Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@rumeysadoganm

Bölüm müziği: Mohsen Chavoshi - Mah Pishooni (Dinleyerek okumanızı tavsiye ederim)

Nefesimi kesen, bütün uzvuma felç etkisi bırakan bir andaydım. Merdivene düşen bedenimi sarmalayan Beyza ablayla hareket kısıtlaması yaşıyordum. Titredim, sanki bu titreme kendimi daha fazla dibe sokacaktı. Hırıltılı sesler çıkaran Beyza ablayla hafiften inledim. Oysa o yarasından ötürü inliyordu ve ben onu düşmemesi için tutuyordum. Başucumuzdaki sesler, üzerimdeki yaralı beden aşinası olduğum zamanı bana tekrar iade etti. Üzerimdeki can, benim canımı korumak için kendini feda etmişti. Oysa benim için feda edilecek can istemiyordum. Çünkü ben feda edilen o kadar canın vicdanıyla savaşırken yenisiyle başa çıkamazdım. Bu kadar güçlü değildim.

Üzerimden kaldırılan Beyza ablayla bedenime dokunan elleri geri ittim. Titremem şiddetlenmiş gözlerimden akan yaşlar daha fazla artmıştı. Bakışlarım yaralı olan Beyza ablaya kaydı. Üzerine sinen kan bu gecenin en büyük payıydı. Ağlayan çocukları uzaklaştırma telaşasındaydılar ama çocuklar bir kere o görüntüye şahit olmuştu. Hangi birine yanmalıydım bilmiyordum.

Daraldıkça daraldım. Karanlığın kucağındaki ay yok olmuştu bu gece, zemherinin avucundaydım. Dilime düşmeyen sözcüklerin katiliydim, akan gözyaşlarımın sebebine kendimi koydum. O sebepte alaşağı olurken kıpırdayamıyordum. Yaralı değildim ama büyük bir yıkımın altında kalmıştım. Titreyen elimi uzattım, elimi tutan olmadı. Kargaşa gittikçe çoğalırken bomboş bakışlarla önüme bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bedenim tanıdık kolların arasına girdi, fakat ben o kollardan uzaklaşmak istedikçe engellendim.

“İyi misin güzelim, hadi cevap ver?” Bana endişeyle bakan Yiğit’e kaydı bakışlarım. O anda içimdeki kıyamet dudaklarımın arasından inleyerek çıktı. Bu sefer gözyaşıyla kalmamıştım, büyük bir acıyla inleyerek ağladım. Hızla kalkıp Beyza ablanın yanına gittim lakin gelen ambulansla beraber sedyeye yatırılıp götürüldü. Ondan geriye kalan zemindeki ve üzerimdeki kandı. O kan, bütün uzvumu yaktı. Yaktıkça beni yok etti. Yok oldukça benden bir parça kalmadı. Dizlerimin üzerine çöktüm. Gücüm yoktu, ölümün bu kadar zor olacağını düşünmezdim. Bana zor olan ölüm, başkaları için oldukça kolaydı. Ben, bunu istemiyordum ki ölen onlar değil ben olmalıydım. Onlar bunları hak etmemişti. Benim yerime bir kefaret ödememeliydiler.

“İçeriye geçin siz Ezgi, Zeynep’i odasına götür.” Sesi öyle öfkeli çıktı ki bir kıyamette ondan çıkacaktı. Bağırdı, kimse bir şey diyemedi. Ne ailem yaklaşabiliyor, ne kimse itiraz ediyordu. Hızla başımı iki yana salladım. “Hastaneye gideceğim.” Evde durmayı kabul edemezdim, bu kadar korkak değildim. Hele ki bu kadar vicdansız hiç değildim. Benim yerime ödenen bir kefaretin arkasına sığınamazdım.

“Kötü gözüküyorsun Zeynep, hastane olmaz.” Omuzlarına sertçe vurup, “Ne olmaz ya ne olmaz? Kadın benim yüzümden orada, ben kendimi mi düşüneceğim Yiğit?” dememle başka bir şey demedi. Arabaya geçtik, üzerimdeki kanlı kıyafet umurumda bile değildi, şu an için iyi haberler almaya ihtiyacım vardı. Bir şey olmaması için dualar fısıldıyor, akmaktan uslanmayan gözyaşlarımın acısını yanaklarımda hissediyordum. Çocuklarının bakışları geldi gözümün önüne, ağlayışları kulaklarımda yankılandı. Ne acıdır ki olanların müsebbibi olmaktan geri kalamamıştım. Ben bu vicdanla nasıl yaşardım?

Hastaneye giriş yaptığımızda ameliyata sokulacağını duyduk. O kata çıktık, koridorda sadece eşi vardı, dağılmış, bitap düşmüştü. Bunun sorumlusu bendim. O kadar çok ölüm görmüştüm ki bir an Beyza ablanın ölme düşüncesi beni çileden çıkardı. Eşinin bakışları bize kaydığında belli etmek istemiyordu ama kaşlarının çatılmasına engel olamadı. Anladım suçlayıcı ifadesini. Yanına gittik. Yiğit şefkatle adamın sırtını sıvazlayıp, birkaç söz söyledi, bense kem küm etmekten konuşamıyordum. Üzgün olduğumu bile doğru dürüst ifade edememiştim. Kolumu tutan Yiğit olmasaydı, düşerdim. Ağladığımda yanan gözlerim değildi sadece, yüreğim cehennemi yaşıyordu sanki. Ezgi’nin beni teskin etmesi, Betül’ün su getirip zorla içirişi hepsi hayal gibi hafızamdaydı.

Çaresizce bekleyişimiz, geçen saatler ve delirmemek için kendim zor tuttuğum anlar doktoru görmemizle son buldu. Doktor yanımıza gelince yüzündeki ifade üzgündü. Sertçe yutkundum. Başını iki yana sallayan doktorla ben de başımı iki yana sallayıp, “Hayır,” dedim fısıltı ile. Olamazdı değil mi, ölemezdi. Düşeyazan bedenimi Yiğit son anda tuttu. Fakat diz üstü çöktüm. Bu sefer fısıltı ile değil seslice ağladım.

“Yiğit, o öldü.” Hızla bana sarıldı ama bu beni iyi hissettirmiyordu. Kendimi sığdıramadım hiçbir yere. Eşi koşarak içeriye girdi, sesini duymamak imkânsızdı. Ellerimle kulaklarımı kapattım. Bu feryada dayanamazdım. “Ben bununla nasıl başa çıkacağım?” Feryat etti dilim. “Hepsi benim yüzümden!”

“Zeynep, suçlama kendini.” Kaşlarımı çattım. Bunu bana nasıl derdi? “Nasıl böyle düşünürsün, o kadın beni korumak için canından oldu canından,” deyip hırsla ayağa kalktım. Bana yaklaşmak istediğinde omuzlarından itekledim. Öfkem gücümü bilemişti. Bu sefer geri sendelemesi bu yüzdendi. Belki de o da güçsüzleşmişti. “Kalkıp nasıl rahat nefes alayım Yiğit?” Hem bağırıyor hem ağlıyordum. Kendimi sığdıramıyordum şuraya, içerideki kadının yerinde ben olmam gerekirken onun arkasından ağlayan bendim. Çocukları annesi için ağlarken ben burada kendimi vicdanen rahat hissedemezdim. Onları çağırmamalıydım, o zaman ne çocukları bu olana şahit olabilirdi ne de Beyza abla canından olurdu. “Orada olması gereken kişi bendim,” dedim. Artık konuşamıyordum. Dilime inen zehirli kelimeler yüzünden ıstırabı yaşıyordum. “Ben ölmeliydim, ben…”

Kapıya baktım, içerideki hareketliliğin acısını hissetmekle kalmıyor adeta yaşıyordum. Kocasının sesini kulağımda hissediyor, o sesle acım ruhumu bertaraf ediyordu. Bu olanlar çok ağırdı, ölümün acısı ise kollarımın arasında üzerime sinen kan lekesinde saklıydı.

...

Kapımı çalanlar, sessizliğimle yanımdan gidenler, yanımdan ayrılmayanlar hep beni iyi etme derdindeydiler. Kendimi toparlamak güçtü, zaten toparlarsam nasıl başa çıkardım bu hisle. Bir saat önce cenazeden gelmiştik. Cenazede çocuklar yoktu ama eşinin öfke dolu bakışları vardı. Cenaze bittiğinde eşi istifa etmek istemiş ama Yiğit sonra konuşuruz diye şu anlık istifasını kabul etmemişti. Ben konuşmak istediğimde beni dinlememiş sessizce ama bir o kadar öfkeyle yanımızdan ayrılmıştı. Bana yüklediği bu ağır hesap şu an iliklerime kadar işledi. Suçluydum, bir canın vebali olmuştum.

“Şu tabaktakileri bari bitir kızım.” Anneme dolu gözlerle baktım. Yiyecek durumda değildim. “Anne ne olur ısrar etme, canım hiç istemiyor,” desem de zorla bir şeyler yedirmişti. Çıktığında tekrar yorganın altına girdim. Şu an günlerce uyuyabilirdim. O an tekrar kapı açıldı ama ben gözlerimi kapatmakta ısrarcıydım. Yatağımda ağırlık oluştu, bu sefer saçlarıma dokunan el ve ensemde hissettiğim nefesle bunun Yiğit olduğunu anladım. Arkama uzanıp sarıldı lakin ona dönemedim. Şu an gözyaşlarım hiç uslanmıyordu. Berbat durumdaydım, nasıl iyi olurdum bilmiyordum. Kendimi nasıl affederdim onu da bilmiyordum. Parmakları gözyaşıma ulaşınca orada bir süre bekledi.

“Bana git deme mavi, söz veriyorum sessizce seni dinleyeceğim.” Göğüs kafesimin üzerine oturan dev acıyla ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Uyuyalım mı?” Sesimdeki korkak tını cılız çıktı. “Uyuyalım,” dedi hiçbir sözüme ters karşılık vermeyerek. Lakin uykunun tek bir zerresi girmedi gözlerime. Odadaki saatin sesi ve derin derin iç çekişlerimizdi bizi bu ana iten.

Saatlerce aynı pozisyondaydık. Bu sefer ona döndüğümde bana bakıyordu. Tekrar akan gözyaşlarımı parmağıyla itekledi. Alnımdan öptü ama ben hiçbir tepki vermiyordum. “Canının yandığını biliyorum fakat istedikleri de bu mavi. Seni anlıyorum ama senin suçun değil ve suçluları sana söz veriyorum kendi ellerimle cezalandıracağım,” deyip bedenimi sıkı sıkı sarmaladı. Bununla avunamıyordum, her ne kadar suçsuzluğumu itiraf etse de yüreğim bunu inkâr ediyordu.

...

Hâlâ iyi değildim ama bu sefer kimseyi yanımdan uzaklaştırmıyor sessizce konuştuklarını dinliyordum. Bugün düğün vardı ve ben düğün dâhi istemiyordum. İstemiyorum dediğimde her şeyin hazır olması isteklerimi geri çevirdi. Bu sefer kuaförü düğünün yapılacağı yere çağırdık. Düğün Yiğit’in isteği ile otelde olacaktı. Hiçbir şeye karışmıyordum, bu da beni bütün gün ruhsuz bir insana çeviriyordu. Oysa bugün en güzel günümdü. Sanki her şey hayatımda bir bir bütünleşmişti.

Kuaför başımı yaparak bütün hazırlıklar tamamladı. Dışarıdan gelen enstrümantal müziğin sesinden hariç konukların sesi vardı. Köşedeki berjerde oturuyor, bomboş şekilde duvarla bakışıyordum. Kızlar içeriye girdiğinde bakışlarımın yönü kapı oldu. Hepsi birden iltifat edici sözler söyleyerek moralimi iyi etmek için komiklikler yapmaya başlamışlardı. Lakin tepkisizliğimle üstüme gelmiyorlardı. Oysa bugün en mutlu günüm olmalıydı ama ben o gün yok olmaya mahkûm olmuştum. Bu sefer içeriye babam girdi. Kızlar bizi yalnız bıraktığında babamla baş başa kaldık. Gözleri dolu dolu bana baktığı an benim de gözlerim doldu. Yanıma gelip birkaç altını koluma takıp ardından ufak bir kolyeyi de boynuma taktı. Alnımdan öpüp geri çekildiğinde ağlamamak için kendimi zor tuttum.

“Kızım, güzel yüzlüm. Seninle uzun zaman oldu böyle baba kız konuşmayalı. Lafı çok uzun tutmayacağım, sen de zaten lafımı uzun tutturacak değilsin. Evleniyorsun, zamansız gelen bir sevdaya tutuldun bunu görebiliyorum. Bize de kabul etmek düşer. Yiğit’i ilk başta anlayamadık bu doğru ama şimdi eksikler olsa da seni ona emanet edeceğimiz kadar evladımız oldu o da. Kızım, güzel gözlüm. Yuvanızı nasıl güzelleştireceğini biliyorsun. Hep mutlu ol, duamızın varlığını hissedeceğini biliyorum. Seni önce Allah’a sonra Yiğit’e emanet ediyorum.” Tekrar alnımdan öpüp ifadesini belli etmemek için odadan hızla çıktı. Arkasında kaldığım anda ailemin benim hep yanımda olacağını görebiliyordum. Babamın güveniyle kaldığım bu yerde aslında Yiğit'e de güvendiğini fark ettim. O an bütün yüküm tüy gibi hafifledi. Ezgi yanıma gelerek son hazırlığa yardım etti. Artık Yiğit'in odaya gelmesi heyecanıma bir yenisini eklemişti. Bana bakarken gözleri parlıyordu. Dudakları ihtişamla kıvrılırken o an onun güzelliği kadar mest olmuştum. Ayrı bir özenme vardı, her şeyiyle mükemmeldi.

“Beyazların verdiği güzellik sadece papatyalarda var zannederdim. Beni yine her şeyinle yanıltıyorsun güvercin. Ben papatyaları sende sevmiştim şimdi papatyalar yanında sönük kalıyor.” Zorda olsa gülümsedim, lacivertlerindeki o aşk dolu hislerde, “Papatyaların sebebi bensem, onları yaşatan sensin,” diyerek tuttuğu elimi sıkıca tuttum. Halsiz çıkan sesim yine de taptazeydi. İçimdeki acıyı bildiğinden benden çok bir beklentisi yoktu. Destek oluşu bile bana iyi geliyordu.

Uzattığı koluna girdim, birbirimizi gülümseyerek karşıladık. Odadan çıkışımız ve kalabalığın yavaş yavaş gözler önüne serilmesiyle bir an ayaklarım birbirine dolandı. Acıyı ve heyecanı aynı anda yaşıyordum. Biraz gülümsesem o gecenin görüntüsü kâbus gibi üzerime yükleniyordu.

Düğün alanına geçtik. Üzerimdeki kasvetli hava biraz olsun geçse de yüzümdeki gülümsemem buruktu. O anın üstüne düğün yapmak çok acımasızcaydı. Eğlence olmayacağı için düğün akşamdan önce bitecekti. Bunu ben böyle istemiştim. Yiğit en iyisi olsun istemişti, bu yüzden her şey özenle hazırlanmıştı. Düğün açık alanda yapılıyordu, minimal bir süsleme ve yemek ikramı düğünün içerisindeydi. Düğünden önce kısa bir mevlit olmuştu. Düğün olduğunda olsun istemişlerdi ama ben istememiştim. Kur’an’ı dinlemek farzdı ve kimse dinlemezdi biliyordum. Bu düğünüm için alınacak bir vebal değildi.

Oldukça kalabalık olan düğünün en dikkat çekeni Yiğit’in öfkeyle baktığı topluluktu. Çağırılmadan gelmeleri ve üstüne üstlük bakışlarında zehir saçan ifadeler sırf beni germemişti. Elimi tutan el öfkeden acıtacak derecede elimi sıkıyordu. Neden habersiz geldikleri hakkında bir fikrim yoktu. Diğer tarafta ise ailemin hiçbir şeyden habersiz tebrik alkışlarına baktım.

Masaya geçtiğimizde nikâh memuru da geldi. Yiğit’le bakıştığımızda biraz önceki gerginliğini yüzünden silerek gülümseyişini çoğalttı. Sırf benim iyi hissetmemi istiyordu. Ama ben ne zaman iyi olurdum bilmiyorum. Şu an bu düğün bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Beyza ablanın ölümünün vebali üzerimdeyken nasıl eğlenebilirdim ki? Hissizce önüme döndüm. Kendimi sığdırdığım şu his git gide beni hissizleştiriyordu. Nikâh memurunun sualleri, onayımız ve tebrikler derken epey bir zaman geçmişti. Zamanın ilerleyen saatiyle yanımıza gelen kişilerle bir adım geriye gittim. Bu kadar yakın olmalarını istemiyordum.

“Tebrik ederim.” Önüme doğru uzatılan eli Yiğit engelledi. Karşımdaki adamın elini öfkeyle kavradı. Birbirlerine bakan gözlerinde ölüm vardı. Bana sundukları bu gözdağından sonra nasıl olurda buraya gelirlerdi bilmiyordum. Tebrikine karşılık vermek yerine, “Bugünü tebrik etmek için seçmediniz sanırım,” cevabını uygun buldu. Sesindeki ihtihzalı tını aradaki husumeti daha da büyütüyordu. Adını öğrendiğim İrfan Soylu alayla güldü. Bu gülüşteki kötülük midemi bulandırıyordu. Yüzü öyle çirkindi ki, sanki Allah’ın yarattığı yüzde kendi yüzü yoktu. Nursuz, kötülük akan bir ifade onun nasıl biri olduğunu ele veriyordu. Beyza abla aklıma geldikçe hepsini öldürmek istedim.

“Bunun cevabını iyi biliyorsun Yiğit Soydan.” Yiğit kaşlarını çatıp yanında duran Hilmi Gönen’e dönüp, “Cevabını tekrar vermem pek de istediğiniz bir durum olacağını sanmıyorum Hilmi Gönen,” deyip aynı şekilde kendisi dudaklarını kıvırdı. Bu duruma şahit olmak istemezcesine Ezgi’nin beni götürmek için gelmesine razı olup gelin odasına geçtim. Çok fazla yorgun hissediyordum kendimi, bu yüzden aralarındaki kızışmaya daha fazla şahit olamadım. Sade bir düğün olması bu açıdan iyi olmuştu.

Yorgun bedenimi koltuğa attım. Ezgi yanıma oturup, “Şimdi asıl mesele tatile nereye gideceğiniz,” deyince aklıma bile gelmeyen bu duruma bir cevap bulamadım. Aslına bakılırsa gidip sadece uyumak istiyordum.

“Tatil falan istemiyorum, gidip dinlenmek uyumak istiyorum.” Ezgi, buruk bir gülümseme ile kolumu sıvazladı. Kapımın tıklatılması ile çok geçmeden içeriye Muaz Bey girdi.

“Biraz konuşabilir miyiz kızım?” Ezgi’ye bakıp, “Tek,” dedi.

“Ha, tamam. Bir isteğin olursa ben buradayım Zeynep,” deyip odadan çıktı. Onun gidişiyle Muaz Bey odaya girdi. Nedense gerildim. Yüzündeki ifade pekte hayra alamet değil gibiydi.

“Buyurun,” dedim Muaz Bey’in yanıma yaklaşması ile. Yüzündeki gergin ifadeye takılı kaldım. Bu da beni oldukça gerdi. Muaz Bey sıkıntıyla elini avuçlayıp, “Senden bir şey isteyeceğim Zeynep,” demesiyle o an bir sıkıntıda benim yüreğimin ortasına kondu. Biraz sonra ne diyecekti bilmeden dinledim.

“Sizi dinliyorum.” Kaçırdığı bakışlarını bana odaklayıp, “Biraz sonra polisi arayıp Yiğit hakkında suç duyurusunda bulunacaksın,” demesiyle kaşlarım çatıldı. İdrakinde zorlandığım sözcükleri ağırladı kulağım. Ne demekti bu? Neden şikâyet edecektim ki?

“Ne demek bu?” Israrla bakmaya devam ettim. Her şey birbirine giriyorken artık gücümün tükendiğini hissediyordum.

“Herkesin içinde, onu şikâyet edenin sen olduğunu bilecekler. Onun hakkındaki suç duyurusunu senin yapman gerekiyor demek.” Hiçbir şey anlayamıyordum. Ne demekti bu, anlam veremiyordum. Muaz Bey ısrarla benden cevap bekliyordu ama bunu yapmamı neden istediğini bilmiyordum. Yiğit’in ne gibi suçu olabilirdi ki?

“Bunu yapacak bir durum olmadığını siz de biliyorsunuz Muaz Bey. Onu siz benden daha iyi tanıyorsunuz hatta. O size güvenirken siz...” Sözümü yarıda kesip, “Aşağıdaki adamlar neden geldi zannediyorsun?” deyip saatine baktı. “İki saat içinde Yiğit alınmazsa, otelde büyük patlama olacak. Diğer proje ise bu. Beyza’nın ölümüne neden olanlar bunlar Zeynep, sana gözdağı vermek... Eğer Yiğit’e engel olamazsak hedeflenen projede birçok can yanacak. Onu bir süre engellememiz gerekiyor.” Nefesim daraldı. Tutunacak yerim olmadığı için sendeledim. Muaz Bey’in söylediklerine hâkim olamazken art arda gelen bu kadar olayın içine sığamaz olmuştum artık.

“Başka türlü engelleyebiliriz.”

“Bu imkânsız!”

“S’siz nereden biliyorsunuz?” Kekelemem ve üstüne üstlük titremem bütün uzvumu ele geçirdi. “Zeynep, benim nereden bildiğim önemli değil. İrfan Soylu ve Hilmi Gönen’in neden burada olduğunu öğrenmiş oldun.” Uzattığı telefona kısaca baktıktan sonra titreyen elimle aldım.

“Neden ben peki?”

“Çünkü sen olanların başlangıç noktasısın. Yiğit’i durduracak olan da sensin, çünkü o proje durmazsa büyük olaylar çıkacak. Ve o projeyi sen yürüteceksin, çünkü Yiğit’e ihanet etmiş gibi gözükeceksin.”

“Ne var o projede?”

“Ölüm ve facia.” Dehşetle araladım gözlerimi.

“Yapamam, ona ihanet edemem.”

“İhanet değil bu Zeynep. Dışarıda onlarca adam bekliyor, sence neden?” Konuşmadı daha fazla. Beni pencere kenarına çekti. Dışarıya baktım. Bakışlarım oradaki kalabalığa takıldı. Planları olduğunu o an çok iyi anladım. Ve bu planların en başı bu oteldi. Bu otelde ise sevdiklerim vardı. Önüme bir telefon uzattı. Telefonla bakışmamın ardından Muaz Bey'in ısrarcı tavırlarıyla parmaklarım ekrana kaydı. Muaz Bey'e baktığım anda yüzündeki ifade aceleciydi. Aradığım 155 ve zorda olsa söylediğim sözler acı bir tesir bıraktı. Elimden düşeyazan telefonu Muaz Bey aldı. En acısı da sesimdeki o berbat hisse saydırdım. Muaz Bey üzgün ifadeyle bana bakıp, “İnan bana sen doğru olanı yaptın kızım. Sana söz veriyorum, orada çok kalmayacak. Sadece projeyi yaşatmanı istiyorum senden,” dediğinde hiçbir cevap verme gereği duymadım. Yalnız kalmak istediğimi söylediğimde odadan çıktı. Yıkılmışçasına koltuğa oturdum. Ne yaşıyorduk sahi? Nasıl olur da bu kadar acıyı sığdırabiliyorlardı hayatımıza?

Saatler geçti, Ezgi birçok soru sordu, annemler neyimin olduğunu sordu, hepsine de geçiştirici cevaplar verdim. Kimseye anlatamadığım bir yükü yüklemişlerdi sırtıma. Hislerimi bir karanlığa hapsetmişlerdi. Hayatımı idame ettiren ben değildim artık.

Duyduğum seslerle gözlerim kapandı. Şimdi olanlara bir adım daha attım. Kapanan gözlerim yavaşça açıldı. Oturduğum yerde iki büklüm olmam titrememi engellemiyordu. Dakikalar geçti, sesler kesildi. Artık bekleyişimin sonucu açılan kapı oldu. Göz göze geldiğim adamın hayal kırıklığıyla bezenmiş yüzü canımı yaktıkça yaktı. O, beni ihanet eden kişi olarak tanıyordu artık. Yavaş adımlarla yanıma gelince oturduğum yerden kalktım. Dolan gözlerimi zor zapt ediyordum. Dakikalarca sustuk, konuşmak yerine birbirimizi anlamaya çalıştık ama o bana bu kadar kırgın bakarken beni anlaması olanaksızdı. Lacivertlerindeki o ışık sönmüştü. Yutkundu, boğazındaki âdemelması yutkunuşundaki acıya şahitti. Ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

“Neden?” Tek kelime düştü dilinden. Sesindeki veryansın paramparça ediyordu yüreğimi. Kaldıramadıklarıma bir yenisini ekliyordu. O kadar çok neden vardı ki bir an canım kıyıldı ona mesafemden ötürü. Cevap veremedim, bakışlarımı kaçırdığım an, “Söyle Zeynep, neden?” diye bağırdı. İrkildim. Daha fazla titrerken o bunu görmüyordu bile. Kolumu kavrayıp, “Bildiğin halde beni neden ihbar ettin?” deyip dudağı acı bir hisle kıvrıldı. Gözlerimi kaçırmam hiçbir şey ifade etmiyordu. Konuşmak bu kadar zor muydu cidden? Oysa ona her şeyi söylemek istedim. Muaz Bey bahsetmemi istememişti.

“Ben sadece yapılması gerekeni yaptım.” Bir an afalladı, daha çok baktı gözlerimin içine. Acımasızca çıktı sözcükler dilimden. Sakin olmaya çalıştıkça başarılı oluyordum. Soğukkanlı durdum karşısında. Hayal kırıklığı vardı bakışlarında, ona olan geçmişim vardı lakin ben o geçmişle yargılanmak istemiyordum. Bu yaptıklarım, öne sürdüğü geçmişimi, onun hakkındaki hükmüme çoktan yer vermişti. Hırsla kolumu bıraktı. Odada öfkeyle dolanırken, “Ne gerekti Zeynep, ne? Ya sana her şeyi açıklamadım mı? Neyin yapılması gerekiyordu?” diye sorması irkilmeme neden oldu tekrar. Sesindeki öfke ilk defa bu kadar fazlaydı. Ona haksızlık yaptığımı düşünüyordu, yapmıştım da. “Biri mi istedi?” İnanmamıştı bana. Ona ihanet edeceğimi düşünmemişti. Tekrar kolumu tutarken bu sefer tutuşunu daha fazla sertleştirdi. Gözlerime öyle bir bakıyordu ki ölümü değil kıyameti hissediyordum. Bu sefer aşk yoktu gözlerinde.

“Kimse istemedi. Bırak artık kolumu.” Muaz Bey’inde dediği gibi ona bunu inandırmalıydım. Aksi takdirde o ölebilirdi. O ölürse ben de ölürdüm. Tek bir ölümü daha kaldıramazdım. Hele ki namlunun ucunda o varsa ben o hedefe sorgusuz sualsiz koşardım.

“O zaman ne Zeynep? Söylesene!” Ona yalan konuşmak canımı acıtsa da yapmalıydım. Daha fazla kimsenin canı yansın istemiyordum. Ne benim mutluluğum kalmıştı ne de onun beni yanlış yargılamasını düşünecek gücüm. Bir an önce her şey bitsin istiyordum. Boğuluyordum, kalbim sancıyordu ve tek bir cümle çıkmıyordu dilimden.

“Sana demiştim, bir gün seni adalete teslim edeceğim diye.” Kaşları çatıldı. İçim içimi yiye yiye söyledim bunları. Nefret ettim kendimden. “O gün o odada sana teslim ol derken bunu kastetmiştim.” Onu mahvettim. “Şimdi istediğime ulaştım.” Yalpaladı. Bir an önce bitmezse bu, ben de düşecektim. Direnmem gerekiyordu, sevdiğim adamı korumam gerekiyordu.

“Beni sevdiğine inandım,” dedi acı dolu bir sesle. Avuçları yüzümü buldu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığı an gözlerinde kıyamet çoktan kopmuştu. Benden cevap bekliyordu, onun sevgisine karşı geçmişimi ona hatırlattığımı düşünüyordu ama ben onu çoktan affetmiştim. “Papatyam dedim,” deyip dudaklarını birbirine bastırdı. “Hiç mi sevmedin beni Zeynep?” Bağırdı, geri çekilip odanın ortasında yürüdü. O an ona sarılmak istedim, sevdim demek istedim ama susturuldum. Binlerce can için tek bir canı yok sayıyordum.

“Sözünü tuttun?” Anlamsızca yüzüne baktım. “Demiştin ya; bir gün senin adalete teslim edildiğini göreceğim diye. Dediğin oldu. Bugünü mü bekledin Zeynep? Beni seviyormuşsun gibi gözüküp ihanet mi etmekti amacın?” Kaskatı dururken ona adım atmam hayli güçtü. O kadar doluydum ki; ağlamak, bağırmak istiyordum. Ama ağlayamıyordum. Benden beklemediğim kadar soğuktum. Başını iki yana sallayıp, “Ne aptalım!” dedi. Sesindeki yılgınlıkta ağır sözler çıkacak gibiydi. Omuzları ona yaptığımla düştü. Bana mesafesini arttırdıkça ona adım atamaz oldum. Önümüze uçurumu süren ben olmuştum. Bu sefer düşsem de elimi tutmazdı biliyordum. Ona bu hakkı ben vermiştim. Ona bu acıyı ben yüklemiştim, onu benimle vurmuştum. “Ben de beni sevdiğini sanarak bu sözlerini unutuyordum.” Yanıma gelip kolumdan tutarak kendine çekti. Hüznü taşıyan gözbebekleri bu sefer buz gibi bakıyordu. “İsteğin oldu, fakat adaletin değil senin verdiğin nefretin mahkemesinde yargılanmaktan kaçınmayacağım.” Yutkundu, bomboş bakışlarına gözyaşı ilişti. Sesi yılgındı ama o bunu törpüleyebiliyordu. “Sen de şunu unutma, benim sevgim senin nefretini sarmayı bıraktı. Artık hürsün.” Hızla bedenimi itekleyip kapıyı açtı. Sesindeki o uzaklıkta boşluğa düştüm. Son kez baktı, sıkıca sarılmak istedim. Elini çekti, çektiği elini bu sefer ben tutmak istedim. Öldüm dedi, ölen bendim. Yokuz dedi fakat ben onun için çabalamakla başladım.

Memurlara uzattığı el kelepçelenince sızlayan kalbimin üzerine götürdüm elimi. Odaya girenler, söylenenler zayıf düşen bedenime sarıldı. Kapanan gözlerim ve ben karanlığı bizzat istedi. Bu sadece bugünün verdiği patlama değildi, hükmüm çoktan hayatımın ortasına atılmış bir bombadan farklı değildi. Ve ben bu bombayla paramparça olmuş, karanlığı hissetmiştim. Artık kimseyi duymuyordum, belki de ölüyordum.

Loading...
0%