
Satır arası yorumları ihmal etmeyelim lütfen.
...
Kalp, bir kayıpla durma noktasına gelebilirdi ama durmazdı. Kalp, bir acıya kucak açabilirdi ama o acıya dayanamazdı. Acıyordu kalbim, sızım sızım sızlıyordu. Ölüyordum, kalbim atmayı bırakmış gibi nefesimin hâkimiyetinde değildim. O kalpte sevdiğim adam vardı ve kalbim çırpındıkça çırpındı. Yüreğimin ortasında cayır cayır yanan bir ateş vardı. Ölüyordum, ölümü nasıl tasavvur edebilirdim bilmiyorum ama şu anki hissettiklerimle ölümü yaşıyor gibiydim. Ben, bu hayatın ortasındaki enkazdım. Gördüklerim ise enkazdan beni nasıl sağ çıkarırdı bilmiyordum.
Sevdiğim adamı kanlar içinde görmek tahayyül edemeyeceğim durumdu. Onu koruyamamıştım, onu oraya ben göndermiştim şimdi ise yaptıklarımın sonucunu görüyordum. Bir kalp daha ne kadar durabilirdi ki?
Yanaklarımı ıslatan acı his beni kahretti. Etrafıma baktım, yanımdaki insanlara tek kelam edemedim. Boğazıma oturan acı yumruyla gözlerim kapandı, ağzımdaki kekremsi tat dudaklarımı kuruttu. Koluma dokunan el, Betül’ündü. Bana sorgularcasına bakıyordu ama ben dilimin tutulmasından ötürü olanları ifade edemiyordum. Elimi göğsümün üzerine koyup, “Yiğit,” dedim titreyen sesime mâni olamadan. Herkesin gözü bana kaydığında telefonu Bahadır’a uzattım. Bahadır elindeki telefonu sıkıp Demir Bey’e olanları anlattı. Çok geçmeden de Muaz Bey aradı. Yiğit’in haberi hızla yayılmıştı.
Araba hızla hareket etti, çok geçmeden hastaneye geldik. Neredeyse iki saat sonra ambulansı gördüm. İçeriden sedye ile indirilen Yiğit’in bedeni ile olduğum yerde kalakaldım. Yanına gitmek istedim ama Muaz Bey beni engellemişti.
“Zeynep eve gitmelisin, burada da olabilirler. Olay ciddiye bindi artık.” Çatılan kaşlarımla Muaz Bey’e baktım. “Bu olanları onlar tasarladı biliyorsun. Yiğit’in haberini ben sana vereceğim.” Nedim Bey benden intikam almıştı. Tırların karşılığı sevdiğim adamdı. Ben ne yapmıştım böyle? Ama o kadar genç, bu tırlar yüzünden kurtulacaktı. Kime iyilik kime kötülük yapmıştım bunu bile anlayacak kafada değildim.
“Her geçen gün geç kalıyoruz. Ona bir şey olursa bunun sorumlusu kim olacak Muaz Bey?” Muaz Bey haklılığımı bildiğinden bir şey demedi. Ya hislerini çok iyi saklıyordu ya da umursamıyordu. Bu kadar usta oyuncu olması kafamı karıştırıyordu.
Beni arkasında bırakıp içeriye girdi. Bir milim kıpırdayamadım. Bahçenin ortasında kalakaldım. Adımlarımı kısıtlayan Muaz Bey’di, tıpkı hareketlerimi kısıtladığı gibi kendi yönümü tayin edemiyordum. Korumalar beni eve götürmek için bekledi ama ben buradan ayrılmak istemiyordum.
“Zeynep Hanım, daha fazla beklemeyelim isterseniz.” Gözlerim öfkeyle kapandı. Şu an Yiğit bu durumdayken kendimi düşünemezdim. Onun iyi olduğunu görmeliydim.
“Önce Yiğit hakkında bilgi almak istiyorum. Sonra gideceğiz.”
“Ama Muaz Bey…” Sözünü tamamlatmadan, “Ben, böyle istiyorum,” dedim. Sesim sert çıktı.
“Zaten size haber verilecek ama şimdi gitmemiz lazım.”
“Kerem, lütfen. Gitmeyeceğim bir yere.” Kerem bana söz geçiremeyeceğini anlayınca Muaz Bey’i aradı. Muaz Bey ne dedi bilmiyorum ama Kerem tekrar yanıma gelip, “Maalesef, burada duramayız Zeynep Hanım,” diyerek kolumdan tutup beni arabaya yönlendirdi. Bu yaptığı öfkelendirdi. Kolumu hızlıca elinden çektim.
“Kerem, bu hareketi bir daha asla yapma!” Bu sefer öfkemi ciddiye alabilmişti.
“Bizi zor durumda bırakıyorsunuz ama.”
“Bu sefer de benim sözümü dinle Kerem. Ben neyim burada?” Arabaya doğru yürüdüm. Bu gelgitlerden yorulmuştum iyice. Muaz Bey’le bir türlü anlaşamayacaktık.
Arabaya binmeden evvel hastaneden çıkan Ezgi’yi gördüm. O da beni anında görmüştü. Hızla bana doğru yürüdü. Yüzünde daha evvel görmediğim öfke vardı. Şimdi ikimizde birbirimize yakındık. Benim konuşmayacağımı anlayınca kendisi konuştu.
“Açıklaman var değil mi Zeynep? İnan bana bir açıklaman olmasını her şeyden çok istiyorum.” Başımı salladım, bu da gözlerindeki güveni tekrar görmemi sağladı. Ufak bir sükûtun ardından her şeyi bir bir anlattım. Aysun Hanım’a şimdilik bir şey anlatmamasını hatta aramızda kalmasını istedim. Kabul edip bana sıkıca sarıldı. Muaz Bey ne derse desin birilerine bunu anlatmazsam içim rahat etmeyecekti.
“Ya neler ürettim kafamda biliyor musun? Kıyamam sana, ah Muaz amca ah.” Elimdeki elini okşayıp, “O da her şeyin iyi olmasını istiyor. Çabalıyoruz ama bir yandan kendimi sıkışmış hissediyorum,” dedim.
“Sana karşı haksızlık ettim özür dilerim.”
“Herkes çok gergin. Buna ben de dâhil. Kimse kimseyi anlayamıyor bu yüzden.” Aslında beni anlamalarını isterdim. Sadece konu uzasın istemiyordum. “Yiğit,” dedim usulca. Merak ettiğim tek şey sevdiğim adamdı. Tekrar gözlerim doldu, canımdan can gidiyordu.
“Birkaç kişi, lavaboya gittiğinde saldırmış. Tabii bizimki anladığında adamlar için çok geçmiş. Hepsini halt etmiş ama koluna ve omzuna isabet eden bıçaktan kurtulamamış. Adamlar ölmüş bizimki de bayılmış. Kimin başlarında olduğu bilinmiyor, sanırım amacı korkutmak.” Bir şey demedim, o an Bahadır yanımıza geldi. Mendil uzatınca alıp ıslak yanaklarımı sildim.
“Uyanmış ama yarın tekrar cezaevine götürülecek. Zaman kısıtlı Zeynep, Muaz Bey’le ne planladınız bilmiyorum ama haber bekliyoruz. Bir an önce halledin.” Bahadır’ın dediklerini ben günlerce istiyordum. Şimdi daha da tehlikeli olmuştu her şey; özellikle Nedim Bey’in öfkesi tazeyken.
“Bana, bir şey olursa haber verin olur mu?”
“Tamam, sen merak etme.” Onlarla veda ettikten sonra arabaya geçtim. Kerem hızlıca arabayı çalıştırıp hareket ettirdi. Yol boyunca kafamdaki düşünceler giriftleşti. Yaşananlara olumsuz bakmayı bırakmalıydım, ben bu olanlarında bir imtihan olduğunu bilirken buna isyan edemezdim, yakışmazdı dilime. Allah, bu dikenli yolun sonuna bir gül koymuştu biliyordum ve Yiğit’le kavuşmamız onun bize vaat ettiği yoldan olabilirdi. Kaderime tevekkül etmeyi bilmezsem Allah’ın imtihanına yüz çevirmez miydim? Zaten asıl meseleydi imtihana vereceğim karşılık...
Eve gelip odaya geçmem hızlı oldu. Odadaki dosyaları önüme çekip geçmişi yine araladım. Nedim Bey’le ilgili olanları bir kenara koyup Muaz Bey’in bana verdiklerine göz gezdirdim. Nedim Bey’i ayarlayıp hem de o tırları kendi yönümüze çevirecektik. Korkusuna yenilecekti biliyordum. O tırlar Nedim Bey’in karanlık başlangıcı olacaktı. Madem bir savaş başlatmıştı, zafiyetimi bir kenara koyup hedefime odaklanacaktım.
...
Döndüğüm sandalyeyi sabit tutup elimde oynadığım kalemi masanın üzerine koydum. Bir saattir üzerinde çalıştığım dosyayla yeniden bakışınca içim daraldı. Muaz Bey’i sabah aradığımda saat üç civarı gelirim demişti ama saat dört olmasına rağmen gelmemişti. Nedim Bey’den haber bekliyorduk. Eğer dediğimizi yaparsa Yiğit içeriden çıkacak, Mahir Bey’de her şeyini kaybedecekti. Belki de onu adalete kolayca teslim edebilecektik. Ezgi, elinde iki kupayla yanıma gelip birini önüme koydu.
“Yorgun gözüküyorsun biraz dinlen istersen.”
“Çok iyi olur.” Kahve kupasını avuçlarımın arasına alıp kollarımı masaya koydum. Ezgi’de benim gibi sabahtan bu yana dosyalarla ilgileniyordu.
“Muaz amca gelmedi değil mi?” Başımı iki yana sallayıp, “Gelmeyecek sanırım,” dedim dünkü olayı düşünüp sinirlendikçe. Nefesimi soluyup kahvemden bir yudum aldım. Şu meselenin bir an önce çözülmesini istiyordum. Gün geçtikçe Yiğit’in orada kalması tehlikeli oluyordu. Bunu Muaz Bey elbette düşünüyordur ama ben sabırsızlığımdan ötürü soğukkanlı olamıyordum.
“Yiğit’i görmeye gittin mi?” Cılız çıkan sesime karşın Ezgi tebessümle, “Gittim,” dedi. Bir yandan bana bakıp konuşmak istiyordu ama susuyordu. Başımı salladım. “İyiydi,” dedi çelişkime karşın. “Biraz düşünceliydi ama...” Konuşamadı, bir an susmayı tercih etti.
“Ama?” dedim sorgulayıp. Bir an yüzü düştü.
“Gözleri seni aradı hastane çıkışında.” Derin bir nefes alıp, “Göremeyince haliyle kızdı bana.” dedim. Ezgi, bir şey demese de cevabını biliyordum. Ama az kalmıştı. O oradan çıkınca çok güzel bir başlangıç yapacaktık. Her ne olursa olsun onun iyiliği için çabalayacaktım. Onun vicdanını rahatlatacaktım.
“Sence beni affeder mi?”
“Yiğit sana uzak kalamaz ki. Zeynep, Yiğit benim için bir abiden farksız. Bazen soğuk bir adam olabiliyor ama o sevdiklerine karşı hep kendini feda etti. Şimdi hayatında sen varsın. Sebepsiz yaşadığı bu dünyada sebebi sen oldun.” Doldu gözlerim ardından kalbim bedenime sığmadı. Onu o kadar seviyordum ki bazı zamanlar düşündüğümde o da benim bu dünyadaki en güzel sebebim olmuştu. Allah’a şükredeceğim nedenlerden biriydi.
“Sanki beni hiç affetmeyecekmiş gibi geliyor.”
“Bu yaşadıkların, yaptıkların, sebeplerin Yiğit için çok şey ifade ediyor Zeynep. Bu adam ilk kez seni sevdi. Sence böyle bir şey olur mu?” Çok güzel konuşuyordu ama ben bazı şeyleri çok detaylıca düşünüyordum.
Dosyaya tekrar gömüldüğümüzde Muaz Bey’le Kenan Bey geldi. O an ikisinin de yüzünde hiç görmediğim ifade vardı, bana bakıp, “Nedim Bey meselesi ulaştı mı kulağına?” dedi ikisi de.
“Tır imha edildi mi?” Muaz Bey, keyifle gülüp, “Hem de ne imha,” dedi. “Nasıl yaptın?”
“Konuşsa kapana kısılacaktı, konuşmazsa tırlar imha edilecekti ama yine de başı belaya girecekti. Tahminim tutarsa şu an şehir dışında. Ama önce sizinle konuşması gerekiyordu.”
“Konuştu. Ses kaydı aldım hatta.” Başımı salladım. Muaz Bey, ima ile kaşlarını kaldırıp dudağını birbirine bastırarak başını salladı. “Bahadır sayesinde oldu,” diye devam ettim. Bunu biliyor olmalıydı. “Demir Bey’le ikisi bana çok yardımcı oldular. Malları almaları lazımdı.”
“Sen patlayacak demiştin.” Konuşan Efe oldu.
“Ama imha olması daha çok işimize yaradı. Bu sayede şehir inindeki adamların aç vampirlere dönüşmesi an meselesi. Birbirlerini yerler. Tabii bulabilirlerse.” Muaz Bey, öne atılıp, “O zaman son işi sana bırakıyorum Efe. Bu mesele işimizi öne çekti,” deyip paket uzattı. “Bunu emniyete götür ardından Bahadır’la konuşup yönlendirdiğim avukatla Yiğit’in çıkmasını sağlayın.” O an üzerime yağan kış bahara döndü. Fakat anlam veremediğim tek mesele vardı.
“Peki Ünal Bey’le Mahir Bey?”
“Mahir’in ipi çekildi, bütün mal varlığı bu tarafa geçti. Nedim’le konuşman işe yaradı.”
“Nasıl oldu?”
“Tırları imha eden kişi mi bize bunu soruyor?” Gülerek, “Mahir Bey’in görüntüleri de var?” dedim son anda anımsayarak. Zafer kazanmışçasına başını sallayıp, “Evet,” dedi. Rahatlamışçasına geri yaslanıp şükrümü dile getirdim. Dikeni varsaydığımız yolun güllerle bezendiğini görmem Allah’a şükürlerimi meydana getiriyordu. Yiğit çıkacaktı, hasret kaldıklarım yanı başımda olacaktı. Bana kızgındı ama beni anlayacaktı.
Efe paketi alıp odadan çıktı. O pakette Yiğit’in izin vermedikleri ve ses kaydı vardı, bunu bizim yapmamız kızdıracaktı onu biliyordum. Bu yüzden içeriye girmişti, beni bu işin içine sokmak istememişti ama ben artık bu hayata bulaşmıştım. Sen hep temiz kalacaksın demişti, bense kirlenmiştim. Ne kadar temiz bir hayat gibi gözükse de kıyılan canları gördükçe kendimi kirlenmiş gibi hissediyordum.
Beyaz papatya artık bataklıkta açmaya başlamıştı.
...
Efe, paketi Bahadır’a ulaştırmış, Bahadır ise Demir Bey’e vermişti. Pakette görüntüler ve birçok adres vardı. Aslında Nedim Bey meselesi olmasaydı iş uzayacaktı ve Muaz Bey başka yol çizmek istemişti. Benim çizdiğim yolun sonu birkaç gün erkene çekmişti kendini.
Şu an evde bir o yana bir bu yana dönüyordum. Ezgi, sabah Aysun Hanım’la konuşmuş Aysun Hanım anında beni aramıştı. Yiğit’in çıkmasına dakikalar kalmıştı. Cezaevinin önüne kalabalıktan ve tehlikeden ötürü gidememiştim. Daha doğrusu Muaz Bey bunu engellemişti. Sağa sola dönmem telefonumun sesiyle son buldu.
“Ezgi, güzel haber ver bana ne olur.”
“Geldi canım, gözümüz aydın.” Kalbim maratona çıkmıştı adeta. İçim içime sığmıyordu. Bir an önce onu görmek ve her şeyi konuşmak istiyordum.
“Tamam canım sağ ol. Çıkıyorum ben de şimdi evden.”
“Zeynep, gelmesen mi?” Duraksadım. Elimdeki ferace ile olduğum yerde kaldım. “Şu an çok sinirli. Kendini odaya kapattı, yarım saattir çıkmıyor. Bir de odadaki her şeyi kırıp döktü. Sonra gel. Bu sinirle seni üzerse pişman olacağını biliyorum.” Heyecanımın yerini burukluk aldı. Bana kızgındı, o kırdığı döktüğü ne varsa bana öfkesinden ötürüydü. Ama düzelmeliydi her şey. Bilmeliydi olanları.
“Geleceğim Ezgi, onunla konuşmam şart.”
“Şu an konuşmaz ki. Oradan çıktığından beri kimseyle konuşmadı, annesiyle bile…”
“Konuşmazsa dinler. Daha fazla bekleyemem.” Ne kadar canım yansa da çıktım evden. Heyecandan bacaklarım tutmuyordu, kalbimde kanatlanan kelebekler ise çok başkaydı. Yüzümdeki gülümsenin tarifi yoktu. Bana kızgındı, onu incitmemin nedeniyle belki de benden uzak kalacaktı ama beni dinleyecekti. Ondan nefret ettiğimi düşünürken onu sevdiğimi anlayacaktı.
Kapanan gözlerimin arasında anımsadığım yüzün tarifiydi bu heyecan, mavilerimin lacivertlerine hasret kalmasıydı. Onu çok özlemiştim. Özlem öyle bir histi ki tarifi dağarcıkta yarım kalıyordu. Ben, özleme Yiğit’i sığdırmıştım, dualarıma onu katmış onun için gözyaşı dökmüştüm. Şimdi üzüntüyle döktüğüm gözyaşıma mutluluk gözyaşını sığdırdım.
İç çekerek bir ‘Elhamdülillah’ dedim. Allah’ın imtihanından sual olmuyordu ve imtihanım çiçek açmıştı. Kaderimdekileri hiçbir zaman bilemezdim. Hüznüm de sevincim de Allah katındaydı. Karanlığa düşen Yusuf aleyhisselam gibi, ateşe itilen İbrahim aleyhisselam gibi, dermansız kalan Eyüp aleyhisselam gibiydi geçmişimin bana vaat ettikleri. Ve ateşe atılan hayatım, aslında bir bahar bahçeyi karşılamıştı. Allah istemişti, oldu. Allah, bize daha neler vaat edecekti bilmiyordum ama ben, sıkıntıya da, acıya da eyvallah demeyi öğrenmiştim.
Evin önüne geldiğimde beni nasıl bir manzara karşılayacaktı bilmiyordum. Sıkıntıyla kalbime giden elim heyecanı çoktan ardı sıra bıraktı. Yavaşça kapıya ulaştım.
“Allah’ım incinmeyelim.” Ettiğim duanın ardından kapıyı tıkladım, çok geçmeden kapı Ezgi tarafından açıldı. Yüzündeki ifadeyi anlıyordum. Buraya gelmemi istememişti ama ben gelmiştim. İsterse beni incitsindi, umurumda değildi. Onu biraz görsem rahatlayacaktım.
“O iyi mi?” İçeriye bakıp başını iki yana salladı. “Şu an gelmemeliydin. Çok öfkeli.” Dediklerinden ötürü kendimi tuhaf hissettim. İçeriye girdim, oldukça sakin olan evde kıyametin sessizliği hüküm sürüyordu sanki. Aysun Hanım, uzaktan bana bakıyor, Ezgi ise gitmemem için ısrar ediyordu. Ama yapacaktım, yüzleşmeliydik. Sanki bu sessizliğin müsebbibi bendim. Merdivenlerden çıktıkça sancıyan ruhumun en derinini hissettim. Bedbin tavrımı bir kenara atmalıydım, onu görecek ona sarılacaktım.
Kapı kulpunu yavaşça indirdim. Yerdeki bakışlarımı kaldırmamla onu gördüm akabinde dağınıklığı fark ettim. Bütün her şey yerle bir olmuştu. Kırılan cam parçaları ve bakışlarıma ilişen Yiğit’in kanlı eli gözlerimin dolmasını sağladı. Birkaç çerçevenin yerde parçalanmış oluşu bana ne kadar kızgın olduğunun kanıtıydı. Tek bir çerçeve canımı yaktı. Paramparça olan resmimizin üzerinde kan damlaları bu acının bir kanıtıydı. Karşımdaki adamın sırtı bana dönüktü, pencereden dışarıya bakıyordu. O dik duran bedenindeki yorgunluğu gördüm. Sertçe yutkundum, boğazımdaki acı his yutkunmamı zorlaştırıyordu. Onun bu hâli hicap duymamı sağlıyordu.
Yavaşça ilerlemem onun bana dönmesini sağladı. İşte o an mavilerim lacivertlerine kavuştu. Elindeki yarayı gördüğüm an içimdeki çığlık gözlerimin dolmasına neden oldu. Paramparçaydı eli, yüzünde ise darp izleri vardı. Çatılan kaşları ruhumu zedeleyip absorbe ediyordu. Bunu bana yapmamalıydı, beni suçlamamalıydı, buna dayanamazdım. Ben de hüküm yemiştim bunu bilmeliydi. Elim yüzüne ulaşacakken geri çekildi, daha fazla öfkelendi. Ona ulaşmama izin vermezken ondan uzak kalmaya da ben izin vermezdim. Dolan gözlerim yanaklarımı ıslattı.
“Ne işin var burada?” Sert çıkan sesini yok sayarak sessizliğimi bozdum. “Sana geldim.” Çehresindeki o yabancı ifadeyi istemiyordum. Bu, onun sevgisine mugayirdi. Benim sevgime ise bir zedeydi.
“Yalan konuşmayı bırak artık.” Bağırdığı an irkildim. Bu ondan çok uzak bir tavırdı, o bana bağırmazdı ki. Bana kıyamazdı! Adım attığım an, “Şimdi çık git,” diye karşılık verdi. Tekrar adım attığımda, “Sana git diyorum,” dedi. Oysa git demezdi bana, kovmazdı beni. Beni incitmekten aklı giden adam, bana kıyıyordu. Oysa ben, onun bendeki ümidine tutunmuştum. Başımı iki yana sallayıp, "Gidemem,” dedim. Elindeki kalemi kırıp fırlattı. Bakışlarım parçalanan kaleme yöneldi. Kendime çekildim o an. Kızgınlığı çoktu, hele ki bakışlarındaki o ithama ne tepki vereceğimi bilemedim. Kolumu hızla tutup çekiştirdi. Odadan çıkıp merdivenleri inmemiz dengemi korumamda zorluyordu. Sesimi duymuyordu sanki. Kendini dış dünyaya, özellikle bana kapatmıştı. Öfkesiyle hareket ediyordu.
Dış kapıyı açıp bedenimi sert olmayacak bir şekilde dışarıya itekledi. Tek kelam etmeden kapıyı kapattı. Kapıya koştum lakin yetişemedim.
“Beni dinlemelisin Yiğit.” Sesimi duysun diye bağırdım. Birkaç dakika süren bekleyişim korumanın uyarısı ile son buldu. Yiğit, korumalara emir vermiş beni kapının önünden uzaklaştırtmıştı. Fakat ben, durmayarak tekrar kapıya ulaşıp kapıyı yumrukladım. Ben, bunları hak etmiyordum, reva gördüklerine katlanamazdım.
...
Oturduğum kamelyadan Yiğit’i görünce kalktım. Beni gördüğü an arabasına ilerledi, koşarak yanına ulaşabildim. Önüne geçip, “Beni dinleyeceksin,” dedim. Tutumum netti. Yanımdan geçmek için hamle yapacakken elinden anahtarı alıp kolundan tuttuğu gibi diğer tarafa ilerledim. Onun benden kaçmasına müsaade edemezdim. Onu doğrularla yüzleştirmezsem bu sefer aramızda kocaman boşluk oluşacaktı.
“Derdin ne?” Kolunu elimden çekip arabaya binmemek için inat etti. Ama o bir inatsa ben iki inattım.
“Beni suçladığın ne varsa hepsini öğreneceksin. Şimdi bin arabaya!” Kapıyı açtım fakat binmemek için direndi. İri cüssesini sırtından itmek zorunda kaldım. “Ya ne inatçısın, binsene.” Homurdanıp arabaya bindi. Şoför koltuğuna bu sefer ben geçmiştim. Arabayı çalıştırıp hareket ettim. Bana bakmıyordu bense onun bu tutumunu şimdilik anlayışla karşılıyordum.
Yol boyunca hiç konuşmadık, daha doğrusu Yiğit yüzüme bile bakmıyordu. Sessizliği bozmak için radyoyu açtım. Kısa bir an önce radyoya sonra bana baktı. Ukalaca bir sırıtış atıp, “Sıkıcılığını bastırdım,” dedim. Sanki baştaki benim inadım ona geçmiş, onun ukalalığı bana geçmişti. Kaşlarını aralayıp tekrar pencereye döndü. “Dışarıda hava daha güzel değil mi?” dememle tekrar bana döndü. “Biraz zıt kutuplara zaafımız varda.” Nefesini soluyup, “Sabrımı mı sınıyorsun?” dedi. Otuz iki diş güldüm. “Yo, senin sabrın benim yanımda hep tükenik zaten,” deyip çıkan şarkıya eşlik ettim. Homurdanması ve ters bakış atmasından başka yaptığı bir şey yoktu. Bense bu hâlinden zevk alıyordum. Bana kızgınlığı çok uzun sürmeyecekti biliyordum.
“Yiğit, bana bunu yapma.” Uzun süren sessizlik beni çileden çıkarıyordu. Ne bir şey diyordu ne de kızıyordu. Bir şeyler desin istedim. İsterse öfkesini kussun üzerime ama benimle konuşsun istedim.
“Bunu bize sen yaptın.”
“Bile isteye yapmadım.” Bir an bile gözlerime bakmadı. Bana o kadar çok kızgındı ki konuşmak bile istemiyordu. Bunu daha ne kadar sürdürürdü bilmiyorum ama ben artık bazı şeyleri yavaştan almak istemiyordum. “Neden beni anlamaya çalışmıyorsun? Mecburdum ve bunun olması gerekiyordu.” Yine sustu ama ben onun yüzünde oluşan ifadeyi anlıyordum. Bağırmamak için kendini zor tutuyordu. “Yapmak istemedim ama herkesin canı söz konusuyken de kayıtsız kalamadım.”
“Zeynep, sus artık.”
“Beni dinlememek için çabalıyorsun farkında mısın?”
“Haklı olsaydın daha önce anlatırdın.” Hayal kırıklığıyla bezeli sesi canımı yakıyordu. Oysa bana inanmaması, beni dinlememesi beni hayal kırıklığına uğratıyordu.
“Ben bu hayata girerken de mecburdum o günde mecburdum. Sen bana anlattın mı her şeyi zamanında.” Bu sefer sakin kalamadım. Belki can sıkıcı gerçeklerdi bunlar ama konuşmasak olmazdı.
“İkisi de farklı şeyler.”
“Hayır, ikisi de aynı şeyler. Orada ne seni ne de ailemi kaybetmek istedim. Bunun için de kendimi suçlu göremem. Mecburdum. Bunu ister kabul et, istersen etme. Ama gerçekler bunlar.” Bu sefer bana baktı. Çatılan kaşları, bu gibi olan irisleri beni korkutmadı, bilakis bu durum beklediğim hamlelerdi.
Şirkete geldik. O, beni beklemeden kendi odasına geçti. Peşinden gittim. Onun gibi davranmayacaktım. Beni anlamasa da bu konu bugün halledilecekti. Elini pantolonunun cebine sokup büyük camekândan dışarıyı izlemeye başlaması beni görmezden geldiğinin göstergesiydi. Ben de ona ayak uydurup dakikalarca sessiz bir şekilde bekledim. Kızgın oluşu incitiyordu.
“Ben artık bu olanların bitmesini istiyorum.” Sesim yorgun çıktı. “Senden daha fazla uzak kalmak istemiyorum Yiğit.” Öfkeyle bana döndü ama umursamadım. Yanına gidip yüzümü göğsünün üzerine yasladım. Bedeni bir an gerildi. “Yiğit, seni özledim.” Kollarım bedenine sarıldı. Nefes alamadığını fark ettim. O da beni özlemişti işte. Geri çekilememesi bundandı. O, ne olursa olsun benim temasımla kendini geri çekemezdi. Burnunun başıma değdiğini fark etmem hafiften gülümsetti. Ama bu kısa sürdü. Oysa bana sarılması gerekirken geri çekildi. Bu sefer hiç şansım yoktu ona karşı. Başını iki yana sallayıp, “Sana bir şey diyeyim mi?” dedi. Diyeceklerinde ağır ithamlar vardı bunu anladım. “Senin beni teslim ettiğin yerde nefretinle avundum. Sen, bende hiç değildin, şimdi hangi sözüne inanayım Zeynep?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Dolan gözlerimi kaçırmam neyi ifade edecekse öyle gizledim kendime.
“Senden nefret etmiyorum.” Güldü, sanki gülüşündeki ölü hisle beni yerin dibine soktu. Bu zamana kadar beni hiç görememiş miydi? Şimdi neden inanmıyordu bana?
“Sen beni hiç sevmedin ki. Söylesene Zeynep, nefret ediyorum senden dediğin adama bir kere bile sevdiğini söyledin mi?” Sertçe yutkundum. Ben, bu sözleri hak etmiyordum, belki kızar demiştim ama bu kadar ağır konuşacağını zannetmiyordum. Şu an aramızdaki büyük bir uçuruma ikimizde meyil vermiştik. Cebinden çıkardığı telefonu bana gösterdiğinde ekrandaki resmi gördüm. O an yüzüme şaşkınlık hücum etti. “Bu,” dedim kendimi bile ifade edemeyeceğim anda. Telefonu geri çekip, “Neden seni bu olanlardan uzak tutmaya çalışıyorum gör,” deyince kaskatı kesilen bedenimle kıpırdayamadan Yiğit’i dinledim. “Ve sen beni oyuna getirenleri hayatımızın en mahremine koyuyorsun Zeynep.”
“Beni mi suçluyorsun? O adamın sana gönderdiği resmi kafanda tasarlamıyorsun değil mi?” Elini saçlarının arasından geçirdi. Nefesini sertçe soluyup odanın içinde dönmeye başladı. Gergin bedeni daha çok gerildi. Çekiştirdiği saçlarından elini çekip yumruk yaparak bacağının yanına vurdu.
“Seni suçladığım yok, sadece yaptıklarınla ben suçsuzum diyemezsin. Yapma Zeynep, yorgunum görmüyor musun? Artık taşıyamayacağım yükü sırtıma alamam. Seni korumam gereken yerde bana oyun oynuyorsun.” Dedikleriyle gözlerimden yaş aktı. Bunun böyle olmasını ben istemezken her şeyi bana yükleyemezdi. “Bu yüzden seni üzdüğümü bile bile o gece evliliğe zorladım.” Gözleri sımsıkı kapandı. Nefesi can yakıcı bir şekilde dudaklarının arasından çıktı. “Sırf o adamlarla yüzleşme diye.”
“Biliyorum, inan bana biliyorum. Ama sen de bana inan. Bu olanlar benim boyumu aşıyor.”
“Ben artık hiçbir şey bilmiyorum.”
“Bizden vaz mı geçiyorsun?” Cevap vermedi ama ben, anladım. Kaçırdığı gözlerindeki o derinliğe atmıştı beni, şimdi bir zemherinin eşiğindeydim. O ise yorgun bir zihne sahipti. Doğru düşünemiyordu, belki de gerçekten vazgeçmişti.
“Benim vazgeçtiklerimi sorgulayamazsın. Sen, beni anlayamazsın, en önemlisi de beni bıraktığın yerde sana gelmemi söyleyemezsin.” Yanıma biraz daha yaklaşıp parmağımı köprücük kemiğimin üstüne koyup, “Sen vazgeçtin bizden, ne maviler kaldı ne de bana sunduğun ışık,” deyip elini yavaşça indirdi. Camekânın olduğu yere geri gitti. Sırtında kalan bakışlarımı çektim. Köşedeki deri berjere oturdum. Dirseklerimi dizime yaslayıp yüzümü avuçladım. Diretmek boşunaydı, ben çabalasam da o anladığı kadarıyla bana yaklaşıyordu. Bir dal sigara alıp dudaklarına götürdü. İkimizde umutsuz vakaydık artık. Canım yanıyordu. Bu kadarı çok ağırdı.
Muaz Bey’in koridorda sesini duyduk akabinde kapıyı açıp yanımıza geldi. Gülümseyen yüzü bizi böyle görünce durağanlaştı. Nemlenen gözlerimi kaçırıp ayağa kalktım. Yiğit, hâlâ aynı yere bakıyordu. Sustukça içine atıyor bu hâlini dile getirmekten korkuyordu. Muaz Bey, Yiğit’in yanına gidip babacan tavrıyla elini Yiğit’in sırtına koydu.
“Zeynep’in suçu yok oğlum.” Tepki vermedi. Her ne olursa olsun beni suçlamaya devam edecekti. Oysa o bilmiyor muydu benim mecburiyetlerimi? “Her şeyi ben istedim, mecburdu.” Yine cevap vermedi. Elindeki sigarayı tablaya bastırıp Muaz Bey’e boş ifadeyle baktı. O an göz ucuyla bana baktı, hızla geri çekip, “Başardınız mı?” dedi. Durgun sesi bir o kadar öfke doluydu.
“Senin uzak tuttuklarını başardık.”
“Ben sana onu bu işin içine daha fazla sokma demiştim.” Öfkeli sesi Muaz Bey’in karşısında daha da gürleşti. Kemikli çehresi solgundu. Parmaklarıyla burun kemerini sıktı. Soluması göğsünü delip geçiyormuş gibi bir tavra büründü. “Başka kim biliyordu?”
Muaz Bey susunca kimin bildiğini anladı. Durdu, yumruk yaptığı elini yanlarına düşürüp öfkeyle odadan çıktı. Endişeyle Muaz Bey’e bakıp akabinde Yiğit’in peşinden koştum. Bu kadar hızlı gitmesi nefes nefese kalmama neden oldu. Köşedeki arabasına geçip ben daha yetişemeden arabayı çalıştırıp uzaklaştı. Tekerlek sesinin yolda bıraktığı ses hızının arasındaki öfkenin sesiydi aslında. Şirketin önünde peşinden bakakaldım. Çok fazla sinirlenmişti, şu an ne yapacaksa hiç iyi şeyler olmayacaktı biliyordum. Zaten bana ayrı kızgındı. Muaz Bey’e dönüp, “Nereye gitti sizce?” diye sordum. Bilmediğini belirtircesine ellerini iki yana açıp omuz silkti.
“Bırak da öfkesini çıkarsın. Şu an buna ihtiyacı var.” Köşedeki banklardan birine oturdum. O kadar yorgundum ki hiçbir şey yapasım gelmiyordu. Ellerimi birbirine dolayıp iç çektim. Muaz Bey, yanıma oturup karşıya bakarak, “Çok fazla yıprandın ama geçecek. Ben Yiğit’i ikna edeceğim,” deyip bana çevirdi bakışlarını. Cevap vermedim. Diyecek söz kalmamıştı artık. Ben de kırgındım, bu kırgınlığım herkese karşıydı. Yiğit, beni anlamıyordu. “Üzgünüm kızım, sana bu kadar yükü yüklediğimiz için üzgünüm.” Ben de ona bakıp, “Siz neden üzgünsünüz ki zaten zamanında yüklememişler mi bu yükü bana? Bakın, yüklenen yükte bile tek bir hatama anlayış gösterilmiyor. Alışkınım ben Muaz Bey. Üzülmeye, benim hakkımda emrivakilere, arkalarında bırakmaya alışkınım. Yine arkada bırakılan ben oldum, üstüne üstlük suçum yokken. Kimse beni anlamadı, şimdide anlamalarını ummuyorum.” deyip ayağa kalktım. “Siz de kendinizi suçlu hissederek yorulmayın. Sonuçta size de verilmiş bir görev bu.” Onu arkamda bırakıp yürümeye devam ettim. İçin için ağladım. Bu da yetmedi köşeye girdiğim ara sokakta kimse yokken bağırdım. Bu bağırış bir yılın acısının çığlığıydı. Diz üstü çöküp hıçkırarak ağladım. Kaç gündür tuttuğum gözyaşımın haykırışıydı. Kimseyi umursamadım, dakikalar geçti kalkmadım. Karardı gözlerim, direnen bedenimi kaldırıp yürümeye devam ettim. Adımlarımın yavaşlığı düşüncelerimdeki boşluğa atıyordu beni. Arkamda bıraktığım can kıyımlarıma kendimi koydum bu sefer, fakat bu kıyımı bu sefer Yiğit bana yapmıştı. Hiçbir suçum yokken, sırf bana yüklenen geçmiş için bu suçlamalar terk edilişten daha beter bir histi.
...
Tıkılıp kaldığım evden çıkıp hava almak istiyordum. Üzerimi giydikten sonra dolaptan alacaklarımı alıp evden çıktım. Dışarıdaki ses ilk defa bu kadar rahatsız etti. Elimle kulaklarımı kapatmak istedim bir an. Çantamdan kulaklığı çıkarıp kulağıma taktım. Müziği son ses açıp ilerledim. Arabaya binmek istemiyordum, bu yüzden yürümeyi tercih ettim. Bu sefer Yiğit’i düşünmek istemedim.
Dakikalarca yürüdüm, yanımdan gelip geçenlerin şen kahkahalarını gördüm. Arkamdaki korumaları saymazsak tek kalabilmenin verdiği rahatlık vardı üzerimde. Onlara da bir şey diyemiyordum, sonuçta emir alıyorlardı. Adımlarımı hızlandırdığım anda önümde iki araba durdu. Bu sürprizi elbette bekliyordum, bu yüzden birbirlerine silah çeken korumalarda takılı kalmadım. Şu sıralar takip edildiğimi anladığım için evden çıkmadan evvel Bahadır’a haber vermiştim. Çipteki konum özelliği sayesinde bana kolayca ulaşabileceklerinden dolayı rahattım. Eğer bildiklerimi bilselerdi ilk iş kolyeyi elimden almak olurdu. Ama onlara küçük bir sürpriz fena olmazdı.
“Bin arabaya.” Tanımadığım bir yüz pek de meraklandırmadı beni. Biliyordum kimler tarafından gönderildiklerini. Bana zarar veremezlerdi, buna cesaretleri yoktu. Bu yüzden bindim arabaya. Eğer binmezsem mahalleyi ayağa kaldırabilirlerdi. Uzun ve virajlı yolları bitirdim. Çok geçmeden tenha olan yer birçok adamlarla donandı. Arabadan inmemle beklediğim kişiler ortaya çıktı.
“Aldığın emanet nerede?” Ünal Bey’in konuşması arada kaldığı yeri öne sürdü. “Bilmem, size sormalı… Kutuyu sizce nereye koymuşumdur?” Kaşları öfkeyle çatıldı. Yanıma biraz daha yaklaşıp kolyeyi almaya çalıştı lakin izin vermedim.
“Bana kolyeyi ver, sen de kurtul.” Dudağımın kenarı kıvrıldı. Telefonunun çalması ile bakışlarını benden çekti. Açtığı telefonla görüştüğü kişi öfkesini yeniden meydana çıkardı. Telefonu kapatıp belinden çıkardığı silahı bana doğrulttu. Öne bir adım attım. Silahı alnıma dayayıp, “Sana bu işe polisi karıştırma demiştim,” dedi. Sıkı sıkıya tuttuğu kabzasıyla aslında ateşlememek için kendini tuttuğunu gösteriyordu. “Hiçbir şey yapamazsın.” Kaşlarını hayretle kaldırdı. “Sen korkak adamın tekisin.” Sesim buz gibiydi. Önceden olsa ne çok korkardım ama şimdi hiçbir şey hissetmiyordum. Zaten kaybedebileceğim bir canım kalmıştı. O da Allah’a emanetti.
“Korkak öyle mi?” Yüzüme inen sert darbe ile yere düştüm. Eğildi. “Korkak ama cani mi?” Yüzümü sertçe sıktı. Dudağımdaki sıcak sıvı parmağına bulaştı. Kolumdan tutup kaldırdı. Alnıma baskı uygulayıp cevap vermedi. Tetiği çekmesi gözlerinin karardığını gösteriyordu. Bir adım yan tarafa geçip görüş alanıma İrfan Soylu girdi. O an bütün silahlar üzerime doğrultuldu.
“Seni öldürürdük ama bu bir şey ifade etmeyecek.” Arkasındaki adama seslendi. Yanımıza gelen adama, “Konuşana kadar dediğimi yapın,” dediğinde endişeyle adama baktım. Adam koluma yapıştığı gibi bedenimi çekiştirdi. Birkaç adım atmamızın ardından ters istikametten bir ateş sesi geldi. Kendimi korumak için başımı kollarımın arasına aldığım an kenara çekildim. Betül’ün olduğunu görmem içimi rahatlattı. Geriye baktığım an Yiğit’i gördüm. Aynı şekilde silahı Ünal Bey’e doğrultmuş, hızlı adımlarla bu tarafa yaklaşmıştı.
“Ulan şerefsiz, kaç kere kopartacağım kafanı lan?” Sesindeki hiddet kasıp kavuruyordu. Ünal Bey, hiç geri kalmayıp, “Bir bitmediniz, şimdide karını mı yolluyorsun?” deyip bedenimi kolları arasına aldı. Silah tam alnımdaydı. Kendimi savunmasız hissettim ama çırpınmadım. Belki de korktuğum bir durum yoktu. Lakin Ünal Bey’in şakası yoktu.
“Onu bırak ondan sonra adamlık yap bana.” Ünal Bey’in kulağımı delip geçen kahkahası yüzümü buruşturdu. Bu sözler onun bir gram umurunda değildi. Öyle ki hoşuna bile gidiyordu.
“Ne o korktun mu Soydan?” Yiğit’teki bu sakinlik onu fazlasıyla korkutuyordu ama belli etmiyordu. Sadece onun damarına basmak istiyordu. Eline geçen bir koz varken de geri durmuyordu.
“Ben sen miyim puşt?” Bütün herkes buraya odaklanmıştı. Hepsinin elinde silah tetikte bekliyorlardı.
“Sözler değil silahlar konuşuyor Soydan. Konuşurken dikkat et bence.”
“Bence de ama ben senin kadar düşünmem biliyorsun.” Hiç beklemedi ve Ünal Bey’in sağ bacağına bir el ateş açtı. Ne olduğunu anlayamadığı anda kolları bedenimden uzaklaştı. Yiğit, hızla kolumdan çekip beni arkasına aldı. Bu sefer silahın kabzasını Ünal Bey’in yüzüne vurdu. Sert vuruşun ardından Ünal Bey yere yığıldı. Eğilip silahı bu sefer Ünal Bey’in çenesinin altına koydu. “Üçüncüde affetmem demiştim Kızılbaş,” deyip diğer bacağına da ateş açtı. İrkilerek geri çekildim ve bakışlarımı başka yöne çevirdim. Diğerleri korkudan hiçbir şey yapamıyordu. Eğer yaparsa onların iki katı olan korumalardan nasiplerini alacaklardı. Yiğit, ayağa kalkıp Ünal Bey’in tepesinde dikildi. “Ve üçüncü ateş seni ölmekten beter eder demiştim,” deyip tekrar bir ateş daha açtı. Bu sefer yarası daha ağırdı. Öldürmemişti ama büyük yara bırakmıştı. Ne yapacağımı bile bilmiyordum. Yiğit, bu sefer çok farklıydı. Şu an eskisi gibi değildi. Başka biri olmuştu sanki. Daha sert, daha acımasızdı.
Hiçbir şey olmamış gibi onu arkasında bırakıp yanıma geldi. Dirseğimden tuttuğu gibi çekiştirmesi bir an da ne yapmam gerektiğini ifadesizleştiriyordu. Sessizce itaat ediyordum. Beni arabaya bindirip kendisi şoför koltuğuna geçti. Yüzündeki keskin hatlar seğiriyordu. Elindeki silahı torpidoya koydu. O an polis arabasının siren seslerini duydum.
Sakin bir yere geldik. Yiğit, arabadan inince ben, oturduğum yerden kalkmadım bile. Arabanın kaputuna oturdu, bir süre karşıdaki denizin dalgalarını izledi. Benim arabadan çıkmamı bekliyordu ama ben, bu belirsizliğin içinde kıvranıp duruyordum. Yavaşça indim arabadan, rüzgâr çarptı tenime oradan teğet geçip üzerime bir ürperti serpti. Yanına geçmeden uçuruma ilerledim. Yükseklikten ötürü rüzgâr fazlasıyla esiyordu. Kollarımı birbirine dolayıp tepeden manzaranın güzelliğine baktım. Arkamda bıraktığım adama bakmamak için direniyordum fakat ona bakmak içinde can atıyordum.
Yanıma gelip ellerini kumaş pantolonunun cebine soktu. Sinirli gözükmesine rağmen hesap sormuyordu. Rüzgârda dağılan saçlarına takıldı gözüm. Bir tutam siyah perçemi alnını süslemişti.
“Ne tuhaf değil mi?” O an susmak istemedim, o da karşı çıkmadı. “Geldiğimiz yer şu uçurumdan farklı değil.”
“Bunu önümüze sunan hep sendin.” Beni suçlaması haksızlıktı. Her şeyin bir bedeli vardı ve bu bedeli ikimiz ödüyorduk. Olduğum yerden kıpraşıp bedenine döndüm. Başımı iki yana sallamamın verdiği hezimetle, “Hâlâ ikilemdesin,” dedim acı verici sözle. Sesim sonlara doğru güçsüzleşti. “Ve sen, canımı acıtmaktan hiç vazgeçmiyorsun.” Yanına doğru bir adım atıp parmağımı kalbinin üstüne bastırdım. “Asıl sen beni hiç anlamıyorsun.” Parmağıma bakıp tekrar bana döndü. Çehresinde duran o öfke belki de hiç silinmeyecekti.
“Neden söz dinlemedin?” Diğer konuyu açmak istemiyordu. “Sana tehlikenin olduğu söylendi neden inat ediyorsun? Sen onlarla başa çıkamazsın Zeynep.” Sormasa öfkesi gitmeyecekti. Ama ben, korktuklarımı yapmamak yerine doğruları yapıyordum. Korumacı tavrı beni anlamasını güçleştiriyordu. Bunu istemiyordum, beni biraz olsun anlasın istiyordum.
“Bilmiyorum.” Gözlerini kapattı ve soludu. “Bu, beni ilgilendirmiyor. Korkmuyorum onlardan.”
“Korkacaksın Zeynep. İki dakika daha geç kalsaydık ölebilirdin.”
“Tamam artık, düşünemedim.” Öfkesini dindirmek için elini tuttum. Biraz olsun beni dinlesin istedim ama o hızla elini çekti.
“Betül, Zeynep’i eve bırakın.” Bana arkasını döndü ve arabasına binip son bir kez bile bakmadan çekip gitti. Beni hiçbir zaman dinlemeyecekti. O an neyin içine düştüğümü bir kere daha anladım. Yine de diretmedim, gidişini izlediğim gibi gidişime sebepler sunmadım. Madem beni anlamıyordu, anlayana kadar susacaktım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.65k Okunma |
1.85k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |