@rumeysadoganm
|
Bakışlarım adamın boğazına yapışan Yiğit’e kaydı. Bu öfke tehlikenin hiç olmadığı kadar öne sürülmesiydi. Karşısındaki adam elinde cebelleşiyor, Yiğit ise hiçbir şekilde sakin kalamıyordu. Adamın sırtını duvara çarpıp silahı alnının ortasına dayadı. Bu an gözümde kocaman vahşetti. “Fare deliğe bir kere girermiş Ekrem, ikincide kafasına darbeyi yermiş. Hiç duymadın mı bunu?” Ekrem korku dolu gözlerle Yiğit’e bakıyordu. Artık sakindim, bu yüzden tepkisiz bir şekilde izledim olanları. “Senin mezarın kazıldı ama kolay kolay ölmen taraftarı değilim.” O an niyetini anladım. Omuzlarım düştü, yorulmuştum. Köşeye çöktüm. Sırtımı kirişe yasladım ve boş gözlerle olanları izledim. Yiğit, Ekrem’i yaka paça Efe’ye teslim etti. Efe, Ekrem’i hiç de nazik olmayan bir tavırla ortamdan uzaklaştırdı. Yiğit, bu sefer arkasında duran Ünal’a döndü. Ekrem’e yaptığının daha fazlasını yapacaktı. Korkumun karşısında el pençeydim artık. “Başı koparılacak birileri daha varmış.” Yiğit, kendisine bakan adamın yanına yaklaşıp, “Değil mi Ünal Kızılbaş!” diyerek imasına sert bir üslup kattı. “Ama seninle sonra konuşacağız, o güne kadar kaçacak delik ara.” Sözlerine son verip elimi tuttuğu gibi bedenimi binadan çıkardı. Tutuşu sert hareketleri aniydi. Onu neden almamışlardı bir fikrim yoktu. Dışarıya çıktığımızda sakin olmayı bekledi, daha sonra bana döndü. Gözlerinde gördüğüm o ifade korkumu değil endişemi ön plana çıkardı. Sanki bütün korkularımı yok etmiş, ona olan muhtaciyetimi gün yüzüne çıkarmıştı. Yüzümü avuçları arasına aldığında tepkisizliğimi sürdürdüm. Ağır çekimle yüzüne baktım, endişeli yüzü kendimi sığamadığım yerden çekip aldı. Sertçe yutkunup, “İyisin değil mi?” diye sordu. Ardından bedenime bakıp bir şey olup olmadığını anlamaya çalıştı. Bedenen sağlıklı gözüksem de ruhen bitik durumdaydım. “İyiyim,” dedim soğumuş ellerimi kollarıma dolayarak. Hızla ceketini çıkarıp omuzlarıma koydu. “Üşümüşsün, hadi tutun benden de gidelim buradan.” Bedenimi kolları arasına alıp üşümemi engellemek istercesine sarıp sarmaladı. Onun varlığı beni ne kadar rahatlatsa da olanları görünce kendime gelmem zorlaşıyordu. Bu zamana kadar hayatımı idame ettirdiğim gerçekler şimdi gözümden sakındığım hayatımın gerisinde kalmıştı. Kan ve gecenin bütünleşmesiydi yaşadıklarım. Karanlığa hapsolmuş bir yaşam... Ve ben karanlıkta yolunu bulmaya çalışan aciz insandım. “Sana bunları yaşattığım için...” Susturdum. Artık bunların bir önemi yoktu. Buruk bir tebessümle kıvrıldı dudaklarım. O, tebessümde ne kadar acı vardı bunu görebiliyordu. Ama bu ona dair değildi, bunu ikimizde biliyorduk. “Senin bir suçun yok.” Bu sefer ben yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Ne tuhaftır ki hep suçladığım adamı bütün ön yargılarımdan arındırmıştım. Gözümde kalbimde bambaşka görüyordu artık. “Gidelim mi artık. Evimize…” Bir an şaşırdı. Dünya onun olmuş gibi gözleri parladı. Buruk tebessümünün yerini sevinç naraları aldı. Başını hızlı hızlı salladı. “Gidelim.” Sesi küçük bir çocuğun sevincini andırıyordu. Avucuma bıraktığı buse kalbime yeni çiçekler bahşetti. Birkaç adım attığımda kolunu bedenime sarıp beni yürüttü. Arkamda beni koydukları hayatımı bıraktım. Yürüdüğüm yol ise bana sunulan diğer yoldu. Yaşadığımız olayların çoğu sırf amaçları uğruna kendilerini heba etmelerine neden oldu. Yaşadıkları ve yaşattıkları akıl alır gibi değildi. Bu vahşetin nerede olduğunu bilmesem kendimi bir yere gizler oradan çıkmazdım. Arabaya ulaştığımızda Yiğit, yavaşça beni arka koltuğa oturttu. Kendisinin araba sürmeyeceğini görmem gideceğinin habercisiydi. Gitsin istemiyordum, muhtaciyetimin arasına ayrılık koymamalıydı. “Akşam sen uyumadan geleceğim yanına. Şimdi gitmem gerekiyor mavi.” Giderse bu kıyamet ikimizi de yakardı. “Gitme,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Lütfen Yiğit yanımda kal.” Öne atıldım. Bu tavrım onun alışık olmadığı bir durum olduğu için ne yapacağını bilemedi. İkilemdeydi, gitmek istiyordu lakin benimle de kalmak istiyordu. Cebinden telefonu çıkarıp birilerini aradı. Çok geçmeden telefon açıldığında, “Efe sen ilgilen,” diyerek yanıma bindi. Gülüşüm çoğalırken bu tavrıma tek kaşını kaldırarak baktı. Telefonu cebine koydu. Korumalardan ikisi öne binerken Yiğit, öndeki korumaya, “Fırat, Kerem’i ara akşam şirkette olsun,” deyip şimdiden yapılacakları öne koydu. Fırat, Yiğit’i onaylayıp önüne döndü. Tekrar bana bakıp, “Ne dedi o ibne sana?” diye sorup çenesini sertçe ufaladı. Oldukça kızgın duruyordu. Sinirini daha fazla görmemek için sessizce pencereden dışarıya baktım. Parmaklarını yüzüme koyup kendine çevirdi. “Susma Zeynep, ne dediyse söyle bana.” Dudaklarımı birbirine bastırıp nefesimi soludum. Öyle bir bakıyordu ki delirmiş halini merak etmiyor değildim. “İmza yetkimden vazgeçmemi istedi.” Yiğit, elini sıkıp, “Şerefsiz,” dedi. Daha fazla söylenmemek için sustu. Telefonunu kurcalarken birilerine mesaj attığını fark ettim. Benimle daha fazla bir muhabbete girmiyordu. Kendini sakladığı yer benden kaçışıydı oysaki. “Kerem’in bir suçu yok, ona kızmanı istemiyorum.” “Kızacağımı söylemedim ki merak etme konu farklı.” Anladığımı belirtircesine başımı salladım. Elimi tuttuktan sonra bedenimi kolları arasına aldı. Başımı omzuna yasladım. Yiğit, elimle oynayıp durdu. Onun sessizliğini fırsat bilerek söze atıldım. “Bazı yollar çok çetrefilli olur Yiğit ama sen bu yolu aşmışsın.” Ne demek istediğimi çok iyi anladı. Elimdeki elini sıktım. Bu sefer o beni dinliyordu. “Sen sadece yönünü kaybetmişsin.” İç çektim. O yönü ona göstermeliydim. Çok zor olacaktı ama başaracaktım. “Peki, o yön karanlıksa?” “Yönün sahibi, seni o karanlıktan çıkarır.” “Bu zamana kadar beni hep yalnız bırakması sence aydınlık için geç değil mi?” Gülümsedim. Kendini bu yönden yalnız hissedişini anladım. “Aramayan neyi bulabilir?” Bakışları bu sefer farklı baktı gözlerime. Onu bu karanlıktan çıkarmak istiyordum. Sustu. Bu konuları konuşmak istemiyordu. Şimdilik üzerine gitmek istemedim. Belki zamanla ona bu güzelliği gösterebilirdim. O zaman o da bunun farkında olacaktı. Beni kendine çekti ve ben ona kapıldım. Dalgaların arasında boğuluyordum ama boğulduğum yerde beni kurtaran birinin olduğunu biliyordum. ... Gözlerimi açtığımda odada olduğumu gördüm. En son arabadaydık, demek ki o ara kapanan gözlerim tamamen kapanmıştı. Yattığım yerden doğrulup etrafa baktım. Oda karanlıktı, saate baktığımda gece yarısı olmuştu bile. Kaçırdığım namazların vicdan azabı ile yataktan kalktım. Yiğit yoktu. Başıma saplanan ağrı ile elimi ağrıyan yerlerime götürdüm. Sanki uykumun içinde dayak yemiştim. Odadan çıkarak aşağıya indim. Etraf kendini loş ışığa vermişti. Sıkkınca soludum. Yine öfkesine engel olamayıp kendini ait hissettiği yere gitmişti. Omuzlarım düşerken, dolan gözlerimi yok saydım. Önce yatsı namazımı kılıp ardından kaçırdığım akşam namazının kazasını kıldım. Sessizliğin hüküm sürdüğü evde yalnızlığım can sıkıcı bir hâl aldı. Kur’an okudum, ibadetle meşgul oldum ardından ezanın okunması ile namazımı kılarak balkona çıktım. Gün ağarmaya başladı, etrafta nöbet tutan korumaları seyrettim kısa bir an. Kapı zilini duyunca aşağıya indim. Kapıyı açtığımda Betül ve yanında yabancı bir kadın daha vardı. O da Betül gibi giyinmişti. Yaşı neredeyse otuzun ortalarıydı. “Uyumadığını görünce bu kadar erken geldik. Rahatsız etmedik değil mi?” Tepkisizleştiğim de kendimi toparlayıp, “Yok ne rahatsızlığı, geçsenize,” dediğimde Betül’le yanında tahmin ettiğim diğer koruma içeriye geçerek salonda yerini aldılar. Ne oluyordu bilmiyordum. Merakla Betül’e baktım. “Bu diğer arkadaş Beyza. Ben arada burada olamayacağım. O sana eşlik edecek Zeynep. Tanıştırmak için geldik.” “Öyle mi? Son olaydan sonra Yiğit kızmadı değil mi size. Benim yüzümden…” Betül başını iki yana sallayıp, “Bu sefer için rahat etsin. Sadece şahsi meselelerim var. Onunla ilgileneceğim,” deyip kendini açıklama gereği duydu. “Bir sıkıntın yok değil mi?” “Yok yok.” Gülümseyip ardından Beyza’ya döndü. Ben de çok beklemeden, “Abla mı demeliyim,” dedim imayla. İkisi de gülüp, “Siz nasıl isterseniz,” deyip Betül’e döndü. Kaşlarımı çatıp, “Betül seni uyarmadı sanırım,” dedim. Betül alttan alta kıkırdayıp, “Zeynep mesafeyi sevmez,” diyerek ellerini iki yana açtı. Önce bir şey demedi lakin ona, “Lütfen,” diyerek ricada bulundum. “Bak ben abla diyeceğim sen de bana mesafe koymayacaksın.” “Peki.” “Seni tanıyalım o zaman.” “Ben Erzurumluyum, Eşim Yiğit Bey’in şirketindeki güvenlik işiyle sorumlu. İki evladımız var.” “Aaa gerçekten mi? Allah bağışlasın.” “Âmin,” diyerek kendine gelen telefonla ayaklanmak zorunda kaldı. Betül’e dönüp, “Eşi mi istemiş burada olmayı? Sanki daha yeni gibi,” deyince Betül bilmediğini belirtircesine omuz silkip, “Çok detaylı bilmiyorum,” dedi. Başka bir soru sormadım. Beyza Betül’e seslendiğinde evden çıktılar. Yiğit, yine hiçbir şey dememişti. Telefonu hırkamın cebinden çıkarıp aradığımda meşgule attı. Öfkeyle soluyup mutfağa geçtim. Beni sinir etmekten vazgeçmiyordu. Onu sınır dışı etmek istesem de bu sefer ben başarılı olamıyordum. Saat sekiz olduğunda karnımın acıktığını hissedip çay suyu koyup kahvaltıyı hazırlamaya başladım. Elimdeki domatesi öfkeyle doğrayıp, “Ölürsün değil mi haber versen,” dedim kızgınlıkla. “Zaten ben...” Sözüm tamamlanmadan omzumda hissettiğim ağırlıkla duraksadım. Ardından karnıma doğru uzanan ellerle vücudum kasıldı. “Sen, beni kendine çeken tek yersin.” Ona doğru döndüğümde elindeki papatya buketini bana uzattı. Papatyadan bakışlarımı çekip Yiğit’in gözlerine baktığımda yorgunluğu gözaltlarındaki halkalarda saklıydı. “Sen var ya!” Yüzüme daha fazla yaklaşıp, “Evet ben var ya?” diyerek sorgulayıcı bir o kadar alaycı tavrıyla gülümsedi. Beni susturması bu kadar kolaydı. “Sen kalpsiz adamın tekisin.” Dudağını kıvırıp, “Biliyorum,” dedi. “Fakat kalbimde sen varken kalpsizliği kabul etmiyorum.” Bana adilce yaklaşmıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Beni kışkırtıyorsun şu an.” Gözlerim kocaman açıldığında sırıtması daha da arttı. Kolları arasından çıkacakken bedenini bana daha fazla bastırdı. Parmakları yüzümde dolandı, ardından dudağımın kenarını okşadı. “Sana bu kadar güzel olma diye kaç kere söyleyeceğim mavi?” “Beni sözlerinle ve çiçeklerle kandıramazsın.” Celladım olmayı kabul edip güldü. “Çiçeği çiçeklerle kandırabilir miyim sence?” “Bunlara inanmamı sağla.” İnatlaştığımı çok iyi biliyordu. Karşısında cilveli biri olamazdım, o bunu çok iyi biliyordu. “İnandıramam.” Kaşlarım çatıldı. O kadar edebiyat yapan adamın cevabı değildi bu. “Sen hissedersin bilirim.” “Belki hissedemem!” Dudakları kıvrıldı. Net olsun istiyordum ama o inceden inceden konuşuyordu. O ne yapsa benim de hoşuma gidiyordu zaten. “O zaman yetersiz konuşmuş olacağımdan emin olabilirsin.” “Nasıl bu kadar güzel konuşabiliyorsun?” Gözlerine uzun uzun baktım. Yine çatıldı kaşlarım. Hayır, bir insan bu kadar hızlı edebiyat yapamazdı. “Benden önce kaç kişiye söyledin bu sözleri daha doğrusu?” Durdu, yüzüme baktı öylece ve hiç beklemediğim bir şey yaptı; kahkaha attı… Şaşkınlık yüzümde yerini aldığında o ise kahkahasında devam ediyordu. En son kahkaha atmayı bıraktı. Parmakları ile burun kemerini sıkıp başını iki yana sallayarak hafiften güldü. Kaşlarım havalandı. Şu an rezil mi olmuştum ben? “Ya ne dedim ki?” Gülüşünü bırakıp dudaklarını birbirine bastırdı. Bana öyle bir bakıyordu ki rezilliğimden yana yüzlerim ateş gibi yanmaya başladı. “Ne demelisin ki mavi?” Alnını omzuma koyup gülüşünü bastırmaya çalışıyordu. Başını kaldırdı ve inceden inceye tenimi sevdi. “Lakin yanıldın. Senden önce kimse olmadı. Ben kendi karanlığımda boğuşurken sen aydınlattın hayatımı.” Zafer kazanmış gibi gülmeme ne demeliydi peki? Adamla oynuyor, sonra ona hesap soruyordum. “Siz kadınlar hemen her şeyi derinlemesine irdeler misiniz böyle?” Parmağımla omzuna baskı uyguladım. Ona yaklaşımım onun kadar nahif olmamıştı hiç. Sanırım onu kızdırmayı seviyordum ama bana hiç tepki vermemesi haksızlık gibi geliyordu. “Alakası yok.” “Alakası mı yok? Bu resmen beni geçiştirmek.” Belimdeki eli baskı uyguladığı an ürperdim. Dip dibe oluşumuz yetmiyormuş gibi bir de bana laf cambazlığı yapıyordu. Yaklaştı ama öpmek yerine tam dudağımın dibinde konuştu. “Şimdi seni öpsem ne yapabilirsin ki?” Hiçbir şey yapamazdım. Bu bile beni ele geçirmeye yetiyordu. Sadece aptal gibi yüzüne bakardım. Burnunu yüzüme değdirip, “Sadece düşüp bayılırsın,” deyip burnunu bu sefer gevşettiği başörtümden sokup boyun girintime soktu. Titreyen nefesimle beraber, “Yiğit,” dedim. “Hı.” Sesi boğuk, bir o kadar da sessiz çıktı. Geri çekilsem onu dünyasından çekip alacakmışım gibiydi. Oysa ben de bunu istiyordum. “Yap...” Parmağını dudağıma bastırıp sözümü kesti. “Sen yapma mavi, bırak da soluklanacağım yer yuvam olsun.” “Suçunu örtüyorsun farkında mısın?” “Peki sen? Suçunu kabul etmiyorsun ki hiç.” Daha fazla sokulduğunda çalan telefonla tuttuğum nefesimi bıraktım. Hırıltılı bir ses işittiğim anda geri çekilip, “Ulan bir bırakında soluklanayım,” deyip hırsla telefonu cebinden çıkardı. Mutfaktan çıktığı anda rahat bir nefes aldım. Yanan yüzümle beraber ellerimi yelpaze yapıp kendime gelmeyi sağladım. Dediği gibi bir öpse bayılırdım. Görüşüme düşen papatyalarla gülümsedim. Parmaklarım önce yüzüme ardından boynuma gitti. Kendimi uçsuz bucaksız papatya tarlasında gibi hissediyordum. Papatyayı kollarımın arasına aldım. Kalbim deli gibi atıyordu. Böyle bir hisle nasıl başa çıkacaktım bilmiyordum. Yaşadığım an yaşamadıklarımı tamamlıyordu. Kalbime giren adam hayatımın tahtına oturmuştu bile. Kalbime kurduğu saltanat tıpkı bir nefesin tenime işlediği nahif esinti gibiydi. O rüzgardı, ben ise onun rüzgarında hoş koku veren papatyaydım. Yarım kalmış kahvaltı hazırlığını tamamlayıp masayı kurdum. Yiğit’te çok geçmeden karşımda yerini aldı. Yüzündeki gergin ifadeyi ben bakınca yok etti. “Bir sorun mu var?” “Her zamanki meseleler.” Beni geçiştirdi. Ben de daha fazla soru sormadım. Belli etmemeye çalışsa da oldukça öfkeliydi. Önüme dönüp kahvaltımı tamamladım. Çok geçmeden yorgun bir ifadeyle Hasan abi yanımıza geldi. Yiğit oturduğu yerden kalkıp Hasan abiyi karşıladı. “Benim oğlan kaza geçirmiş, biz birkaç gün buralarda olamayacağız oğlum. Gitmeden bir haber vermek istedim.” Yiğit Hasan abinin koluna dokunup, “Bizim yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye sorduğunda Hasan abi, “Yok oğlum sağ ol,” deyip vedalaştıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Yiğit birilerini arayıp, “Hasan abiyi otogara kadar götür,” dedi. Telefonu kapatıp yanımdan ayrılınca anlamsızca arkasından bakakaldım. Birkaç dakikanın ardından, “Zeynep, acil çıkmam gerekiyor. Akşama evde olurum,” dedikten sonra yanıma gelerek alnımdan öpüp mutfaktan çıktı. Peşinden gidip, “Bu gece beraber zaman geçirseydik,” deyip yüzümü düşürdüm. Çok nadirdi zaman geçirdiğimiz günler. Ona daha yeni yeni alışırken uzak kalmasına gönlüm razı gelmiyordu. Yüzümü elleri arasına alıp, “Söz, kısa zaman içinde işimi bitireceğim” deyip kapıyı açtığında Ezgi kapıda belirdi. Yiğit yanağımdan öptü ve hızla uzaklaştı. O gitti ben öylece kalakaldım. Bu böyle mi devam edecekti? Her yüzüm güldüğünde can sıkacak durumla mı karşılaşacaktım. Olduğum yer sanki bana bunu vadediyordu. ... Ezgi’yle saatlerce oturduk. Kahve içtik, sohbet ettik. Akşam ezanına yakın evden çıktığında bir müddet bahçede oturdum. Oturduğum salıncaktan kalkıp odaya çıkmak için merdivenlere yöneldim. Yiğit yine gelmemişti. Üst kata çıktığımda yanıldığımı fark ettim. Odasına doğru yöneldim fakat oda çok da aydınlık değildi. Aralık kapıdan içeriye girdiğimde odanın ortasında duran gelinliği fark ettim. Bu gelinlik benim beğendiğim gelinlikti. Ne olduğunu tahmin edebiliyordum. Fakat Yiğit’i görememem beni odayı aramam gereğine yönlendirdi. Arkama dönmemle beraber Yiğit’le burun buruna geldim. Karşımda oluşu heyecan yapmama neden oldu. “Sen!” Dilim tutulmuş gibi bir arkamdaki gelinliğe bir de Yiğit’e bakıyordum. Gülümsedi. Kalbim delicesine atarken ne diyeceğimi bilemedim. “Sana ait olma zamanı.” Gelinlikten bakışlarını çekip, “Sadece sana ait,” diyerek sözünü tamamladı. “Bu benim beğendiğim gelinlik. Sen nereden bildin ki?” “Sana ait olan her şeyi, sana ait olan her düşünceyi, sana ait olabilecek bütün güzelliği ben sadece sana ait olduğu için biliyorum.” Kalbimdeki deli heyecan daha fazla arttı. Onun gülümseyişi benim gülümseyişime bir nedendi. Akşam gideceğim deyince gerçek zannetmiştim. Bu sürprizi hiç aklıma gelmemişti. Elimi tutup, “O dünyada sen varken ben bu dünyada bir tek senim mavi,” deyip avucumun içini öptü. Cebinden kutu çıkardığında şaşkınlığım daha da arttı. Dudaklarımı birbirine bastırıp dolan gözlerimi yok ettim. Onun bana her yaklaşımı beni biraz daha şaşırtıyordu. Özellikle kalbimdeki hisleri asla yönetemiyordum. Yüzükten bakışlarımı çekip gözlerine baktım. O da bana sabırla, itinayla, incitmeyecek bir bakışla bakıyordu. “Bu zamana kadar çok şey yaşadık.” Başımla onayladım. Güzel yüzünde beliren o ifade bana da bulaşacak ki büyük bir heyecanla bakıyordum. “Bana teminat vermiştin, her şey bitince gidecektim.” Yüzündeki ifade soldu. Gülümseyişi büyük bir yıkıma uğradı. Oysa ondan gidemeyeceğimi iyi biliyordum ve onu şu an test etmek istiyordum. “Unuttun mu sözünü?” Elindeki yüzüğe baktım. Işıl ışıl parlıyordu. Şu an ona kıyamıyordum. “Ama ben unuttum.” Boşluğuna gelecek ki ne tepki vereceğini bilemedi. Elindeki yüzük kutusunu aldım. İçindeki yüzüğü çıkarıp uzattım. “Teminatın feshedildi Yiğit Soydan.” Elini ensesine götürerek gülümsedi. Onu şu an büyük bir hezimete uğratmıştım. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Burnuma hafif bir fiske atıp, “Artık istesen de sana teminat vermeyeceğim,” diyerek yüzümü aldı. Uzattığım elimle beraber yüzüğü parmağıma taktı. Önümde eğilip evlenme teklifi etmesini istemiyordum, zaten sevmiyordum öyle hareketleri. Elimi avucunun içine yerleştirdiğimde gözlerinin parlaması daha da arttı. Kasılan bedenim daha da rahatlarken onun bana sunduğu bu histe titriyordum. Bacaklarım tutmuyor gibiydi. Yüzük o kadar zarifti ki kendisi gibi göz alıcıydı. Kemikli elleri zarifçe parmaklarımın arasından geçti. Kendimi gerçek dışı hissediyordum. Geçtiğimiz zamanların geldiğimiz yere bir nedeni vardı. Ağlayarak ettiğim dualar şimdi gülüşümün nedeniydi. Kabul olmamasının bir nedeniydi. Allah kalpleri ısındıranken Yiğit’in hayatımdaki ilk kişi oluşu ona nasıl yaklaşacağım konusunda beni çekimser kılıyordu. “Senden teminat istemiyorum, senden gerçekleri istiyorum.” Başını sallayarak hak verdi. Bu sefer arkamdaki gelinliğe döndüm. İçimdeki bu his büyüyor büyüyor ve kalbime sığmaz oluyordu. Bir zamanlar aşk nasıl diye sorguladığımda şu an aşkın tasavvuruna kapılmıştım. Aşkın tasavvuru Yiğit’ti. “Sanki ezelden sana aitmiş gibi…” Çenesini omzuma yasladı. “Sanki ezelden bana yazılmışsın gibi…” Gülümsedim. “Bezmi elestten beri…” Merakla yüzüme baktı. Bu meraklı halleri hoşuma gidiyordu. Cevap vermek yerine ona sokuldum. Konuşmak istemiyordum artık, sadece şu anın güzelliğini hissetmekti amacım. |
0% |