@rumeysadoganm
|
Ben girdiğim hayatı hafife almıştım belki de. Gördüklerimin karşısında bu kadar rahat olmamalıydım. Kendimi kandırmaktı bu, kendimi kandırmamın karşılığını almıştım. Öyle bir gelmişti ki gerçekler, ben gerçekler karşısında büyük düşüş yaşamıştım. Elimi tutan da yoktu artık, zira elimi tutanı ben kendi ellerimle yok saymıştım. Ne kadar bağırsam, ne kadar sızlansam az kalırdı lakin ben susuyordum. Düğünün üstünden birkaç gün geçmişti. Bu birkaç günde kendimi toparlayamamış hatta ufak çaplı hastalıklarla yataktan kendimi zor çıkarmıştım. Bir ara heyecanlanmamı sağlayan bir nedenimin olduğunu düşünmüştüm ama yanılmıştım. Yiğit’le benim bir bebeğim olamayacaktı. Bunu o kadar çok istememe rağmen hayal kırıklığı ile kalmıştım. Şimdi sadece kendimle yüzleşiyordum. Birçok dedikoduya maruz kalmış hatta hesap soranların arasında kafayı yeme noktasına gelmiştim. En azından ailemin hesap sormaması, bana güveniyor oluşu rahatlamam için bir nedendi. Bir girdabın eşiğinde boğuluyor, yaşamla ölüm savaşı veriyordum. Öyle güçsüzdüm ki içimde harlanan ateşle beraber yok oluyordum. Yanıma çekilen sandalyeyle dizlerimi karnıma biraz daha çektim. Sırtımı sıvazlayan anneme bakamadım, bakarsam ağlardım. Annem beni hep anlıyordu, bu da beni onun yanında güçsüz düşürüyordu. “Sabahtan beri burada oturuyorsun, gel de bir şeyler ye.” Başımı iki yana sallayıp, “İştahım yok anne,” dedim. İştahım yoktu, midemin ağrısından dolayı hiçbir şey yemek istemiyordum. Annem zorlamadan yanımdan kalktı. Çok geçmeden yanıma tepsiyle geldi. Kısa bir an bakışım anneme yöneldi, iyi hissetmem için tebessümünü sundı. Yüzümü okşayıp, “En azından sadece şu çorbayı iç,” deyip tepsiyi önüme koydu. Üzgün olduğunu görebiliyordum. O, hep sessizce üzülürdü, bilirdi beni bu yüzden sadece ilk atağı benden beklerdi. Onları üzmeye hakkım yoktu. Önümdeki tepsiye dönüp çorbayı içtim. Acıkmama rağmen midem hiçbir şey almıyordu. En azından çorbayı bitirmem vücudumu rahatlatmıştı. Tepsiyi mutfağa götürdüğüm an annemde peşimden geldi. “Kızım?” Sorgulayıcı ifadesini yöneltince, “İyiyim anne,” dedim. “Her şeyi bir gün anlatacağım.” “En azından anlat ki rahatla, seni dinlerim hep.” Annemi kollarımın arasına alıp başından öptüm. “Biliyorum anne, merak etme anlatacağım ama şimdi değil.” Sırtımı sıvazlayıp öptü. Odaya geçtim. Daralan ruhumun çaresini bulamamak gibiydi bu, ne yöne gitsem daralıyordum. Ben, bu yükün üstünden nasıl kalkacaktım bilmiyordum, nasıl bir işe girmiştim onu da bilmiyordum. Önce Beyza abla sonra Yiğit... Üst üste gelen imtihanların en büyük çaresini bilerek dua ettim. Avucumun içine damlayan gözyaşlarımın şahitliğiydi bu. Dudaklarımın arasından çıkan duaların fısıltısından çıkan ağlama sesiyle hemhal oldum. Üzerimi giyindikten sonra evden çıktım. Kapıdaki korumalar beni görünce oldukları yerden doğruldular. Yiğit içerde olmasına rağmen beni yalnız bırakmamalarını onlara tembih ettiğini biliyordum. Ona yaptıklarıma rağmen hâlâ beni koruyordu. Betül yanıma gelip, “Bir yere mi gidiyordun?” diye sordu. O an gideceğim yerin olduğunu anladım. Dalgın kafayla çıkmamdan ötürü bir an bocaladım. “Beni Beyza ablanın evine götürür müsün?” Tereddüt etse de ısrar ettim. En sonunda dayanamayıp kabul etti. Arabaya geçsek de gözleri üzerimdeydi. Oraya gitmezsem iyi olamazdım. Çocukları görmeliydim, onlara sarılmalıydım. Köşede gördüğüm mağaza ile Kerem’e durmasını söyledim. Araba durduğu an beklemedim. Oyuncak mağazasına girmem kendimi bir yerlerde bulmamın rahatlığını hissettirdi. Bunlar suçumu telafi edemezdi fakat bir şeyler yapmazsam kendimi daha kötü hissedecektim. “Bana öyle bakma Betül.” “O kadar kötü gözüküyorsun ki korkutuyorsun beni.” “Sen de suçlamayacak mısın beni?” Betül kaşlarını çatıp, “Sen suçlanacak bir şey yapmadın ki,” dedi. Yarı kızgın yarı ikna edici sözlerine söz bulamadım. Dudağımdaki ihtihzalı gülüşe engel olamadım. Elimi tutup, “Ama sen kendini suçlamaktan vazgeçmiyorsun,” deyip kolumu şefkatle sıvazladı. Suçluydum çünkü, bundan önceki ölen insanların suçu da vardı üzerimde. Ben sussam da vicdanım susmuyordu. “Çünkü ben çok şey yaptım Betül.” “Sen hiçbir şey yapmadın Zeynep. Bunlar bu yaşamın kuralları. Yiğit Bey bir düzen oturtmaya çalışıyor ve karşı taraf o düzeni bozuyor. Bir şeyler feda olunmadıkça kazanılamaz. Ve burada ne sen suçlusun ne de Yiğit Bey.” Dolan gözlerimle beraber pencereyi açtım. Boğuluyordum. İliklerime kadar yaşıyordum bu hisleri. Ne yaparsam yapayım unutamayacağımı da biliyordum. “Keşke dediğin gibi olsa, keşke olanlar sadece Beyza abladan ibaret kalsa ama olmuyor.” Bir şey diyemedi. Sözün ucu o kadar keskindi ki bu sadece beni değil herkesi mahvediyordu. “Sana bu zamana kadar tertemiz bir hayat sunuldu Zeynep. Ama gördüğün bu hayat kefaretlerle dolu.” Biliyordum. Kalbim bu kirli dünyanın altında eziliyordu. Ve bu kirli dünyanın müsebbibi bizi tehditleriyle korkutmak isteyen tarafındı. Burada ne Yiğit suçluydu ne de onun hayatı. O, sadece gerekeni yapıyordu. Çok geçmeden geldiğimiz eve bakakaldım. İçerideki çocukların yüzüne nasıl bakacağımı düşündüm bir süre. O gün ağladıklarında kulaklarım o sesi aşinası yaptı. Artık unutamayacağım bir sesti bu. Betül, kapı ziline bastığında kapıyı açan yabancıydı, büyük ihtimal çocukların akrabasıydı. Ya babaannesi ya da anneannesiydi. “Selamun aleyküm,” dedim bizi tanımadığını belirten bakışlarına karşılık. “Aleykümselam, buyurun?” Kadına kendimi açıklamadım, daha doğrusu buna cesaretim yoktu. “Ben, Beyza ablanın bir tanıdığıyım, izniniz olursa çocukları ziyarete geldim.” Kadın, “Tabii, buyurun hoş geldiniz,” demesiyle ayakkabılarımızı çıkarıp içeriye girdik. Nefesim daraldı, buradan kaçmak istedim ama yapamazdım. “Siz?” dedim kadına bakıp. “Anneanneleri Meliha,” deyince ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kızının sorumlusu bendim. Bu yüzden kendimi ne tanıtabildim ne de sorumlusunun ben olduğunu söyleyebildim. Korktuğumdan değildi bu, utanıyordum. İçeriye girdiğimiz an çocuklar beni tanıyacak ki yanıma geldiler. İkisini de kollarımın arasına aldım. İçim yanıyordu şu an, nasıl acı ki ağlamaktan geri duramadım. Daha küçük oldukları için onlar beni suçlamadı, nereden anlasınlardı ki ölümün bir sebebiyeti olduğunu. Poşetteki oyuncakları verdiğimde ikisi de sevinmişti. Onları mahcupça izledim. Güzel gözlerinde özlem vardı, o özlem benim yüzümdendi. “Annem senin yanında mı Zeynep abla. Biz onu çok özledik ama o bizi görmeye gelmiyor.” Kapanan gözlerimle beraber feracemi sıktım. Cevap verilemeyecek bir soruya ben cevap veremezdim ki. Meliha Hanım, örtüsünün kenarıyla dolan gözlerini sildi. Sertçe yutkunmam boğazımda takılı kalan yumrudan ötürü zorladı beni. “Beğendiğiniz mi hediyelerinizi?” İkisinin de yüzü düştü. Küçük olan Yağmur elindeki oyuncağı atıp koltuğa oturduktan sonra ağlamaya başladı. “Ben annemi istiyorum.” Şu an karşılarında çaresiz hissediyordum. Onlara ne yapsam, ne desem hiçbir şey fayda etmezdi. Yanına gidip minik bedenini kollarımın arasına alıp, “Tamam bak, gelecek annen merak etme,” desem de beni dinlemeyip ağlamasını sürdürdü. Küçücük çocuğa nasıl anlatabilirdim ki o daha anne kuzusuydu. Annen nasıl gelemeyecek derdim? Ölümü bile daha doğru dürüst bilmeyen çocuğa laf kalabalığı yapmış olurdum ancak. Yarım saat oturduktan sonra evden çıktık. Ruhum öyle yorgundu ki gidip uyumak istiyordum. Burukça güldüm, uyuduğumda pek söylenemezdi ya. Telefonuma gelen mesajla şirkete geçmek zorunda kaldım. Muaz Bey’in planladıklarını yapmak mecburiyetindeydim. Feda edilenleri toparlamak adına kendimi feda etmeliydim. Şirkete geldiğimde Betül benden ayrıldı. Üçüncü kata gelince Efe’yi gördüm. Hızla yanıma gelip, “Hah, geldin mi yenge? Seni bekliyorduk,” dedi ilerideki odayı gösterirken. Gösterdiği yöne yürürken cesaretim kırılmıştı bir an. Efe’ye çaresizce baktım. O da bana üzgün gözlerle bakıp, “Hep yanında olacağım tamam mı?” dedi. Zorda olsa tebessüm ettim. Kimse benim yanımda olamazdı. Manen öyle yalnızdım ki bu sözlerin bir tesellisi bile yoktu. “Kim kim var?” “Muaz Bey’le Kenan amca var.” Odaya girmeden önce içeride tek kadın olmamak için Betül’ün gelmesi için mesaj attım. Çok geçmeden geldiğinde odadaki yoğunluk biraz daha arttı. “Çip hâlâ sende mi Zeynep?” Kenan Bey’e bakıp, “Yanımda değil,” dedim. O evde kalmıştı. Nerede olduğunu söylediğimde Efe çipi almaya gitti. Kenan Bey, projeksiyonu açtı. Tanıdıklarımdan hariç birkaç tanımadığım yüzü görmemle olayın daha derinine ineceğimizi anladım. Muaz Bey elini kumaş pantolonunun cebine koyup ekrana döndü. “Sağdaki Taner Zeydanlı, karşı şirketin getir götürünü yapıyor. Uyuşturucunun en keskin nişancısı kendisi. Birkaç genci zehirleyen de kendisi.” Gözlerimi kısarak oldukça genç olan Taner Zeydanlı’ya baktım. Simanen tanıdık gelse de şu an hatırlayamadım. “O gece Serkan’la konuştukları konuda bu kişiden bahsetmemişti Yiğit.” Muaz Bey, başını hafiften sallayıp tekrar önüne döndü. “Yanındaki ise Sezgin Erdem. Bugün Ünal Kızılbaş’la beraber hapishaneyi ziyaret edecekler.” Gözlerim irileşirken, “Engel olmayacak mısınız?” dedim. Dehşete düştüm bir an. “Olmayacağım.” “Siz kurtla kuzuyu bir araya getiriyorsunuz Muaz Bey. Bana onu koruyacağınıza dair söz verdiniz.” Güldü. “Sözümü tutmayacağımı nereden çıkardın?” dese de içimdeki histe Muaz Bey’e inanmak gelmedi. “İnanmıyor musun bana Zeynep?” “Size inanmamı sağlayın o zaman.” Buna bir cevap vermedi. Karşımdaki sandalyeye oturdu. Kimseden çıt çıkmazken benim aklım binlerce soruyu ağırlamıştı. “Bugün bir yere gitmen lazım.” Ve tekrar bir soru daha belirdi. Yine de sormadan onun anlatmasını bekledim. “Gideceğin yerden bir kutu alacaksın.” Sorgulayıcı bakışlarım üzerinde dolandı. “Ne var kutuda?” “Yiğit’in geçmişi.” “Neden ben alıyorum peki o kutuyu?” “Çünkü senin alman kararlaştırılmış. Bugün…” Şimdi her şey daha da anlaşılır oluyordu. “Bu yüzden Yiğit orada.” Usul usul başını salladı. Bu resmen oyun içinde oyundu. Bu kadar olaya katlanamıyordum. “Bunu yaparsam güvenini zedelerim.” “Yapmazsan Yiğit zarar görür. O kutunun peşindeler ve Yiğit’in gitmeyeceğini bildiklerinden kutuyu almaya giderlerken tedbirli olmayacaklar. Sen onlardan önce orada olacaksın. Yani Yiğit’i beklemezlerken sen onlara büyük sürpriz yapmış olacaksın.” Muaz Bey her şeyi ince ince düşünmüştü. Bu aslında bana da sürprizdi. Birçok olaya dahil olurken kendimi nasıl hissetmem gerektiğini de bilmiyordum. “Ama benim almam kararlaştırılmışsa Yiğit’i neden beklesinler ki?” “Çünkü çipi eline almıştı bir kere. Sana izin vermeyeceklerinden adları gibi eminlerdi.” Sinirden güldüm. Artık düşünmekten yorulmuştum. Zaten daha fazla konuşamadan kapının sesini duydum. Sonuç olarak olay kapatılmıştı. Kapı açıldı, içeriye Serkan girince gitme vaktinin geldiğini anladım. “Her şey hazır mı baba?” Muaz Bey, “Hazır,” deyince yeniden şaşkınlık oluştu. Bakışlarım ikisinin de üzerinde gel git yaptı. “Muaz Bey senin baban mı?” “Babam,” dedi gülerek. Şaşkınlığım her geçen gün artarken ben artık bunlara alışmalıydım. Çipi uzattığı an düşünmeden aldım. Çip olmazsa o kutuyu alamazdım. Önden yürüyerek arabaya bindim. Serkan dikiz aynasından bana bakıp, “Şaşırmanı anlıyorum, sadece bu girdiğin hayatta herkesin birbiriyle bağlantısı olduğunu bilmen yeterli,” deyip önüne döndü. “Muaz Bey’den önce sen vardın diye biliyorum.” “Yiğit’le çocukluk arkadaşıydık, babam sayesinde Yiğit’le tanıştık.” “Anladım.” Aslında öyle olmadığını biliyordum. Sanki Muaz Bey’i bana anlatmak istemiyorlardı. Betül’de gelince arabayı hareket ettirdi. Sanırım alışmam gerekiyordu. Camı açarak içeriye hava girmesini sağladım, yoksa bu girdiğim yerde boğulacaktım. Serkan’la Betül’ün sohbetlerini dinliyor, arada sordukları soru haricinde konuşmuyordum. Betül Serkan’ın son dediği ile susup kaldı. O an yüz ifadesinden fark edince anladım ama sohbetlerinden ayrı bir kafada olduğum için ne dediğini pek anlayamadım. Birkaç kilometre ötesindeki caddeye geldik. Dedikleri evin bahçesindeki dolaptan kutuyu almam için çipi kullanmalıydım. Sinan Bey öyle bir garantiye almıştı ki her şeyi sanırım onun zekasına hayran kalmaktan başka bir şey yapamazdım. Çipi kilide tuttuğum an kilidin kilik sesini duydum. İçerisindeki paketi aldım. Paketin buraya şimdi koyulduğunu Serkan söylemese yıllarca burada olduğunu bile düşünürdüm. Gerçi benim düşüncem onların sırlı dünyasında bile yetersiz kalıyordu. Paketi açmak istesem de şimdilik vazgeçtim. Ne de olsa öğrenecektim. Şimdilik kutuya en iyi şekilde sahip çıkmam gerekiyordu, ulu orta yerde paketi açmam pek güvenli olmazdı. Muaz Bey’in anlattığı gibi bir araba geldi. Serkan, binmem için beklediğinde arabaya bindim. İçeride yabancı kaldığım bir kişiyle göz göze geldim. Tahmini ellili yaşlarda oldukça dinç bir kadındı. Sinan Bey’in bu kadını tanıdığını düşünüyordum, belki de çok yakınıydı. Araba hareket edince karşımdaki kadın elini uzatıp, “Ben İrem,” dedi kendini tanıtarak. Hâlâ sorgulayıcı ifadedeydim. “Korkmayın, ben sizin için çalışacak avukatım,” dedi. Neler oluyordu böyle? Paketi elimden alıp açtı. İçerisinden dosya çıktı. Altına imzasını atıp bana geri iade etti. Diğer tarafa da ben imzamı attım. Fakat kutuda başka bir şey daha vardı, onu açacakken durdurdu. “Bunu günü geldiğinde açacaksınız. Yiğit’le beraber...” Elim havada kaldı. “Bu sizde kalacak, şirketteki kilitli dolaba koymalısınız. Yerini bu sefer öğrenmemeliler.” Demek ki bu yüzden oradan almam gerekiyordu. “Çip olmadan alamazlardı.” “Artık teknoloji gelişti Zeynep. Ve şu an çip bile tehlike altında olabilir.” Başımı hafiften salladım. Araba çok geçmeden şirketin önüne geldi. İrem Hanım inmeden önce, “Sinan’la gençken çok çalıştık. Benim şu an ortaya çıkmam geçmişte ona verdiğim söz sayesinde,” diyerek gülümsedi. “Yoksa çoktan emekliliğimi alıp gitmiştim.” Sinan Bey’e olan sadakatini fark ettim. Sadece tebessüm etmekle kaldım. Betül beni kapıda bekliyordu. Hızlı adımlarla şirkete girdim. Dosyayı odaya götürüp bana gösterilen kilitli dolabın içine koydum. Her an peşimde adam olduğunu biliyordum, bunu dosyayı aldığım yerde arabaya binerken görmüştüm. Üzerimdeki yükü gördükçe berbat hissediyordum. Ve ben bir an önce normal hayatıma geri dönmek istiyordum. ... İçeriye girdiğim anda bütün gözler üzerimdeydi. Şu an kapıdan girer girmez kasvetli havanın sert rüzgârına tutulmuştum. Büyük bir masada alışık olmadığım bir kalabalık vardı. En göze çarpanı Mahir Soydan, Ünal Kızılbaş, İrfan Soylu ve Hilmi Gönen’di. Ve diğer köşede tek bir bakış daha vardı ve ben o bakıştan pek haz etmemiştim. Nefesimi soluyarak köşeye oturdum. Karşıma düşen Efsun’la göz göze geldik. Bakışlarındaki aşağılayıcı tınıya aldırış etmedim. Betül, beni sakinleştirme adına gülümsese de olduğum yer sakinleşmemi epey güçleştiriyordu. “Saat 15:30. Günlerden Çarşamba. Toplantının ayda bir yapıldığı günde Yiğit yerine sevgili eşini görmek şaşırtıcı olsa da güzel.” İğrenç tınıyla konuşan İrfan Soylu şu an karşımda istemediğim bir tavra bürünüyordu. “Cesaretinden dolayı toplantıyı görebilme şansın oldu.” Bir müddet susup gerilen bedenimi rahat bırakarak masaya daha çok yaklaştım. Cesaret mi diyelim olmam gereken yer mi?” Kıvrıldı dudağım. “Belki sizin son toplantınız olacak, kim bilir!” Yüzünde eğreti duran gülüş kahkahaya dönüştü. Elindeki dosyayı iki büklüm edip, “Bunu Yiğit yıllarca diyor, sen de pek garantici sayılmazsın,” demesi güldürdü. Karşısında aptal gibi mi görünüyordum? Kendine bu kadar güvenmesi benim biraz daha konuşmamı sağlıyordu. “Yıllarca demesi gerçeği değiştirmiyor İrfan Bey. Siz de neyin ne olduğunu biliyorsunuz.” Bu sefer rengi değişti. “Her neyse, konumuz bu değil.” Konuyu değiştiren Ünal Kızılbaş oldu. Karşı karşıya oturduğu Muaz Bey’e bakıp, “Büyük hamle attınız, sizi tebrik ederim. Şu an ise hamlenize karşılık hamle atıyorum,” demesiyle ortaya bir dosya bırakıldı. Muaz Bey, dosyayı alıp inceleyerek bana gösterdi. Hemen yakınında olduğum için dosyayı elinden aldım. Dosyayı inceledim, konu üzerinde bir bilgim olmasa da sunulan teklifin pek temiz olmadığını anlamam zor değildi. Başımı hafiften sallayıp, “Reddedelim,” dedim sunulan teklif karşısında. Muaz Bey’de bunu dememi bekliyormuş gibi başını salladı. “Bu şirket adına büyük risk.” Şu an dalga geçtiklerine emindim. “Risk başarıdır,” diyen Muaz Bey’e gülümseyerek karşılık verdim. “Asıl siz şu dosyaya bakın, hamlenizin rotasını beğenirsiniz belki,” deyince Ünal Bey dosyayı alıp inceledi. “Bulamayacağımızı zannediyordunuz ama Sinan’ın zekâsını hafife aldınız.” En az Muaz Bey kadar keyiflendim. Dosyanın neden kaybolduğu, yerini kimlerin bildiğini, neden bugünü beklediğini bilmiyordum ama bildiğim tek şey Sinan Bey’in bana güvenmesiydi. Ben dosyadakilerden hiçbir şey anlamasam da bu konu da Muaz Bey’e güvenmem gerekiyordu. Öfkeyle soluyup, “Oyun oynadınız bize,” dedi. Bozguna uğramıştı. Bu hamlemizi beklemiyor oluşu onun planlarını alt üst etmişti. Muaz Bey’in, arada beni bile şaşırtması ona biraz daha yaklaşmamı sağlıyordu. Bahsettiği benim aldığım kutuydu. Sanırım planlarında onu ertelemişlerdi. “Oyun oynamayı siz bilirsiniz,” deyip dosyayı yırttım. Yumruk yaptığı eliyle masaya sertçe vurdu. Kızgın ifadesi bana yöneldiğinde, “Ama kocanı hesaba katmadın,” deyip Hilmi Bey’e baktı. “Emri ver.” Hilmi Bey, elinde telefon birilerini arayacakken ondan önce projeksiyon açıldı. Görüntüde birkaç adamın yerde yatan bedeni vardı. “Emir verildi.” Kenan Bey’in olaya atlaması ile uğultular yükseldi. O an kargaşa çıktı ve kargaşa içeriye giren korumalarla son buldu. Bağıran Ünal Bey ve ardından ona katılan İrfan Bey yaka paça dışarı atıldı. Toplantı odasından çıkıp Yiğit’in odasına girdim. Terin suyun içinde kalmıştım. Pencereyi açarak yüzüme çarpan rüzgârı karşıladım. İçerideki kargaşa ve Muaz Bey’in beni yanıltması oldukça hoşuma gitmişti. Köşeye sıkışmalarını dün başlatmış olsak da aslında en büyük etken Yiğit’e yaptığım kötülüktü. Fakat şimdi daha iyi anlıyordum ki karşı tarafın asıl istediği bendim. Ve buna engel olan Yiğit’i ancak böyle durdurabilirdik. Fakat Yiğitlik başka konu olsa da bana bundan bahsetmediler. Sadece onu tehlikeden koruyabilmiştik. Şu an bunu daha iyi anlıyordum. Bunun olması benim içinde iyiydi. Ona zarar gelsin istemiyordum. Ona o kadar çok alışmıştım ki şu an onsuzluğu iliklerime kadar hissediyordum. Kapının açılması ile bakışlarımı pencereden çekerek kapıya yönelttim. İçeriye masada gördüğüm adam girdi. Kapıyı kapatıp yanıma gelince bu cesaretine şaşırdım. “Size içeriye girebilirsiniz demedim.” “İzin alsam giremezdim.” Elini uzatıp, “Aras,” dedi. Boş bakışlarım eline indi. Uzatmayacağımı anlayınca elini geri çekti. Tavırları o kadar rahattı ki sert bir çıkış yapmazsam olmazdı. Masanın ucuna oturdu. Beni tepeden tırnağa incelemesine müsaade etmeden konuştum. “Çıkar mısınız odadan!” “Sen her tanışmak isteyeni böyle tersliyor musun?” “Ya sabır,” deyip kapıya yönelince önüme geçti. “Bir dur ya, merak etme sana zarar vermem.” “Bana bakın, ya çıkarsınız ya da bağırırım.” Pişkin tavırları ve bana yaklaşımı oldukça rahatsız ediciydi. Gülüşü kahkahaya dönüştü. Etrafımda dönüp, “Fazlaca hoşuma gitti bu tavırların,” diyerek önümde durdu. Ellerini cebine koyup, “Yine de böyle kaba olman hoş değil,” demesiyle bu sefer öfkemi durduramayarak, “Betül, Kerem,” diye bağırdım. Fakat kimse beni duymadı. Hızlıca kapıya yaklaştım. Kapıyı açacakken engelledi ve aralık kapıyı sertçe kapattı. Hızla ondan uzaklaştım. “Dur bir saniye ya, kısa bir işim var seninle, sonra bırakacağım.” Elinde hazır tuttuğu telefonu ile tam dibime gelerek hızlıca fotoğraf çekti. Birkaç saniyede gerçekleşen bu olayla zaferine ulaşmış gibi güldü. Daha ne olduğunu bile anlamamıştım. O kadar hızlıydı ki kendimi tepe takla olmuş gibi hissediyordum. Telefonu elinden alacakken bu sefer kendisi geri çekildi. “Sil o resmi!” Öfkem onun daha çok hoşuna gidiyordu. Şu an elindeki telefonda benim mahremiyetim vardı. Oysa ben buna nasıl dikkat etmemiştim? “İşim bitsin sileceğim.” “Ne yapacaksın o resmi? Silmezsen başın belaya girer biliyorsun değil mi?” Kapıyı açıp çıkmadan evvel, “Bu umurumda mı?” deyip odadan çıkarak uzaklaştı. Hızlıca peşinden gidip, “Ver o telefonu,” desem de telefonu almak pek başarılı olmadı. Arabasına binerek uzaklaşmasıyla ortada kalakaldım. Öfkeyle şirkete girip çantamı alarak çıktım. Peşimden soru sorarak gelen Betül ve Kerem’e bakıp, “Şu an mı sorulur bu Betül?” dedim. “Her zaman dibimde dolanıyorsunuz, şimdi neredeydiniz?” İkisi de bana şaşırarak baktı. Şu an fazlasıyla öfkeliydim. “Beni eve götürün.” Betül etrafa bakıp, “Bir şey mi oldu?” dedi. “Betül, beni eve götürün yeter.” “Tamam,” deyince arabaya bindik. O resmi bir an önce sildirmeliydim. Planı neydi bilmiyordum ama uygulamasına izin veremezdim. “Kerem, Aras denen adamı bulman gerekiyor.” Dikiz aynasından bana baktı. Onların Aras’ı tanıdığından emindim. “Biraz önce resmimi çekti, her ne yapıyorsa engel olmalısınız.” “Tamam Zeynep Hanım ben halledeceğim.” Başıma öyle bir ağrı saplandı ki her şeyin bir an önce bitmesini istiyordum. Yorgundum, en önemlisi de dayanılmaz bir hissin eşiğindeydim. Boğulmadan kurtulmam gerekiyordu. |
0% |