan hoşnuttum. Oysa onu görmek istemiyor olmalıydım. Şu an için bu olasılığı kabul edemezdim. Belki etkileniyordum fakat daha fazla ona yakınlık kuramazdım. Yakın olursam ona, bu ileri raddeye gidebilirdi. Ben bu hayatta kendimi sürükleyeceğim yere katık olursam sakındığım her ne varsa benden uzak olmazdı. Bu yüzden fazlası asla hayatıma girmeyecekti. Kendime verdiğim sözü unutamazdım. Hayatıma onu alırsam hep acı çekecektik. Zamanı geldiğinde ise bu evden de onun hayatından da çıkıp gidecektim. Gerçek buydu ve ben bu gerçeği bir kere daha aklıma yazdım. |
0% |