
Hükmün verildiği yerde canlar yok sayılabiliyordu. Hiçbir acıma hissi taşınmıyordu vicdansız kalplerde. Suç suçsuzun bedeninde yargılanıyordu. Geride kalan ise zemine düşen kanın feryadıydı.
Bir ıssız yeryüzünün üstünde yatan birkaç beden sessizliğini koruyordu. Barut kokusunun gökyüzüyle birleşmesiydi yeryüzünde kanlar içinde yatan bedenlerin acısı. Ortamı acımasızca terk eden iki araç arkalarında cansız bedeni bırakmıştı. Ne gelen vardı ne geçen. Sanki hesaplanmış bir oyunun ucunda sallanıyorlardı. Büyük oyunun en büyük planı geçmişi değil geleceği diriltecekti.
Her şey bir anlık olmuşken etrafı dehşetle izleyen minik beden sessizliğini sürdürüyordu. Hareketleri kısıtlanmış, buz tutmuş bedeni büyük bir acının eşiğinde bir köşeye sinmişti. Ağlayamıyordu, bağırmak için ise sesini yitirmiş gibiydi. Kaskatı kesilmişken sanki sessizliğine yetişen arabalardı. Kolundan tutulup arabadan indirilmeden önce çocuk koltuğunda oturan kız kardeşine son kez baktı. Üzerini boyayan kan dikkatini çekti. O kan daha büyümemiş bedenine işlenmiş damgaydı sanki. Daha minicikti oysaki kardeşi. O minik eller yanlarına düşmüşken uzanıp o eli tutmak istedi fakat tutamadı, koparılmıştı kendisinden. Çığlık atmak istedi ama susturuldu. Gözlerinin önünden gitmeyen o görüntü onu susturmuştu. Ama susmayan tek bir kişi vardı, o da sessizliğinin arkasındaki çığlığı bilemişti öfkesine. Sedyeye yatırılan babası, annesi ve kardeşi onu bırakıp gitmişlerdi. Yapayalnızlığına ağlayamadı, elinden alınmıştı. Görevliler minik Yiğit’i arabaya götürdüler. O kadar soru sormalarına rağmen konuşmamıştı, sadece önünü izliyor, bir kez bile kırpışmayan gözünden yaşlar akmıyordu. Irgalandığı yerde bembeyaz kesilmiş, üşüyen bedenine kollarını dolamıştı. Şok geçiriyordu, gördüklerini hazmetmesi güçtü çünkü.
“Yiğit yavrum.” Eve ne zaman geldiklerini bilmeden karşısında endişeyle bakan Halime Hanım’a bir kez olsun bakmadı. Polis memurlarının Yiğit’i teslim etmesiyle geri döndüler. İçeriye giren Yiğit’in güçsüz bedeni Halime Hanım’ın kollarına yığıldı. Sessizliğinin arkasındaki çığlık artık kendini göstermişti. Her şey bu bayılmanın ardında başlamıştı. Sessizce bilenmişti öfkesi. Güçsüz bedeninin ardına bir canavarı yerleştirmişlerdi.
...
“Allah’ım,” diye inledi sessizce kadın. Bu eve yıllarını bahşeden kadın şimdi Sinan Bey’le Gizem’in ölümüne bir an sığdıramamıştı. Gözlerinden akan yaşla sessizce dışarıyı izleyen çocuğa baktı. O çocuk onun gözyaşına gözyaşı ekledi. Ağlamak istedi ama yapamadı, dişlediği dudaklarının arasından sessizce çıktı iniltiler. Telefonu kapatıp köşeye koydu. Şimdi ne diyecekti? Babanla kardeşin nasıl öldü derdi? Yanına gidip tam dibinde durdu. Sanki o da hissetmişti ama konuşmuyordu. İkisi de sustu. Koltuğun köşesine oturup elini uzattı Yiğit’in saçlarına. Dayanamayıp minik bedenini kolları arasına aldı. Sessizce ağladı. Bu çok acıydı, acının tarifini yapmak ilk defa zordu.
“Hadi mutfağa gidelim de bir şeyler ye oğlum.” Ağır çekimle başını çevirdi Yiğit. Lacivert gözlerinde duran o yoğun his bir türlü gitmiyordu. Bir şey demek yerine oturduğu yerden kalktı. Mutfağa geçecek zannetmişti Halime Hanım ama o merdivenlere yöneldi. Yaşından büyük hareketle davranması endişelendiriyordu artık Halime Hanım’ı. Sessizce takip etti minik adımları. Öyle içi acıyordu ki, karşısında yaralı bir çocuk olduğunu görmese hüngür hüngür ağlardı.
Hiç beklemediği bir şey yaptı Yiğit. Annesiyle babasının odasına gidip kocaman yatağa uzandı. Uzandığı yastığı kolları arasına alarak öylece durdu. Uyumuyordu, ağlamak istiyor ağlayamıyordu. Duvara bomboş bakan gözleri bir an kırpışmazken Halime Hanım korkuyla izledi Yiğit’i. Aynı şekilde oturdu yatağa. Titreyen elleriyle saçlarını okşadı.
“Uyu güzel yavrum. Bu karanlığın elbet sabahı olacaktır.”
...
“Doktor Hanım, Aysun Soydan’ın durumunu söylemeyecek misiniz artık?” Geniş çerçeveli gözlüğüyle karşısındaki adama baktı doktor. Yine aynı cevabı almış, riskin geçmesini beklemekten kafayı yiyecek hale gelmişti. Yanından geçip giden doktorun arkasından bakakaldı Kenan Bey. Diğer tarafta ise bekleyen Kemal Bey ve ailesinin yanına gitti. Neredeyse üç ay geçmişti kazanın üzerinden. Bu üç ayda uykusuzluk bir yana bütün endişeler ona yük olmuştu.
“Yiğit’in yanında kim bekliyor Kemal.” Kemal Bey Kenan Bey’e dönüp, “Halime Hanım yanında,” dedi. Usulca başını salladı. En son oraya gittiğinde Yiğit’i hiç iyi görmemişti. Ne yemek yiyordu ne de uyuyordu. Birçok pedagog götürmüştü ama hiçbiri işe yaramamış daha da kötü olmuştu.
Köşeye oturup başını dizlerine yasladığı ellerine götürdü. Cenazeden sonra şirketin birçok sorumluluğu büyük bir hal almıştı. En önemlisi de oluşan sorunlar Kenan Bey’in ulaşamadığı yerdeydi. Nedim Bey’in yapıklarını görmezden gelemiyordu.
Kendisine gelen telefonla kamburlaşmış sırtını düzeltti. Aynı anda Kemal Bey’inde telefonu çaldı. Tanınmayan numarayla bir süre karşısındaki sesi dinledi. İkisi de ayaklanınca anlamışlardı ne olduğunu. Kemal Bey eşi Meral Hanım’ı Yiğit’in yanına bırakarak Kenan Bey’e katıldı.
“İl dışına mı çıkıyoruz?” Kenan Bey ufak bir baş sallayıştan sonra, “Ankara’ya geçiyoruz,” dedi.
“Sen konuyu biliyorsun gibi duruyor Kenan.”
“Sinan birkaç ay önce üstü kapalı anlatmıştı, olayı çok fazla detaylı bilmiyorum.” Kemal Bey bu bilinmezliğin içinde, içine doğan sıkıntıyla, “Umarım çok can sıkıcı değildir dedi.
Birkaç saatlik yol Kemal Bey’in sorularıyla, gelen telefon görüşmeleriyle sonlandı. Kendilerini bekleyen arabaya geçtiler. İçini kaplayan huzursuzluk karşısındaki sivil görevlilerle birazda kaygıyı yükledi. Hiç kimse konuşmuyordu, bütün ciddiyetlik karşısındakilere baktıkça daha da artıyordu.
Büyük binanın önüne geldiler. Önden geçen görevlileri takip ettiler. Kapıda bekleyen güvenlikler kendisine epeyce heybetli göründü. Adım başı her yerde bir güvenlik vardı. O kadar çok korunuyordu ki burası kendisini olayın içine düşmüş bir zanlı gibi hissetti.
“Abimin başına gelenleri bana açıklayacak mısın artık?” Kemal Bey’in sessizce söylenmesi ile, “Anlatacağım,” dedi. Kemal Bey’in kaşları usulca çatıldı. Ters ters yanındaki adama bakıp, “Umarım büyük olay çıkmaz bugün,” dedi. Bir şey demedi Kenan Bey. Yanındaki adama şu an hiçbir şeyi izah edemezdi. Zaten geldikleri yer çok az bir süre sonra içeriye girenlerle açıklığa kavuşacaktı. İkisi de bir köşeye oturdu. Kemal Bey’in öfkeli tavrı daha da artıyordu. Dakika başı saate bakan Kenan Bey’den bir açıklama beklerken sessizliğiyle karşılaşması bedeninin gerdikçe gerdi. On dakika, yirmi dakika derken, kırk beş dakika sonra kapı yavaşça açıldı. İçeriye iri heybetiyle giren yabancı ikisinin de birbirine bakmasına neden oldu. İkisi de oturduğu yerden kalktı. Kemal Bey hâlâ neden istihbarat binasında olduklarını çözememişti.
“Hoş geldiniz.” Elini önce Kenan Bey’e ardından Kemal Bey’e uzattı. “Ben Muaz Türkoğlu,” deyip Kenan Bey’e baktı. “Sinan Bey anlatmıştır size.” Kenan Bey olumlu şekilde başını sallayıp, “Meseleyi açıklığa kavuşturacak mısınız?” diye sordu. Sabırsız hali iyice öfkesini nüksettiriyordu. Muaz Bey eliyle berjerleri gösterip, “Önce bir çay ikram edeyim size,” deyip hemen masanın arkasındaki sandalyeye oturdu. İkisi de yerlerine oturunca Muaz Bey’in çay siparişini beklediler.
Hepsi sanki çıkacak arbedenin farkındaydılar. Muaz Bey ellerini birbiriyle kavuşturup masanın üzerine koydu. Karşılıklı birbirlerine bakmaları Kenan Bey’i artık konuşmaya itekledi.
“Sinan’la vefatından önce konuşmuştuk ama sizinle görüşme imkânı olmadığını biliyordum.” Muaz Bey yarı tebessümle, “Siz konuştuktan birkaç gün sonra konuşup üzerinde ilerledik. Bu kadar erken olacağını bilmiyordum,” deyip yüzünü düşürdü. “O gün bana bu evrakı verdi.” Kenan Bey uzatılan evrakı alıp okudu. Birden değişen yüz ifadesiyle, “Zeynep?” dedi soru sorar gibi. “Kim bu?”
“Bu kazadan önce yine bir kaza geçirmiş. Kendisini kurtaran ailenin kızı.” Evrakı tekrar eline alıp, “Kimsenin bilmediği ama zamanı gelince ortaya çıkacağı bir mesele. Verdiği çip ve üzerine yaptığı mal varlığı çok önemli bir husus,” deyip kendilerine soru soran Kemal Bey’le sözünü kısa tuttu.
“Bana da anlatacak mısınız artık?” Söze Kenan Bey girdi. “Sinan’ın ölümünde Mahir’in de parmağı var.” Kemal Bey şok olmuş gözlerle Kenan Bey’e baktı. Bir an konuşamadı, kardeşi üzerinden bahisler açılıyordu fakat o bahis abisinin canı üzerindendi. Sertçe yutkundu, boğazındaki kuruluk yüzünün buruşmasına neden oldu.
“Bu olamaz,” dedi sessizce. Elini ensesine götürüp yerdeki bakışlarını kaldırdı. “Nasıl bu kadar eminsiniz?” Titreyen sesi dolan gözleriyle beraber canının bir kez daha yanmasına neden oldu. Daha abisinin acısı dinmezken kardeşinin bu yaptıklarına nasıl katlanabilirdi?
“Para hırsı...” Duyduğu cevapla usulca gözlerini kapattı. “Peki nasıl olmuş, ne yapmış Mahir?” dedi hiçbir şeyden habersiz acısıyla.
“Nedim Bey ve Kızılbaş’la iş birliği yapmış. Önlerini kesen arabaya nereye gideceklerini o söylemiş.” Kemal Bey yeni bir darbeyle omuzlarını düşürdü. Sanki dünyası başına yıkılmış, altında kalakalmıştı. Şimdi tuttuğu gözyaşını artık serbest bırakmıştı. Elindeki bardak sıktığı için tuzla buz olurken duyduklarına nasıl sığacaktı bilmiyordu. Muaz Bey hızla köşeden uzun bir peçete koparıp yanına gitti.
“İyi misiniz?”
“İyiyim ben, siz devam edin.” Yerine geçip tekrar konuya döndüler. Kemal Bey’in bilmediklerine karşın konuşmaları epey zor oluyordu fakat konuşmak mecburiyetindeydiler.
“Ne olacak peki, zamanı ne zaman Muaz Bey?” Muaz Bey önce tedirgin oldu fakat şu an konunun uzaması pek doğru olmazdı.
“Sinan Bey’e yardım eden aileyi o ilk kazada takip eden Ünal Bey’in adamlarından biri görmüş. Hatta Mehmet Bilgin yani Zeynep’in dedesinin bu adamlarla bir bağı varmış. Çekilen resimler Ünal Bey’e gönderilince asıl mesele orada başlamış. Çünkü bu mesele uyuşturucudan çıkıp organ mafyasına kadar ulaşmış çünkü Mehmet Bey’in bu adamlara birçok borcu varmış.”
“Ne borcu ki bu, bildiğim kadar tefecilik onların işi değil.”
“Zamanında büyük bir tır kaçırmış.” Gözleri irileşerek baktı Kenan Bey. “Peki neden almıyorsunuz?”
“Delilleri toplayamadık, bu da işimizi zorlaştırıyor.” Bir şey demediler. Muaz Bey evrakların yedeğini Kenan Bey’e verip çipi kasadan alarak iade etti.
“Bunu iyi saklamanızı istiyorum.”
“Bunu o kıza nasıl güvenip vereceğiz Muaz Bey.” Muaz Bey asıl meseleyi söylemek için sıkkınca öne eğildi. “Zeynep’le Yiğit’i evlendirerek.”
...
Tehlike çanları çoktan Yiğit için çalmıştı. Önce babasını kaybedişi ardından aylarca uyanmayan annesinin özlemi onun bu sessizliğine daha çok karışmıştı. 10 ay olmuştu Aysun Hanım’ın o komaya girişinin üzerinde. Hiçbir tepki vermeyişi, Yiğit’in iyi haber duymayı istemesi kadar zordu. Gelip gidenler, pedagoglar her gün bu evdeydi. Hiçbirinde tepki vermiyor, üzerine her gün biraz daha kötüye gidiyordu. Her gece uykusundan ağlayarak uyanıyor, kimse onu teselli etmiyordu çünkü o sessizce acısını yaşıyordu. Konuşma yetisi neredeyse elinden alınmıştı. Gördüklerini hazmetmesi güçtü. Kardeşinin o bedeni onun konuşamamasında en büyük etkendi.
Yine bir gün pencere kenarında otururken Mahir Bey’in gelişi onun büyük başlangıcı olmuştu. Mahir Bey ona annesine gideceğini söyleyip evden çıkarmış, kendisi hakkında hiçbir bilgisi olmayan Halime Hanım’a kısa açıklama yapmışlardı. Amcası diyerek güvenmeleri aslında onunda işine geliyordu.
Saatlerce gittiler, Yiğit etrafı izliyor bir yandan bütün bilinmezliğine rağmen sessiz kalıyordu. Büyük bir binanın önünde indiler. Sessizce amcasının ardında yürürken hiçte beklemediği bir durumla karşı karşıyaydı Yiğit. İçeriye girdiler, devasa büyüklükteki evde kendilerini karşılayan kişi Nedim Bey’di. Karşısındaki adamı ilk defa gören Yiğit sadece adamı tanımaya çalıştı ama tanıyamamıştı.
“Hoş geldin küçük Soydan,” diyen Nedim Bey’in sesinde oluk oluk nefret akıyordu. Karşısındaki torunuydu ama o onu bile bir düşman olarak görebiliyordu. İçini kaplayan kin hareketlerine yansıyordu ve bu da Yiğit’i bir hayli rahatsız ediyordu. “Onu oraya götür.” Mahir Bey denileni yaptı ve onu onun için özel hazırlanan odaya götürdü.
“Bir müddet burada kalacaksın Yiğit, tamam mı?” Yiğit’in bakışları etrafta gezindi, oda o kadar büyüktü ki bir an bu gösterişte kendini kaybetmişti. Yine sustu, kabul etme adına hiçbir tepki vermedi ama Mahir Bey onu arkasında bırakarak bir yanlışı çoktan ön plana çıkarmıştı. Pencere kenarına geçip bahçeye bakmak istedi ama penceredeki korumalıklar görüş alanını oldukça kapatmıştı.
Minik bedeni bir an ürperdi, içindeki ses sessizliğini bozmasını istiyordu ama o görüntüler gözlerinin önünde her saniye yeniden canlanıyordu. Ölümü görmüştü o, babasının son kez sesini, kardeşinin kana boyanmış oyuncak bebeğini... Canlandıkça o görüntü gözleri doluyordu ama ağlayamıyordu. Güçsüzdü çünkü, gücü elinden alınmıştı. Yatağın ucuna ruhsuz bedenini çökertti. Minik elleri bacaklarının arasına sığarken olduğu yerde ırgalandı. Gözleri bir noktadaydı hep, bu yüzden içeriye giren Nedim Bey’i bile fark edememişti. Odayı inceledi. Köşede duran serum askısı ve hemen dibinde sedye yatak vardı. Çocuk odasından ziyade daha çok hastane odası gibiydi.
Nedim Bey’de yatağın ucuna oturup Yiğit’e baktı. Dudağı hafiften kıvrılınca acımasız yanı gün yüzüne çıktı.
“Baban öldü gitti bak ben varım artık.” Bu sefer tepkisiz kalamadı, öfkeyle Nedim Bey’e baktı. Solgun yüzü öfkeden kızardı. “Bakma öyle evlat,” dedi Nedim Bey. “Babanın neler çevirdiğinden haberdar olsan bana hak verirsin.” Kendi yönüne çekmekti niyeti, önce Sinan Bey’i kötülemesi ardından ağına düşürmesi şu an gözüne muazzam gözüküyordu. Ayağa kalktı ve tam dibine oturdu, başlangıç için iyi gidiyordu.
“Bak bana, ben senin dedenim. Sen sahipsiz değilsin.” Aslında amacı aidiyetlik değildi, bunu Yiğit dahi anlamıştı. Karşısında kendine bakan gözler kendini büyük bir çukura çekiyor gibiydi. Hayatı bu adamın eline geçirilmiş gibi hissediyordu. Korkuyordu karşısında kendine tuhaf bakan adamdan. Ama minik bedeni bu korkuyla bile savaşacak kadar güçlü değildi, bu yüzden sustu ve tekrar önüne döndü.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.65k Okunma |
1.85k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |