Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. Bölüm

@rumeysadoganm

Mayıs aylarının sonuna gelmiştik artık. Hava günden güne sıcaklığını gösteriyordu. Bu akşam Büşra’yla Yusuf’un imam nikâhı kıyılacaktı. Ezgi ile ben akşamdan önce gelmiştik mahalleye. Aysun Hanım hâlâ şehir dışında olduğu için o bize katılamadı. Yiğit’te nikâha yetişebilirse gelecekti.

Annem akşam için tatlı yapmıştı. Nikâhı bu mahalledeki imam olan Bekir amca kıyacaktı. Babam Bekir amcanın öğrencisiydi, emeği babamda çok olsa da bizde de vardı. Akşam için Yusuf hazırlık yapıyor annemde oradan oraya koşturuyordu. Ezgi salonda telefonuyla ilgilenirken ben de annemin yarım bıraktığı mutfak toplama işini hallettim. Aklıma Yiğit’le benim nikâhımız gelince buruk hissettim. O zamanlar her şeyin bittiğine inanıyordum, şimdi ise bitti sandıklarımın başlangıcını yaşıyordum. Hâlâ güvenemiyordum Yiğit’e. Bir şey olsa yine yıkılacakmışım gibi hissediyordum.

Odaya Yusuf’un yanına geçtim. Elindeki takım elbiseyi yatağın üzerine koyup bana baktı. Gülümseyerek yanına yaklaştım. Heyecanı gözlerinden belliydi.

“Heyecanlı gözüküyorsun.”

“Çok değişik bir heyecanmış abla bu,” deyince bu sefer hafifçe karıştırdım saçlarını.

“Ne hissediyorsun?” Bir an dalıp gitti. Bu dalış iç çekmeye dönüştü.

“Artık gözlerim bir gözlere sahiplik yapacak. Bakabilecek, onu seyredebileceğim. O artık benim eşim olacak abla. İnanılır gibi değil ama elini tutabilecek, ne hissettiklerimi söyleyebileceğim.” Güzel sevişinden ötürü onunla daha fazla konuşma gereği duydum. “Onun hakkında ne düşünüyorsun peki?” Sorduğum soru gözlerinin parlamasına neden oldu. Dudakları kıvrıldı.

“Güzelliğine mısralar yetmez, gözlerimi kapatıyorum ki gözkapaklarımdan taşmasın diye. Onun güzelliği bir gün doğumu gibi bana yeniden hayata başlamayı öğreten, gün batımı gibi onunla gözlerimi kapatmama neden olan tek kızıl güzellik. O benim gonca gülümken onu tasvir edemediğim tek şiirim abla. Büşra desem kalbim titriyor, onu görsem sakındırdığım gözlerim sabırsızlanıyor.”

“Gel buraya şapşal,” deyip kendime çektiğimde sarıldı. Yusuf’un bu tavrı beni hafiften hüzünlendirdiğinde yine de onun adına mutlu oluyordum. Sıkıca sarılıp öptüm.

“Peki, sen abla? Sevebilecek biri olacakken neden o adamın zulmüne katlanıyorsun?” Tebessümüm buruklaştı. İçimdeki o hissi söyleyemedim. Başka birini sevebilir miydim sahi? Artık yapabilir miydim?

“Bana zulmetmiyor.” Başını kaldırıp yüzüme baktı. Bu sefer yüzündeki o sıcak ifade yoktu. Sertleşen çehresi beni tedirgin etti.

“O nasıl bir adam peki!” İma ile sormuştu ama ben bunu soru olarak alıp, “Aslında o gün benim hayatımı kurtarmış Yusuf,” dedim. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Meraklı gözleri bir süre dikildi üzerime. O gün bir adam peşimdeydi, Yiğit’te peşimdeymiş orası ayrı. Konuşmak istiyormuş benimle ama o günkü adamı hesap edememiş. O adam çok tehlikeli biriymiş ve hiç iyi şeyler yapmamış. Zaten Yiğit’lerin aradığı şahısmış. Peşimde olduğunu görünce her şeyin yanlış anlaşıldığı ana tekabül etmiş. Sanırım ben biraz evhamlanmışım.” Şaşırdı bu sefer ama yorum yapmadı. Aramızda geçenleri kısa kısa anlattım. Öfkeli yüzü biraz yumuşamış gibi duruyordu. Onu yumuşatmam gerekiyordu, Yiğit’le aralarındaki husumet biraz olsun azalmalıydı.

Aklımdaki düşünceleri bölen kapı zili oldu. Yusuf’un odasından çıktım. Etrafta kimseyi göremeyince kapıyı ben açtım. Bahadır gelmişti. “Selamun aleyküm,” diyerek beni selamladı. Oldukça sportif duruyordu.

“Aleykümselam. Hoş geldin,” dedim bana bakarken.

“Hoş buldum,” deyip ayakkabılarını çıkararak içeriye girdi. “Millet nerede?”

“Herkes bir işle meşgul.” Demek istediğimi anlayınca beraber salona geçtik. Bahadır Ezgi’yi görünce önce memnun olmasa da yine de başı ile selam verip salona girmekten vazgeçti. Ezgi’ye baktığımda ters ters Bahadır’ın arkasından bakıyordu.

“Beyefendi beni görünce kaçtı.” Ona gülerek, “Korkuttun demek ki adamı,” dedim. Bu sefer bana ters ters bakıp, “Ay haspam,” diyerek tekrar telefonuna baktı. Onun bu hali oldukça hoşuma gidiyordu. Bir şeyler sezsem de demedim. Biraz zaman geçince bana yaptıklarının acısını çıkaracaktım. Karşısına oturduğumda annemde gelerek diğer koltuğa oturdu. Önce Ezgi’ye sonra bana bakıp, “Neyi var deli oğlanın yine? Kendi kendine söylenip duruyor.” diye sorduğunda gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Ezgi telefondan başını kaldırmasa da göz ucuyla anneme baktığını görebiliyordum.

“Bilmem, kime kızmış yine?” İmayla sordum. Annem anlamadı ama Ezgi burnundan soluyordu.

“Neyse bir bakayım da hararetini alayım şunun.” Annem çıkarken Ezgi yan tarafta duran kırlenti alıp yüzüme fırlattı. Ona öyle baktım diye kıpkırmızı olmuştu bile. Bu hali aynı bana benziyordu.

“Saçma sapan şeyler düşünme Zeynep.” Omuz silkip, “Sana elime düşersin demiştim,” deyince diğer kırlenti de fırlattı. Kıkırdayıp ben de kırlenti ona fırlattım. Boşluğuna gelecek ki kırlent yüzüne tam isabet etti. Elimle ağzımı kapattım, kahkaha atabilirdim. Ezgi başını sinsice sallayıp, “Soracağım sana,” dedi. Tekrar omuz silkip yanından kalkarak mutfağa geçtim. Hazırlıkları yapan annemin beline sarılıp yanağına kocaman sulu öpücük kondurdum. Annemde aynı şekilde öptüğünde, “Oh,” diyerek yeniden öptüm. “Nasıl özlemişim nasıl.” Annem gülerek önüne döndüğünde ben de kurabiyeleri saklama kabına yerleştirdim. Çok geçmeden bütün hazırlıklar tamamlandı.

“Çok şükür seni şöyle keyifli görebildim.”

“Sık sık geliyorum ya ondandır. Mahalle keyfimi yerine getiriyor.” Bir yandan konuşuyor bir yandan sona kalan kurabiye parçalarını tırtıklıyordum.

Kapı zilini duyunca mutfaktan çıktım ve hızlı adımlarla kapıya ulaştım. Nefesimi heyecanımı dizginlemek ister gibi soludum. Onun gelişi ne ara beni bu kadar heyecanlandırır olmuştu bilmiyordum. Kapıyı açmamla beraber yerdeki bakışlarını kaldırdı. İşte o an göz göze geldik. Gülümsedi, ben gülüşünde eridim. Lacivertleri parladı, herkese koyu olan gözleri benimle yeniden can buldu. Gülümsedim gülümseyişine. Bir elini uzatsa ona çekilecek gibiydim. Yanıma yaklaştı ve parmağı yanağıma ilişti. Kulağıma eğilip, “Gamzelerinde deva bulmaya geldim,” deyip hiç beklemediğim anda yanağımdan öptü. Gözlerim irileşirken o sadece güldü. Gülüşünün kastıydı bu halim. Gözlerimi kaçırmaktan vazgeçip, “Hoş geldin,” dedim. “Çok hoş bulduk,” deyip içeriye geçti. Kapıyı kapattığımda bir müddet kapı önünde kaldığımı anlayıp ben de içeriye geçtim. Sersem âşıklar gibiydim.

Ezgi ortalıkta yoktu, Yiğit tekti. Beni görünce parmağı ile yanına yaklaşmamı işaret etti. Yanına doğru adım attığım anda bileğimden tutup kendine çekti. Bakışlarım etrafta gezindi o anda. Dizine oturtacaktı fakat bu kadar yakınlığa alışkın olmadığımda yanına oturdum.

“Bugün keyfin yerinde.”

“Sebebi belli değil mi?” Elini uzatıp yanağımı sevdi. Bunu çok fazla yapıyordu, benim de hoşuma gidiyordu.

“Orasını düşünmem lazım.” Kaşları aralandı. Çok beklemeden elini belime koyup bedenimi kendine çekti.

“İstersen daha ikna edici şeyler söyleyebilirim.” Kocaman açılan gözlerim hoşuna gidecek ki keyifle güldü.

“Sen biraz geç mi gelseydin acaba!”

“Zaten çok geç geldim sana, daha ne kadar geç geleyim mavi?” Gülümsememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Fıtratımla oynuyordu.

“Ben onu kastetmedim.”

“Neyi kastettin?” Yakınlaştıkça yakınlaştı. Sözlerine kasten beni utandıracak sözler katıyordu. Bakışları yüzümden çekilmedikçe sıkıştığımı hissediyordum. “Kastettiğin kastettiğim kadar maviş,” deyip kapanan gözlerime değdirdi parmaklarını. “Ama sen sözleri oradan oraya çekiyorsun.”

“Sen de beni zorluyorsun.” Gülümsemesi genişleyince oturduğum yerden kalktım. “Sana yol oluyor değil mi bunlar?” Keyiflenerek geriye yaslandı.

“Ne yalan söyleyeyim, oldukça hem de.” Ters bakış atıp, “Çok fazla alışma o zaman,” deyip salondan çıkacakken annemle karşılaştım. İkimize birden baktı, bu sefer ciddi manada yerin dibine girmiştim. Umarım bizi o halde görmemiştir diyerek hızla yanından geçtim. Kalbim deli gibi atıyordu. Bu kadar kaptıracak ne vardı ki? Oysa kendimi o kadar tembihlemiştim. Kendime gelerek mutfağa geçtim. Bunun üzerine su içtim fakat yanıyordum. Holde onu gördüm, bana göz kırparak dışarıya çıktığında su boğazıma kaçtı. Öksürdüğüm an sırtıma vuran Ezgi ile öksürmem azaldı.

“Helal helal, evet bence de helal!” Dirseğimle koluna vurunca, “Ne?” dedi sahte kızgınlıkla. Çok iyi biliyordu neyin ne olduğunu. Aklı sıra benimle dalga geçiyordu.

“Ezgi, seni mahvederim.” Gülerek aynı şekilde o da dışarıya çıktı. Herkes evden çıktığında rotamız belli oldu. Arkadan Yiğit’e bakıyordum. Kendime kaçış yeri bulmalıydım, yoksa beni bu durumdan kimse kurtaramazdı. Yüzüm hâlâ yanıyordu. İçimden geçenlerle, ‘Saçmalama’ dedim. Bana kısacık bakış attığında bu sefer, ‘Geçmiş olsun’ dedim. Ona bir kalp emanet etmiştim artık. Fakat onu önce kalbin tanımasına müsaade etmeliydim. Ona hemen uzatamazdım elimi. Yine de kalbimin kalbine şans vermesine müsaade ettim. Çünkü kalpte bulunmayan tek şey mantıktı. Ve ben ne kadar onu sevmeyeceğime, ondan nefret edeceğime dair birçok sözler sarf etmişken kalbim hiçbir sözü laf bellememişti kendine. Şimdi kalbimin kumpasına uğramıştım. Artık o mantığıma hükmediyor, orada saltanat kurmasına izin veriyordum. Artık dilimin bağlandığı yerdeydim. Ona olan bakışlarımdaki çekimserlikteydim. O lacivertlerin mavilerime yorgan olmasının sıcaklığındaydım. Buz tutmuş yüreğimi ısıtan kalbindeydim. Artık ondaydım, o bendeyken sığınmıştım yurduna. Çetrefilli bir dünyada yolcuyken şimdi ev sahibiydim. Artık tepe takla olduğum yolda uzatılan elinin hükmündeydim. Ve o hüküm adaletsiz yargılamıştı kalbimi. Asıl suçlu kalbimken beni tutsak almıştı.

Elimdeki saklama kabını tezgâhın üzerine koyup Büşra’nın yanına odasına gittim. Ezgi’de buradaydı. Beni görünce kocaman gülümsedi. “Zeynep, geberiyorum heyecandan,” deyip bana sarılınca sırtını sıvazlayıp, “Ben bile heyecanlıyım şapşal, hadi şunu takta geçelim içeriye,” deyip kolyesine takmaya yardım ettim. O kadar güzel olmuştu ki. Beyaz bir elbise onu duru bir güzelliğe büründürmüştü.

“Biraz sonra onunla Allah katında evleneceğim. Ona bakabilecek, onu uzun uzun seyredebileceğim. İnanılır gibi değil.” Gülümsemem çoğaldı. “O da akşama kadar bunu söyleyip durdu,” dememle gözleri parladı. “Sence beni güzel buluyor mudur?” diye sorunca koluna çimdik atıp, “Sen hiç güzelliğinin farkında değilsin sanırım?” dememle beraber bu sözlerim onu mutlu etti. Biraz daha mutlu olsun diyerek ona Yusuf’un bana anlattıklarını anlattım. Gözleri parlarken utançtan bakışlarını kaçırdı.

“Bu kadarı için nikah mı gerekiyor gerçekten?” Ezgi’nin sorusuna kulak kesildim. Dediklerimizi dikkatle dinlemişti. Şimdi ise bilmediklerine karşın ilgisi oldu.

“Evet, biliyorsun nikâh olmadan aradaki mahremiyet kalkmıyor. Yani biz buna namahrem deriz canım. Allah nikâh öncesi mahremiyetimizin dışındakilerle bizi bir perde arkasına saklamış. Kadınlar değerlidir ve o değer sadece eşine özeldir.”

“Anladım,” dedi yüzü düşerken. “Ben sizin gibi hassas değilim bu konuda, sizin dedikleriniz bana zor gelse de aslında çok güzel durum bu.” Sıkışıp kalmıştı bilmedikleri arasında. Elimi koluna koyup, “Bu konuda ne düşünüyorsan ben sana yardımcı olurum, biliyorsun değil mi!” deyince başını usulca salladı. Son hazırlıkları yaparak odadan çıktık. Nikâhı kıyacak olan Bekir amca geldiğinde evdeki koşuşturma bir son buldu. Hepimiz salona geçtik. Büşra Yusuf’a yaklaşınca Yusuf azda olsa Büşra’ya baktı. Onunda gözleri parladı. Bakışlarını zorda olsa çekti.

“Estağfurullah.” Dediği tek kelime buydu. Yakınında olduğum için duyabiliyordum. Düşünceleri için kendi kendine tövbe ediyordu. Gülüp önüme döndüm. Bekir amca bütün bilgileri kâğıda aldı. İkisi de bakışlarını yere odaklamışlardı. Bütün dualar okunmuş kabuller alınmıştı. Akit gerçekleşirken Yusuf çekimser bir tavırla elini Büşra’nın elinin üzerine koydu. Birbirlerine baktılar bütün kaçışlarının ardından gülümsediler. “Bu sefer estağfurullah yok,” dedi gülümseyişinin ardından Büşra’ya hayranlıkla bakarak. Büşra bu sözle, “Yok,” dedi. Hepimiz odadan çıktık. Baş başa bıraktığımız çift bundan oldukça hoşnut olmuştu. Bir anda kolumdan tutulup çekilmem ile ne olduğunu anlamadan kendimi boş odada buldum. Hızla kapı örtüldü, sırtım duvarla bütünleştiğinde göz göze geldiğim kişinin Yiğit oluşu korkuyla atan kalbim rahatladı.

“Ne yapıyorsun sen?” Gülümseyip, “Uzaktan bakmalara katlanamadım daha fazla,” deyip ellerini duvara yasladı. İki kolunun arasında sıkışıp kalmıştım. Göğsünden vurup, “Aklımı aldın,” dedim. Yok yok, ciddi manada kalbimle sorunu vardı. Gülüşünden ötürü kısılan gözlerine bakıp bu sefer ben estağfurullah çektim. Gözleri, gülüşü bu kadar güzel olmak zorunda mıydı?

“Sen benim aklımı alalı çok oldu ama.” Başımı yan tarafa çevirip güldüm.

“Her defasında lafımı başka yöne çekiyorsun.”

“Biraz daha gülsene.”

“Neden?” Dudağımın kenarını okşayıp, “Öpmem için nedenim olsun,” dedi. Gözlerim irileşirken sorduğumun saçmalığında onun bana yaklaşmasına neden sundum. Ellerimi nereye koyacağımı şaşırmışken sertçe yutkunduğunda çıkan âdemelmasına kaydı gözüm. Karanlıkta parlayan gözleri yüzümü talan etti. Yan taraftan geçecekken kolunu biraz daha eğip geçmemi engelledi. Diğer taraftan geçmek istediğimde yine engelledi.

“Ş’şey, b’ben...” Kekelemem karşısında kendi kendime kızıyordum. Dilinin tutulacak zamanıydı değil mi Zeynep? Bravo sana bravo!

“Evet, sen...” Şu an konuşamıyordum. “Dilin tutuldu sanırım.” Şu an kalbimin dili olsa beni en iyi o anlatırdı. Çenemi tutup başımı kaldırdı. Kaçırdığım gözlerime prangaydı parmakları. Bu sefer eğilip kolları altından çıktım. Yoksa kalbim şu anda durabilirdi. Ardımdan attığı kahkaha ile dönüp ona baktım. İlk defa kahkaha atarak gülüyordu ve ben bir gülüşün bir insana bu kadar çok yakıştığını bir kere daha anlıyordum. İnsan nasıl olurda hayran kalmazdı ki?

“En fazla bir iki saat kaçabilirsin mavi,” dedi kapı kapanırken duyduğum son ses. Şu an gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Arkamdan çıkarak balkona geçti. Telefonla görüşüyordu. O fark etmeden onu izledim. Boşta kalan elini korkuluğa yasladı. Bir an el kol hareketi yaptı. Sinirlenmişti. Ne dediğini anlamıyordum ama sinirlendiği için sesi bana kadar geliyordu. O an telefonu kapatıp arkasına döndüğünde benimle göz göze geldi. Fakat benim yanıma değil müsait olan salona geçti. Sinirliyken çok fazla yanıma gelmezdi zaten. Yüzüm düşerken salona adımladım.

Tekrar bir ses duydum. Ses mutfaktan geliyordu. Mutfağa geçtiğimde Bahadır’la Ezgi kavga ediyordu. O an Ezgi Bahadır’a tokat attığında elim ağzıma gitti. Bahadır sinirlenerek bir müddet Ezgi’ye baktığında şaşkınlıkla onlara baktım. Fakat Bahadır bir şey demeden mutfaktan çıkınca Ezgi’nin ağladığını fark ettim. Yanına gidip, “Ne oldu?” dedim endişeyle.

“Bir şey sorma Zeynep şimdi.” Dediğini yapıp bir şey demedim. “Gerizekalı,” diye söylenince işin içindeki ciddiyet beni endişelendirdi. Ne olmuştu birden böyle? Aralarındaki meseleyi bilmeden yorum yapamıyordum. Masanın üzerinde duran peçetelikten peçete alıp uzattım. Kendine gelmeyi başardığında, “Hadi çıkalım,” dedi beni beklemeden önden yürüyerek. Aralarında ne geçmişti de böyle olmuştu bilmiyorum. Peşinden yürüyüp salona geçtim. Bakışlarım Bahadır’a kaydı. Köşede elindeki telefonla ilgileniyordu. Ezgi’yi bırakıp onun yanına geçtim. Telefondan bakışları çekilince, “İçeride ne oldu?” dedim. Bozuldu, uzak köşedeki Ezgi’ye kaydı bakışları. Çatılan kaşlarıyla beraber anlayamayacağım şekilde mırıldandı.

“Bir şey olmadı.” Tekrar telefona baktığında elinden telefonu hızla çektim. “Neden ağladı ya?” Bir an afallayıp, “Ağladı mı?” dedi. O an bunu istemediğini anlayıp, “Kızla ağır mı konuştun? Yine ne dedin kim bilir,” diyerek cevap vermeyeceğini anlayınca yanından ayrıldım. Ezgi’nin yanına oturdum. Morali epey bozulmuştu. Elimi elinin üzerine koyup, “İyi misin?” diye sordum. Gülümseyip başını salladı.

...

Yol boyunca sessizliğimizi koruduk. Ezgi arkada sessizce otururken bizde ona eşlik ettik. Biraz önceki moralsizliği gitmişti şükür. Fakat üzüntüsü pek geçmemiş gibiydi. Onu evine bırakınca Yiğit’le baş başa kaldık. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Hem biz hem de arkadaki korumalar oldukça yorulmuştuk. Elimin üzerinde hissettiğim elle elim bir an Yiğit’in himayesi altını girmişti. Hem tutuyor hem de vites topunu tutarak ayarlıyordu. Ona baktım kısa bir an. Tek elle araba sürüşü gülümsememe neden oldu. Başparmağım parmağına dokunduğunda gözleri parlayarak bana baktı. Onu her seferinde şaşırtıyordum, bu da onu oldukça mutlu ediyordu. Bir yandan ona yaklaşımımdan korkuyordum fakat kendimden emin olmalıydım. Korkumun kendime bir faydası yoktu. Ona bakarken ki hissettiklerime adım atmak istiyordum. Çünkü o düşündüğümün ötesinde bir adamdı. Korkmamalıydım bu sefer. Radyoya uzandığında çalan müzikle kaşlarını kaldırıp müziği işaret etti. Çıkan şarkının anlamı işaret ettiği kadardı. Gülerek önüme döndüm.

Arabayı köşeye park edip arabadan indik. Evin önünde iki araba daha vardı. Birbirimize sorgularcasına baktık. Elimi tutup beni yakınına çekti. Kapıdan içeriye girdiğimizde içeride oturan kişiye kaydı gözlerim. Mahir Bey tekli berjerde bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Bizi görünce yüzünde arsız bir gülüş meydana çıktı. Bu gülüş hiç hayra alamet değildi. Yiğit öfkeyle Mahir Bey’e baktı. Diğer tarafta ise tanımadığım bir adam oturuyordu. Yiğit onu görünce, “Kenan amca!” dedi şaşkınlığının arasında. Yanlarına gidecekken bana bakıp, “Sen odaya geç Zeynep,” dedi. Bir şeylerden beni uzak tutmak istiyordu. Onu dinlemeyerek, “Yanında olmak istiyorum,” dedim. Önce ısrar edecekti fakat onu konuşturmadan, “Lütfen,” dedim. “Merak etme, kötü hissetmeyeceğim.” Bir şey demedi. Neler olacaktı görmeliydim. Bir yandan korkuyordum. Bir yandan da belki yanlış bir şey yaparsa onu sakinleştirebilirim umudu vardı. Yanlarına yaklaştığımızda adını yeni öğrendiğim Kenan Bey çekingen bakışlarla Yiğit’e bakıyordu. Ne olduğunu anlamış değildim. Yiğit Mahir Bey’den gözlerini çekmiyordu. Ona öyle öfkeyle bakıyordu ki yer yarılsa yerin dibine sokacaktı. Aralarındaki husumet benim bildiğimden ötede duruyordu. Kaşlarını tekrar çatıp, “Niye geldin?” dedi. Sesi sert fırtınanın esaretindeki kükreyişten ibaretti. Elinde olsa amcasını öldürecekti, fakat onu engelleyen bir durum vardı. Ama neydi! Mahir Bey oturduğu yerden kalkıp yüzüne iğrenç bir gülümseme yerleştirdi. O kadar gurursuz duruyordu ki bir an ben bile öfkelendim.

“Amcanla böyle konuşmaman gerektiğini öğretmedi mi annen?” Yiğit elini öfkeyle sıkıp, “Annem köpeklerle muhatap olmamamı söylemişti,” demesi ile Mahir Bey oldukça bozuldu. Gülüşü biraz daha çoğaldı. “Ha dur ya, köpekler senden daha sadık, onlar bu hakarete sığmıyor.” Mahir Bey, “Kes lan,” dedi. Sesindeki öfke aşağılanmanın emaresiydi. Bu sefer gülen Yiğit oldu. “Ne o, kudurdun sanırım.” O kadar öfkeliydi ki Mahir Bey’e, söylediklerinin hiçbirine takılmıyordu. Mahir Bey ise bozguna uğramış gibiydi. “Söyle niye geldin?” Bağırdığı an irkildim. Beni bile gözü görmüyordu. Bu yönünden hep korkuyordum.

Mahir Bey ellerini ceplerine koyup, “Tarık’ı lojistik bölümüne atamışsın,” deyince neyi kastettiğini şimdi anladım. Yiğit’te aynı şekilde ellerini cebine koydu. Sanırım Mahir Bey’i kışkırtması hoşuna gitmişti. “Efsun’un sana daha çok ihtiyacı olur diye düşündüm,” deyip alayla gülmeye devam etti. Mahir Bey burnundan soluyordu. “Planlarına çomak mı soktum yoksa?” Sesi alaycıydı. Neye uğradığını şaşırıyordu bu gece. Bir an Kenan Bey’e bakıp bir şeyler bekledi fakat Kenan Bey istediğini vermedi. Yiğit bu sefer Kenan Bey’e baktı. Bu sefer bakışları yumuşadı.

“Buraya gelmek kimin fikriydi?” dedi.

“Buraya olanların hesabını sormaya gelmiş. Bende yeni öğrendim. Hatta şu an ona sürprizim var.” Hepimiz pür dikkat Kenan Bey’e bakıyorduk. Mahir Bey anlamış gibi panikledi. Şu an bu olanların içinde kendimi oldukça yabancı hissediyordum. Biraz sonra iyi şeyler olmayacaktı anlaşılan. Mahir Bey Kenan Bey’e dönüp, “Anlaşmıştık,” dedi. Bu planları da bozulmuş gibiydi. Biraz önceki rahatlığı bu yüzdendi demek ki. Hatta Kenan Bey’i söylemeyecek zannediyordu. Şimdi ise köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. Kenan Bey başını aşağı eğip sözlerini toparlamaya çalışıyor gibiydi. Sanki diyecekleri Yiğit’i üzecek gibiydi.

“Babanın ölümündeki nedenlerden biride annenmiş. Tehdit edilmiş.” Kaskatı kesildi Yiğit. Kendini zor tutuyor gibiydi. Güçsüzlüğüne denk gelse olduğu yere düşecek gibiydi. Nefes alış verişinin sertleştiği inip kalkan göğüs kafesinden belliydi. Geçmişi yine onu en hassas yanından vurmuştu. Bir an düşecek gibi olduğunda hızla toparlandı.

“A’annemlik bir mesele kalmamıştı diye biliyorum.” Kekelediğine denk gelince benimde boğazımda kocaman yumru oluştu. Gözlerinde şimşekler çakıyordu şu an. Yüreğinde o kadar gelgitler vardı ki tuttuğu sabrına geçmişini yerleştirmişti.

“Annen çipi söylememiş.”

“Dosyaları söylerken neredeymiş o aklı.”

“Yiğit, annenin suçu yok.” Yiğit sinirle güldü. “Meselenin kazaya gideceğini bilse yapar mıydı hiç? Zaten bu yüzden söylemiş.” Bir şey demedi. Annesi ile aralarındaki olayı az bir şey anlamıştım ama hâlâ tam olarak bilmiyordum. Kenan Bey Mahir Bey’e baktı kısa bir an. Mahir Bey kaçmak istediğinde korumalar silah doğrulttu. Mahir Bey bir yere kaçamazken zaten bütün kaçışları çoktan kapanmıştı. Şu an komik duruma düşüyordu.

“Mahir haber vermiş Nedim Bey’e. O gün güvenli bir yere götürülmeniz kolaymış ama Mahir her şeyi berbat etmiş.” Yiğit bütün öfkesiyle Mahir Bey’e baktı. Kendini tutamadan boğazına yapıştı. Belinden çıkardığı silahı Mahir Bey’in çenesinin altına dayadı. Korkuyla olanları izledim. Yiğit’i engellemek istedim ama izin vermedi. Şu an gözlerinin döndüğünü görebiliyordum.

“Neden lan neden?” Sesinde öyle bir acı vardı ki o acıda küçüklüğünü görebiliyordum. Çocuk yanı dokunmuştu öfkesine. Şimdi ise öfkesinde kendisini değil başkasını yakmaktı amacı. Onu öyle görünce gözlerimden çıkan yaş bu sefer ona üzüntümdendi. Ne bir kin vardı geçmişine ne de bir keşkelerim. “Daha küçücük kardeşimin sesini unutamadım lan ben.” Silahı Mahir Bey’in çenesine sertçe bastırdı. Kararan gözleri aslında dolu doluydu. Bir dünya kurmuştu kendine, o dünyası zifir karanlıktan öteye gidemiyordu. Ona yol olamıyordum, elimi tuttuğunda diğer dünyasına çekiyordu beni, yüzleştiklerine değil. “Daha iki yaşındaydı şerefsiz.” Titreyen sesi gazabının ardındaki tek güçsüz sesiydi. Belli etmiyordu ama onu anlayabilen bir hisse bürünmüştüm. İki yaşındaki kardeşini öldürecek kadar cani olamazlar diye düşünmek istesem de öyleydiler. İki yaşında masum bir çocuk... O gün sorduğumda söylememişti ama şimdi kardeşinin ölüm nedenini öğrenmiştim. Hem de acımasız bir şekilde. Daha annesinin kokusuna hasret, yaşamaya tutunmuş bir dalken kırmışlardı dalını. Kim bilir daha nelerin kurbanı olmuştu. Ve o çocuğun arkasında kalan, o babanın intikamında büyüyen tek bir beden kalmıştı. O beden hiç büyümemişti aslında, bir baba hayaliyle, bir baba özlemiyle yarım büyümüştü. Fakat o hep çocuk kalmıştı, yaralı bir çocuk...

Yiğit silahı sıktıkça sıktı. Beyazlaşan boğumları, içindeki çığlıktı oysa. O sadece acısının içinde boğulmak istemeyip çırpınmaktan öteye geçemiyordu.

“Hiç mi için acımadı lan? Abindi babam, yeğenindi kardeşim. Kan bağı vardı nasıl için sızlamadı?” Oysaki elleri arasındaki adamda hiç üzüntü yoktu. Sadece çırpınıyordu ecelinin olduğu yerde. Üzülmüyordu ama korkuyordu. Kaç can kıymıştı daha bilmiyordum ama bir canın kendi canı olduğunu hiç mi düşünmemişti? Hiç mi o benim abim dememişti? Dolan gözlerim daha fazla akarken ilk defa sıkı sıkı sarılmak istedim karşımdaki büyümeyen yaralı çocuğa. Onun kanayan yaralarına dokunmak istedim.

“Yiğit.” Kapıdan giren kişi davudi sesiyle Yiğit’e seslenince hepimiz oraya baktık. Yiğit sesi tanıyacak ki kaşlarını çatıp bir müddet sonra elini Mahir Bey’in boğazından çekti. Hızla Mahir Bey’i geri itti. Havada kalan silahlı eli yan tarafına düştüğünde ağır çekimle arkasına döndü. Kapıdan giren kişi ellili yaşların başlarında iri heybetli bir adamdı. Kır saçları hafif kalan siyah saçlarını kapatmıştı. Üzerinde siyah takım elbise vardı. Uzun boyu heybetine heybet katmıştı. Mahir Bey kurtulmanın sevincini yaşarken bu onun sadece ufak bir kaçışıydı.

“Muaz Bey.” Konuşan Kenan Bey’di. Muaz Bey Kenan Bey’e baş selamı verip ardından Yiğit’in yanına yaklaşıp elini omzuna koydu. Aralarındaki yakınlık oldukça ilginçti. Bir ara gözleri bana kaydı fakat kısa kesip ardından Yiğit’e baktı.

“Sabrını bu kadar kolay yok etmemen gerektiğini biliyorsun.” Yiğit’in hiçbir mimiği oynamadı. Şu an içinde ne yaşıyordu bilmiyordum ama bir an buradan kendini kurtarmak istediğini görebiliyordum. Kaçmak onun için tek çözümdü.

“Sabrım dağ değil benim.” Muaz Bey gülümseyip başını iki yana salladı. “Senin sabrın dağ evlat, bunu sen göremiyorsun. Sadece artık tutamayacağın kadar yorgunsun.” Yiğit bir cevap vermedi. “Sizin gelmenize daha vardı.” Durgun çıkan sesiyle bedenini zor ayakta tutuyor gibiydi. Düşse düştüm demeyecek gibiydi.

“Erken gelen planlar diyelim biz buna.” Ardından arkadaki Mahir Bey’e baktı. O da sinirliydi. Yanına yaklaşıp, “Defol, gözüm görmesin seni,” diyerek kovdu evden. Onu tutmak yerine serbest bırakmışlardı. Bir planları olmalıydı. Fakat ben hiçbir şey anlayamıyordum.

“Biliyordum,” dedi Yiğit. Şaşırdım. Bu gece ilk defa duymuş gibi davranması normal değildi.

“Neden hesap sormadın o zaman?”

“Bunun cevabı sen de değil mi?” Kimse bir şey demedi. Oysa anlatsa daha neler bildiği büsbütün ortaya dökülecekti. Muaz Bey denen kişinin bakışları bana çevrildi.

“Eşin Zeynep mi?” Yiğit son anda aklına gelmişim gibi hızla bana baktı. Göz göze geldiğimizde onda fark etmediğim kızarık gözlere dikkat kesildim. Yorgun gözüken ifadesiyle gayriihtiyari gülümsedi. O gülümseyişte bile bir yarımlık vardı. Başını aşağı yukarı salladı. Yanıma yaklaşıp, “Muaz Bey,” deyince başımla selam verip, “Memnun oldum,” dedim. O da aynı şekilde, “Ben de kızım,” dedi. Samimi miydi bilmiyordum. Çok fazla insanları çözebilen biri değildim. Bu yüzden bir adım geride duruyordum hep. Yiğit, hiçbir şekilde bana bakmıyordu. Daha çok bakışlarını kaçırıyordu. O bakışlarında acı çeken küçük bir çocuk vardı. Dolu doluydu gözleri. Sırf ben görmeyeyim istiyordu.

“Kenan amca, sen nereden öğrendin?” Sorusunu Kenan Bey’e yöneltti. Kenan Bey, “Bir telefon konuşmasına şahit oldum,” deyince Yiğit anladığını belirtircesine başını aşağı yukarı salladı. Ben onlardan ayrılıp odaya çıktım. Onlar iş konuşmasına dalmıştı. Zaten vakit sabah vakti olmuştu. Yaşadıkları artık bir yapboz parçaları gibi birbirini tamamlıyordu. Belki eksikler vardı ama ben o eksikleri tamamlayabiliyordum. O çok acı çekmişti bunu görebiliyordum. İmsak vakti girince namaz kıldım uyumak istedim ama gözüme bir gram uyku girmiyordu. Seccade başında ona bol bol dualar ettim. Yaralı yanı şifa bulsun istedim.

Yaşananlardan sonra hâlâ ses çıkmamıştı. Normalde her gece yanıma gelir öyle giderdi odasına. Belki de bir saat geçmişti onu aşağıda bırakalı. Merak duygum kabardıkça odada bir o yana bir bu yana döndüm. Beklemenin fayda sağlamayacağını düşünüp odadan çıktım. Odasından hafif ışık huzmesi yayılıyordu aralık kapıdan. Odanın ışığı değildi. Yavaşça girdim içeriye. Onu göremedim. Oda karanlıktı, içeriyi dışarıdan gelen sokak lambası ışıtıyordu. Yavaşça odanın ortasına geldiğimde bazanın hemen dibinde oturuyordu. Sırtını bazaya dayamış, tek bacağını kendine çekerken diğer bacağını uzatmıştı. Kolunu kendine çektiği bacağının üzerine dayamıştı. Gömleğinin ilk iç düğmesini açtığından dağınık vaziyeti göze çarptı. Saçı başı dağılırken onu böyle görmek yüreğimi sızlattı. Aşağıda yaşananlar onu bu hale getirmiş olmalıydı. Beni hâlâ fark etmedi. Bakışları yerdeydi. Yanına biraz daha yaklaşıp tam dibine çöktüm. Ağır çekimle bana baktı. Gözleri daha fazla kızarmışken her an ağlayabilirdi. Onu ilk defa böyle görüyordum. Sertçe yutkunup dizlerimin üstüne oturdum. Gözlerini hiç kırpıştırmıyordu. Öyle bir yerdeydi ki benden kaçmadı, belki de kaçmaktan yorulmuştu. Zamanın sunduğu geçmiş daha ne hale sokabilirdi ki karşımdaki savunmasız adamı.

“İyi misin?” Kısık çıkan sesime rağmen diyeceklerim ağzıma geri tıkılıyordu. O ise benden kaçıyordu. Çenesinden tutup bana bakmasını sağladım. Onun gibi gözlerim doldu. Onun gibi acı çektim. O an gözünden bir damla yaş süzüldü. O yaş düştü benim gönlümü yaktı. İlk defa onu ağlarken gördüm. Gazabıyla kıyameti yaşatan adam ağlıyordu. Demek ki her insanın güçsüz yanı olabiliyordu.

“Anlatmak ister misin?”

“Duydun her şeyi.” Başımı usulca salladım. Duymuştum ama her şeyi değil… “Amcam denen adamın nasıl bir şerefsiz olduğunu…” Titredi sesi. O kadar acı çekiyordu ki bunu iliklerime kadar hissediyordum.

“Sanki başka bir şey daha var.” Bu sefer o salladı başını. Kaşlarım aralandı. Onu dinlemek istiyordum ama o bana pek anlatmak istemiyor gibiydi. Bu yüzden sormadım. Eninde sonunda öğrenecektim.

Ona biraz daha yaklaşıp başını göğsüme koydum. Bu gece yaralarını sarmak istedim. Yaralarına kabuk bağlatamazdım belki fakat o yarayı beraber sarabilirdik. Karşımda dik duran adam ilk defa gözyaşı döktü karşımda. Nasıl canı yanmışsa ağlamaktan kaçınmadı. Başını göğsüme biraz daha iliştirdiğimde, “Ben ne yapsam yine o yolda düşmekten kurtulamıyorum,” dedi titreyen sesinin ardından. “Yaralarım çok mavi. Her seferinde kabuk bağladığımda yeniden kanayan bir yoldayım.” Karanlık odada mırıldandığı ses onun enkazda kalan sesiydi. “Yaşadığım her güne lanet ediyorken yaşatmak istemeyenlerin eceli için yaşamaya mecburum.” Sesindeki o tını onu o enkazdan yaralı çıkarıyordu her seferinde. Çıkmazsa şayet enkazın en kötüsünü yaşayacağını biliyordu. Sertçe yutkundum.

“Şşş,” dedim sesindeki isyankâr tınıya. “Allah aldıysa daha güzelini sana verecektir. Lanet etmek olmasın, dualarımız var bak. O bizi duyuyor. Eğer imtihandaysan gülün dikeni bile katlanılır olur.” Sustu, akıtmadı ama içindeki gözyaşı hiç kurumadı. Saç diplerinden öptüğümde daha çok sığındı kollarıma, ufak çocuk oldu ben ise onun çocukluğuna sarıldım. Ne o bir şey dedi ne ben ondan kaçtım. Kalbi muhtaçtı kalbime, bu yüzden kalbi oldum. Atmayı unutan kalbi, yaşamayı unutan hayatı oldum.

O akıttığı gözyaşını alıp kalbime taşıdım. Bu gece o gözyaşında bir kurak toprak yeşermişti. Bu gece onun gözyaşında bir gözyaşı kurumuştu. Bu gece o gözyaşında o olmuştum. Şimdi ise o gözyaşında biz olmuştuk. O ağlamıştı ben onu sarmıştım. Elini tuttum. Ondan kaçmayacaktım. Onu saracak, onun beni sarmasına izin verecektim. Bir yol vardı ve o yolun sonundaki adres tam yanı başımdaydı. Ben kaybettiğim yolu bulmuştum. Şimdi ise onun kaybolduğu yolda rotası ben, varacağı adres kalbim olacaktı. Şimdi ise ona diyeceklerim onun bana dedikleriydi. Tamamlanan kalbimi tek bir cümle ile tasvir ettim:

“Düştüğünde elini hep ben tutacağım.”

Loading...
0%