
Önümdeki sepete hazırladığım erzakları ve yemekleri koydum. Bir yandan saate bakıyor bir yandan da hızlı olmam gerektiği için o yana bu yana koşuşturuyordum. Mutfak kapısından giren Yiğit’e kaydı bakışım. Oldukça rahat giyinmişti bugün. Vizon rengi bir pantolonun üzerine mavi renkli bir gömlek, gömleğin üzerine gömleğin yakasını hafif kapatacak şekilde bir lacivert kazak giyinmişti. Gömleğinin ucunu kazak kolunun üzerine gelecek şekilde katlayarak geri sıvamıştı, gömleğinin bel kısmını pantolonunun üzerine çıkarmıştı. Siyah saçları özenle taranırken, kolunda babasına ait olan saat vardı. Ona hayran kalmamak imkânsızdı, o kadar yakışıklı duruyordu ki gözlerimi çekemiyordum bile.
“Hım, yakışıklı olmamdan bu kadar hoşlanmalı mıyım?” Birden, “Hı,” kelimesi çıktı dudaklarımdan. Dudağı kıvrıldı, o an jeton yeni düşecek ki, gözlerimi kısıp, “Yo,” dedim. “Çokta yakışıklı olduğunu düşünmüyorum.”
‘Yalan konuşmayı bari becer Zeynep.’ İç sesime son verip önümdeki işe döndüm. Yiğit arka tarafıma geçip ellerini tezgâha yasladı. Sırtım göğsüyle bütünleşince dudaklarımı kulağıma yaklaştırdı.
“Ama senin güzelliğin üzerine yalan konuşamayacağım.” Nefesim kesildi, oysa şu an benimle zıtlaşması gerekiyordu. Başımı yan tarafıma çevirince burnum burnuna değdi. Nefeslerimizin haddi hesabı yoktu zaten, dudaklarımız birbirine yakınken kalbimin dengesi nasıl şaşmazdı ki!
“Bak bu konuda haklısın.” Bu sefer benim dudaklarım kıvrıldı. O değil ben zıtlaşıyordum. Tek kaşı havaya kalktı ve yüzüne benim gibi sinsi bir gülüş bıraktı.
“Mütevazısın.”
“Hep öyleyimdir.” Bedenini bedenime daha fazla yaklaştırınca tezgaha daha fazla sıkıştım. Kollarımı boynuna dolamam beklediği bir durum değildi, bu yüzden onu şaşırtacak hamleler yapıyordum.
“Pikniği iptal mi etsek?”
“Olur, sonuçta seni arayacaklar.”
“Zeynep, kaşınıyorsun.” Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Yüz ifadesine bakarsam gerçekten damarına basıyordum. Birazdan gerçekten pikniği iptal edebilirdi. Duyduğum sesin verdiği kaçış ile, “Kapı,” dedim ama o sanki ben demeden önce duymamış gibi yavaşça geri çekildi. “Kapı,” dedi dişlerinin arasından, kıkırdadım. İçeriye kavga ede ede giren Efe ve Serkan’a baktık, ardından ise Ezgi girdi. Kaşlarım aralandı, bir an karşımda iki koca çocuk vardı.
“Derdiniz ne yine?” Efe Serkan’a homurdanmayı bırakıp, “Sonra anlatırım,” deyip ters ters Serkan’a baktı. Tuhaf oldum, ne kadar ciddi olduklarını ben dahi Yiğit’te anladı. Ezgi’ye kaş göz işareti yapıp gerekli eşyaları aldıktan sonra çıktık. Aralarındaki husumeti merak etsem de şimdilik sormadım. Birkaç dakika sonra gülüşerek çıktılar, cidden dengesizdi bunlar. Yiğit diğer malzemeleri koyunca herkes arabasına geçti.
“İçeride savaş çıkacak zannederken tam tersiyle karşılaşmam normal mi?” Hem gülüyor hem konuşuyordum. Yiğit gözlerini karşıdan çekmeyerek, “İşin içinde bizim herifler varsa çokta şaşırmamak gerek," deyip benim gibi güldü. Haklıydı.
“Tam olarak siz ne zamandan beri tanışıyorsunuz?” Merak ettiğim soruya geldik. Bana kısa bir an bakıp tekrar önüne döndü.
“Serkan’la 13 yaşından beri, Efe’yle daha öncesinden. Tam yaş olarak hatırlamıyorum ama çok küçüktük. Babalarımız arkadaştı sonrasında Efe’nin ailesini de bir trafik kazasında kaybettik.”
“Ya,” dedim yüzüm düşerken. O kadar hayat dolu biriydi ki geçmişte ne yaşadığı beni hiç düşündürmemişti. “Üzüldüm.” Yiğit elimi tutup kendine çekti, bir yandan el frenini ayarlıyordu.
“Nasıl oldu ki?”
“Memleketlerine giderken, diğer şeritten gelen aracın hızı kazaya neden oldu.” Anladığımı belirtircesine başımı salladım. Piknik alanına geldiğimizi yeni fark ettim. Annemler bizden önce gelmişti bile. Arabadan inerek yanlarına gittim.
“Ne zaman geldiniz?” Annem örtüleri sererken Büşra sepettekileri çıkarıyordu.
“On beş dakika oldu diyen Yusuf’a baktım. O da ızgaralık etleri ayarlıyordu. Yiğit bizim hazırladığımız sepeti diğer sepetlerin yanına koyunca ben de onları ayarladım.
“Biz zaten birçok şey ayarlamıştık kızım, sen niye zahmet ettin.” Anneme uzaktan öpücük atıp, "Kalabalığız Leyla Sultan, hem daha çok enerji sarf edeceğiz bugün,” deyip köşedeki topu gösterdim. Annem bu halime başını sallayıp güldü.
“Ben de kıskana kıskana izleyeyim sizi.”
“Sen mercimeğimizi korumakla mükellefsin yengeciğim.” Burnunu kırıştırıp hızlı hızlı başını salladı. Bu hali tıpkı oyuna alınmayan bir çocuğu anımsatıyordu. Tam dibime oturan Yiğit sadece beni dinlerken son anda yeni fark edişimle etraftakilere bakma gereği duydum, şu an kimsenin göz hapsinde değildik çok şükür.
“Ne yapıyorsun?” Fısıltıyla söylenmem Yiğit’in hoşuna gidecekken dirseğini kırıp geriye yaslandı. “Hiç,” dedi parmağıyla yüzümü okşarken. Gözlerim irileşti, şayet babam bizi görseydi utancımdan yerin dibine girerdim fakat bu Yiğit’in umurunda bile değildi.
“Nasıl hiç, şu an beni zor duruma sokuyorsun.” Dudakları ihtişamla kıvrıldı.
“Karımı sevmekte mi suç!” Benim fısıltımın aksine normal konuşuyordu ve dediğim gibi babamla göz göze gelmiştim bile. Geri çekilip, “Aferin sana,” dedim gözlerimle babamı işaret ederek. Güldü, öyle rahattı ki buna ben ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Babam bizi görmezden gelerek Efe’yle konuşuyordu, daha doğrusu Efe ne anlatıyorsa babam gülüyordu.
“Seninki yine coşmuş.” Ekmeğin ucunu koparıp bana yedirdiğinde o tarafı pek taktığı söylenemezdi. “Baban birazdan kaçmak için yer arar,” deyip bu sefer kopardığı ekmeği kendi ağzına koydu. O, o kadar rahatken ben biraz gerilmiştim. Annemin de işi bitince Yusuf etleri ızgaraya koydu, Efe ise semaver yakmakla meşguldü. Ezgi Efe’ye, “Pişt,” diyerek biraz önceki görüntünün aksine homurdanmasıyla dalga geçiyordu. “Yapamıyorsan söyle de, yapabilen biri uğraşsın.” Efe elindeki odunu tehditkâr hareketle Ezgi’ye uzatıp, “İstersen gel yak,” dedi. Ezgi Efe’nin zıtlaşmayacağını anlayınca yanına gidip kolunu Efe’nin omzuna attı. İkisinin ne yapacağını merak ederek izliyordum.
“Beceriksiz,” deyip elindeki odunu aldı. Bu sefer rahat durmayarak tam Serkan’a çağıracaktı ki, hızla odunu alıp, “Görürsün şimdi nasıl yakıyorum,” deyip kendini Ezgi’nin kolundan kurtardı. Bu hallerine gülmekten yüzüm acımıştı. Dakikalar geçti yakamadı, Bahadır geldi vermedi. En sonunda yakmıştı ama durumu çokta iyi gözükmüyordu. Eli yüzü simsiyah olmuş, bir yandan öksürüyordu. Ben dâhil herkes bu haline kahkaha atarken Efe ters ters bize baktı.
“Savaş feci bitti herhalde kardeşim!” Serkan’ın laf atışı karşısında Efe’nin odun atışı tam isabet edip Serkan’ın sırtıyla bütünleşti. “Kötek tatlıdır derler kardeşim.”
“Hedefini şaşırtmıyorsun aferin sana.” Efe elini çırpıp, “Şaşırtmam,” dedi. “Söz konusu sensen tam isabet ettiririm bilirsin.” Serkan yumruğunu Efe’nin koluna vurup, “Senin isabet ettirdiğin yerde gül biter gülüm,” deyip meydana çıkan güreşçiler gibi Efe’nin kafasını eğip karşılık verdi.
“Çekil lan zevzek.” Serkan rahat durmayarak köşedeki suyu Efe’nin yüzüne serpti. “Biraz yıkanda kendine gel.” Efe homurdana homurdana köşeye gidip elini yüzünü yıkadı. Pişen etler, demlenen çayın ardından herkes yerine kuruldu. Efe’nin sık sık güldürücü hikâyeler anlatması, Serkan’ın Efe’nin kafasına vurup, “Bir sus oğlum artık,” demesi soframızdaki gülünç anlardan biriydi.
“Yedi yirmi dört konuşur bu adam.” Ezgi’nin laf atması ile Serkan onaylayıp başını sallayarak, “Onu biz hiç susmuyor desek daha doğru olur,” dedi. Hepsi birden Efe’nin üzerine gelince, “Çünkü en eğlenceliniz benim, hadi itiraf edin,” deyip ağzına üzüm tıktı. Durumdan ödün vermiyordu hiç.
“Biz ona zevzek diyelim.” Bu sefer üzümü Efe’nin ağzına kendisi tıkıp, “Çok ye az konuş kardeşim,” deyip bıyık altından güldü. Efe’nin iri cüssesi Serkan’a öyle bir döndü ki, birazdan kavga edecekleri gibi sertti. Serkan iki elini havaya kaldırıp, “Sustum, tamam,” deyip önündeki yemeğe döndü. İkisi de gülüştü, dengesizliklerine bazen anlam veremiyordum. Yiğit zaten hiç oralı değildi.
“Hadi çok konuşmayın da yemeği yiyip sizi bir yakalım.”
“Yanan çok varda biz yansak da mühim değil.” Sırıtarak Yiğit’i gösterdi. Sofra başında bile eli ayağı durmadığı için bütün ilgiyi üzerine toplamıştı bile. Oralı olmayan Yiğit Efe’ye sertçe bakınca ben de farklı bir tepki veremedim. Zaten utancımdan bir hal olmuştum şimdi babama inat eder gibi konuşması daha fazla utandırmıştı.
“Ben seni yakacağım,” dedi başını sallayarak. Efe gülüşünü zor durdurup önüne döndü. Yemekler yendikten sonra etrafı toparladık. Hâlâ çay içenler vardı. Bazılarımız ise yakar topu için grupları ayırırken bense onları izliyordum. Grubun başı tabii ki Efe ve Ezgi’ydi. Yiğit’le karşıt gruplar seçilince Yiğit bunu kabul etmeyip beni kendi grubuna zorla aldı.
“Hayda, siz iş birlik yapın diye mi uğraşıyoruz kardeşim.” Yiğit topu hiç ıskalamadan Efe’nin kafasına fırlatınca Efe bir an sendeledi ama tez toparladı. “Öldürme niyetindesin sanırım,” deyip huysuzlanınca Yiğit ciddiyetle, “Kalın kafan seni korur,” deyip bir an güldü.
“Sen gülme.” Bana bakıp homurdanmasına karşın kaşlarım aralandı. Susarak başımı salladım, birden neden bana karşı tepki verdiğini anlamadım. Yiğit, Bahadır ve Serkan aynı gruptayken Efe, Ezgi ve Yusuf aynı gruptaydı. Bense onları izlemeyi tercih ettim. Oyun ilerledi, ilerledikçe kızıştı. Efe Serkan’a, Serkan Efe’ye büyük hamlelerde bulunuyordu. “Yusuf, hadi koçum kurban sende.” Yusuf Efe’ye ayak uydurup topu öyle bir fırlattı ki, Serkan’ın nevri şaştı. Dakikalarca olduğu yerde dururken Efe Yusuf’a yaklaşıp elini açınca ellerini çarptılar. Serkan’ın kendine gelmesi ve diğer grubun ortaya gelmesi oyunun kızıştığı yerin koptuğu yerdi. Atılan hamle ile Efe yine darp almış bu sefer oyunu yakar toptan çıkarıp büyük muharebeye çevirmişlerdi.
“Efe, Serkan, bir daha uyarmayacağım sizi.” Yiğit’in sabrı taşarken birbirlerine karşı böyle olmalarına sebep aradım ama birden iyi olmaları sebebi yok etti. Birbirlerini böyle sevmeleri oldukça şaşırtıcıydı.
“Ezgi, hile yapıyorsun.” Buradan laf atınca topu kolunun altına koyup bana ters ters baktı. Kıkırdadım. Bahadır’a atmadığı için diğer rakibe pusu kurmuştu.
“Sen karışma hem, bence git çay iç.” Omuz silkip, “Gözüm üzerinde,” dedim. O an kızararak Bahadır’a baktı. Bahadır’ın zaten sabrı falan kalmamıştı. Onları izlerken yanıma bir bardak çayla Büşra geldi. O da benim gibi ağaca sırtını dayayıp oynayanları izledi. Karnı iyice büyümüştü. Karnını sevip, “Oy,” deyip heyecan yaptım. “Zor geçiyor mu?”
“Kramplarım çok, bir de çok acıkıyorum tabii,” deyip güldü.
“Az kaldı az, sonra severiz.” Çayımdan bir yudum alıp, “Hem çok kiloda almamışsın ye yiyebildiğin kadar,” dediğimde Büşra’nın yemekten kaçtığı yoktu zaten.
“Onu bir de miniğe sor, gece gece canın kebap çekmesine kadar gittik artık.”
“Ağzının tadını şimdiden biliyor.” Gülüp, “Ya ne demezsin,” diyerek ayaklandı. Muharebe bitecek ki ben de yanlarına gittim. Efe’yle Serkan soluk soluğa kalmışlardı.
“Savaştan sağ çıkabilmişsiniz.” Hallerine güldüm. Serkan eğdiği sırtını dikleştirip, “Başlatanlar utansın," deyince ben dâhil herkes güldü. Efe ağacın dibine çökünce artık enerjilerinin tükendiğini anladım. Annem tepsiyle yanlarına gelip, “Çay içinde kendinize gelin çocuklar,” dedi.
“Hay Allah razı olsun Leyla ablacım.” Efe çayın birini alıp hızlıca içmeye başladı. Annemin de bizden farkı yoktu. Onları gülerek izleyip, “Afiyet olsun oğlum,” dedikten sonra babamın yanına gitti. Tepsideki çayları alıp bir köşeye çekildiler.
“Yenge hayrına şu keklerden kaldıysa getirsene.” Yiğit Efe’nin ensesine vurup, “Kalk kendin al lan,” deyince Efe Yiğit’e kötü kötü bakıp kalkacaktı ama durdurdum.
“Getiririm ben.” Yiğit beni engelleyip, “Gitsin kendisi alsın,” deyip tekrar dibine çekti.
“Şuna bak ya, tam bir hanımcı olmuş,” Yiğit köşeden taş alınca koşar adım uzaklaştı. Efe bu sefer annemle iyi anlaşacak ki, annemle aralarında ne geçtiyse annem Efe’nin her sözüyle gülüyordu. Bu sefer çayını orada içiyordu. Bağdaş kurup tam annemin karşısında oturuyordu. Şu an Efe’nin bir çocuk gibi dolu ağızla annemi güldürmesi beni bile güldürdü. Ne konuşuyorlarsa annem bile uzun uzun onunla konuşuyordu. Bir süre izledim ikisini. Sanırım bu piknik hepimize iyi gelmişti.
...
“Yorgunluktan ölüyorum.” Sepeti masanın üzerine koyup salona yöneldim. Yiğit benden önce oturmuştu bile. Aynı koltuğa oturup bacaklarımı bacaklarının üzerine koydum. Yavaşça bacaklarıma masaj yapıp, “İyi mi böyle?” dedi. Biraz daha geriye yaslanarak, “Hem de çok iyi,” dedim. O an gözlerim kapanacak ki yorgunluğumun özeti olmalıydı. Gözlerimi açtığımda başucumda seslenen Yiğit'i görmem gülümsetti.
“Namazın geçiyor.” Başımı dışarıya çevirerek dediği tasdiklendi. Başımı sallayarak üzerimdeki sersemliği atıp banyoya ilerledim. Kısa müddet muslukla bakıştım, soğuk suyla cebelleşmem uzun sürmeden abdestimi alıp odaya geri döndüm. Yiğit odada yoktu, ben de namazımı kılıp odadan çıktım. Aşağıdaki kokulara doğru ilerlediğimde mutfaktaki Halime ablaya selam verip hemen sandalyeye oturdum. Kerahatte uyumamın sersemliğini hâlâ atamadım üzerimden.
“Ne oldu, bir halsiz genesin.” Başımı sol tarafıma eğip elimle destek verdim.
“Akşama yakın uyudum onun halsizliği sanırım abla.” Bardaklara çay doldurup karşımdaki sandalyeye oturdu. Önüme çektiğim çayın soğumasını beklerken bir yandan da kendime gelmeye çalışıyordum.
“İstersen bitki çayı yapayım, kendine gelirsin.”
“Yok abla sağ ol, geçer birazdan.” O vakitlerde uyumak huyum olmadığı için bünyem alışkın değildi. Yavaşça çayımdan yudum alıp, “Sen sanki biraz durgunsun gibi,” diye sormam yüzünün düşmesine neden oldu. Biraz daha meraklanınca dirseklerimi masaya dayadım.
“Önemli bir şey değil, sen bana bakma.” Ciddi olmaya çalışarak, “Nasıl umursamam abla, bir sıkıntın var işte. Saklama benden,” dedim. Halime abla önce etrafa bakıp ardından bana döndü.
“Benim oğlanın birkaç sıkıntısı var, onları hallediyoruz.”
“Önemli olmalı.”
“Evlilik meseleleri, bir kızı sevmiş ama o da sanırım ailesini ikna edemiyormuş. Kaç gündür onunla uğraşıyoruz. Yanlış bir şey yapsın istemiyoruz.” Başımı sallayıp, “Bizim yapabileceğimiz bir şey varsa söyle abla,” deyip elini tuttum.
“Yok canım, biz de bir şey yapamıyoruz ya.” Konuyu uzatmak istemeyecek ki karşımdan kalktı. İşine geri dönerken aslında hiçte iyi olduğu söylenemezdi. Yaptıklarını sessizce izledim. Sıkıntılı ifadesi yaptığı işlere yansıyordu hatta kırılan bardağa üzgün üzgün baktı. Aklı oğlundaydı, sonuçta kaç aydır birbirlerini görmemiş olmanın özlemi vardı. Üzerine gitmeden mutfaktan çıktım. Merdivenlerden inen Yiğit’e, “Neredeydin?” diye sordum.
“Ben de seni aradım, yanıma gelirsin diye düşündüm.”
“Çalışma odasında mıydın?” Başını sallayıp koltuklara ilerledi. Ben de mutfağa dönüp bardaklara çay doldurup yanına gittim. Bardakları sehpaya koyunca beni kolu altına aldı.
“Sakin bir akşam.” Başımı omzuna yaslayarak, “Bugün yorulmuşuz,” dedim.
“Yine uyumada.” Gülümsedi. Buna karşın ben de aynı şekilde gülümseyip, “Uykumu almışım,” diyerek aklıma gelenle gülümsedim. Yukarıda ilk defa uyuyakaldığımda namaza Yiğit kaldırmıştı. İçimi hoş bir his kapladı ama dile dökemedim. Gidip yanaklarından öptüm. Şaşkınlıkla bana bakıp, “Ne oldu,” dedi hoş bir üslupla. Omuz silkip, “Hiç,” dedim. Tek kaşını kaldırıp, “Hiç?” dedi. Sorgulayıcıydı. Yine de açıklama yapmadım. Zaten kendisine gelen telefonla da başka diyaloğumuz olmadı. Karşıyı dinledikten sonra, “Tamam,” dedi.
“Ne oldu?”
“Şirkete geçmem gerekiyor mavi.”
“Ben de geleyim.” İçime sinmeyen durumdan ötürü ayaklandım. “Bu sefer tek gideceğim,” deyince kabul etmeyip, “Evde kalıp ne yapacağım ki, geleyim işte,” deyip ondan önce merdivenlere yöneldim. Tam ağzını açıp konuşacakken, “İtiraz kabul etmiyorum,” dedim. Kocaman gülümseyip, “Hem Efe’nin dediklerini unutma,” deyip uzaktan öpücük attım.
“Fakat bu kışkırtma oluyor.” Omuz silktim. Odaya çıkıp hazırlandık. Oldukça seri oluşum Yiğit’ten kaynaklanıyordu. O kadar hızlıydı ki ona ayak uydurmam gerektiğini düşündüm. Zaten amacım onu yalnız bırakmamaktı, artık tek başına bir şeylerle mücadele etsin istemiyordum.
Arabaya binene kadar sessizdik. Ara sıra bakıyordum ama hiçbir şey demiyor, bir tepki vermiyordu. Dirseğini kapıya yaslamış, elleri saçlarının arasında geziniyordu. Böyle bile havalı olması acımasızcaydı.
“Anlatacak mısın?”
“Yeraltından çıkanları törpülemek gerektiğini söyledi kuşlar.”
“Nedim Bey’in talimatı mıymış?” Başını olumlu şekilde salladı. “İki çocuk ölü bulunmuş.” Soludu. “Aşırı doz.” Sesindeki sıkıntı ve duyduklarım yüreğimi sızlattı.
“Uyuşturucu mu?” Bu sefer başını olumsuz şekilde salladı.
“Deney olarak kullanmış çocukları. Ölümsüzlük hayalleri ölümlerini öne sürüyor da haberleri yok.” Öfkeyle konuşunca bir an ben de öfkelendim. Bu kadarı acımasızcaydı. İçine girdiğim hayattan önceden hiç haberim yoktu. Oysa ne kötülükler dönüyormuş, ne çok insanlar ölüyormuş yeni yeni görüyordum. Haberleri dinlediğimizde gerçekten bu kadar kötü insanlar var mı derken şimdi bu düşüncemi onaylamam çaresizlikti. Engel olunmuyordu, onların başı alınsa sonu bitmeyecekti biliyordum.
Şirkete geldiğimizde ilk işimiz toplantı odasına girmek oldu. Herkes buradaydı, sadece bir iki kişi tanımıyordum. Hepsi kısa bir an bana baktı. Şu an burada olmam onları şaşırtsa da madem bu işin içindeydim, her an ne olduğunu bilmek istiyordum.
“Çocukların babaları bu işin içindeymiş.” Konuşan Serkan oldu. “Daha beş yaşındaki beden babasının kurbanı oluyor ve biz buna nasıl ilahi adalet diyebiliriz onu bile bilmiyoruz.” Morali oldukça bozuktu. Ben dâhil herkes o çocuklara üzülmüştü. Sebepleri babaları olması ayrı bir üzüntü vericiydi.
“Çocuklar gözdağı, asıl amaçları üniversite öğrencilerine ulaşım sağlamak. Kendi yanlarına çekip çoğunu yurtdışına gönderip büyük bir muharebe çıkarmaları. Bu yüzden ilk başlangıçları sleepersler.” Serkan Yiğit’i dinlerken Kenan Bey, “Speedleri ise daha ciddi iş için kullanacaklar o halde,” diye devam ettirdi. Yiğit Kenan Bey’i onaylayıp, “O saldırganlıkların en büyük rolü speedler. Başka türlü ortaya meze atılmaz biliyorsun,” deyip önündeki dosyaya geri döndü.
“Kimyasal ürünler üretmeleri boşuna değil.” Muaz Bey’in sessizliği bozuldu. “Okullara konmuş birkaç tane, büroda açığa çıktı.”
“Nedim’in evi arandı mı?” Yiğit başka konuya geçince Serkan, “Arandı,” dedi. “Biraz zorluk çıkarttılar ama Demir işi halletmiş.” Saatler sonra Yiğit’in yüzü ilk defa güldü.
“O speedleri şerefsize sokmak gerekiyor da yatsın kalksın bildiklerine dua etsin.” Serkan keyifle güldü. Ben konudan o kadar bağımsızdım ki dediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Boş boş onları dinleyip bazen o kelimelerin anlamlarını Yiğit’ten öğreniyordum. Uyuşturucunun envaı çeşidi ve verdikleri zararlar beni dehşete düşürüyordu.
“İstersen çıkabiliriz.” Betül’ün sunduğu teklifle bu sefer gerçekten buradan çıkmak istedim. “Tamam,” deyip ayaklandım. Bana bakan Yiğit’e, “Sıkıldım, senin odaya geçiyorum,” deyip vedalaştıktan sonra odadan çıktım. Biraz önce kafam kazana dönüşürken Betül hızlı bir şekilde kahve alıp geri yanıma geldi.
“Allah razı olsun ya, buna çok ihtiyacım vardı.” Güldü. Büyük zevkle kahvemi yudumladım. İçerideki konuşmalar epey uzun sürdü. Betül kendisine gelen emirle yanımdan ayrıldı. Ben de kocaman camekânın karşısındaki deri koltuğa oturup dışarıyı izliyordum. Kocaman binalar, olduğum koca şirketin bir devamı gibiydi. Öyle kocaman bir dünyaydı ki şu an olduğum yer, bu kocaman dünyada kendimi ufacık hissettim. Tuhaf bir haldeydim. Biraz önceki dinlediklerim, kirli dünyanın ise hayatımda bu kadar yer edinmesi içimi sızlattı. İki küçük çocuğun ölümünden bahsettiklerinde gözlerim doldu. Bu kadar kötülük ne içindi sahi? Bu düzen ne zamana kadar devam edecekti ki?
Omuzlarımda hissettiğim elle irkildim. Yiğit arkadan bana doğru eğilip dirseklerini koltuğun başına yasladı. Yüzü yüzüme yakındı. Tebessüm ettim.
“Sıkıldın mı?” Yanağımı öpüp tekrar karşıya döndü.
“Biraz ama bu gece işin bittiyse benimle ilgilenebilirsin.”
“Hay hay, emrinize amadeyim prenses.” Gülümseyip, “Şirinlik mi yapıyorsun?” dedim.
“Sanırım fıtratımı bozuyorsun.” Ayaklandım. Dediklerine karşın, “Biliyorum,” dedim.
“Demek öyle.” Belimden tutup kendine çekti. “Bunu fırsata çevirirsem karışmam.”
“Sen her halimi fırsata çeviriyorsun beyefendi, şaşırmıyorum bu duruma.” Başını omzuna eğdi. Yanağımı sevip, “Çünkü güzelliğine kapılıyorum,” diyerek kalbimi okşadı. Öyle güzel bakıyor, öyle güzel gülüyordu ki buna ben bile kapılıyordum. Yüzümü avucuna yasladım, yüzünü seyretmemin eşsiz duygusunu tattım.
“Gözlerin dünyam.” Öptü gözkapaklarımdan. Alnı alnıma yaslandı, bu sefer ulaştı yanağıma. “Tenin bir ihtiyaçmış meğer.” Sürttü burnunu tenimde, soludu bir müddet. Oradan öptü dudağımın kenarından. Kapandı gözlerim, meğerse şifa dudaklarındaydı. Ne ara bu noktaya geldiğimizi bilemedim ama sorgulamadım. Çünkü bu nefsimin en uç noktasıydı. Sevdiği anda tenimi sevdi tenim bu hissi.
“Bana yaşattıkların çok farklı maviş, ben ilk sende tattım bunu.” Nefesi yüzümde gezindi.
“Şikâyetçi misin yoksa?” Güldüğünü anlayabiliyordum. Kapandı gözleri ve değdirdi burnunu boyun girintime. “Kapanan gözlerime bile seni sığdırmam şikâyet mi sence?” Geri çekildi. “Fakat seni özlediği gerçek.”
“Asıl sen bana ne yaşatıyorsun?” Arsız bir gülüşle, “Seni etkiliyorum,” dedi. Omzundan vurarak, “Mütevazılıkta üstüne yok,” dedim. Tek kaşı kalktı. “Yakışıklıyım diye inkâr edecek değilim.” Bu hali bazen beni cidden güldürüyordu. Evet etkileniyordum, evet çok yakışıklıydı ama ben de biraz oralı olmadım. Onu gıcık etme adına, “Çokta yükselme bence,” dedim. “Yakışıklı görmesek inanacağım.” Kaşları bir an çatıldı. Şu an onu kışkırtıyordum. Ama biraz kışkırtsam sorun olmazdı, hoşuma da gidiyordu aslında.
“Kimmiş o yakışıklı?” Sert sesiyle gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Aslında dediğimle hiç alakam yoktu hatta Yiğit’e karşı pekte kışkırtıcı olamıyordum. Konuşacakken parmaklarını dudağıma bastırdı. Şu an gerçekçi olmadığımı görmeliydi. “Bu konuyu kapatalım mı?” Gerçekten kızmıştı hatta buna tahammül edemiyordu.
“Neden?” Az değildim ben de.
“Dudaklarının arasından çıkacak kelimelere bir başkası sığmamalı.” Yanımdan gidecekken kolundan tutup durdurdum. Yanına yaklaşıp, “Sığmaz,” dedim bu sefer ciddiyetle. “Çünkü gözüm senden başkasını görmez.” Kaşları düzeldi, güzel gülüşü yine bendeydi. Dibine yaklaşıp gömleğinin yakalarından tutup kendime çektim. Öptüm.
“Sadece sen Yiğit, başkaları görmeyi reddettiklerim.” Gözleri parladı. Parmaklarım siyah tutamlarında gezindi. “Anlıyorsun değil mi?” Birkaç saniye baktıktan sonra başını salladı. Aramızdaki yakınlaşmayı kapı sesi böldü. İçeriye giren Kenan Bey’le biraz uzağa gittim. Kenan Bey Yiğit’e yaklaşıp, “Haber ulaşmış,” deyince Yiğit keyifle gülüp, “Yakında görüşme var desene,” dedi. Kenan Bey’de keyifle başını salladı. Babacan tavrıyla Yiğit’in kolunu sıvazlayıp, “Seni yine sahâlâ rda görmek güzel,” deyince bir şey demedi Yiğit, o an bakışlarımız kesişti göz kırptı.
“Gençlerin durumu ne?”
“Yurda yerleştirdiler, biraz tedavi görmeleri gerekiyor sadece.” Bu sefer Kenan Bey’e baktım. Bilmediklerimi duyduğum için o da bana bakıp sonra Yiğit’e döndü. Kendini suçlu gibi hissetmişti ama Yiğit’in, “Sorun yok,” demesi rahatlattı. Bana açıklama yapmak için bekledim.
“O verilen uyuşturuculardan alanlar. Çok şükür erken anladık da onları oradan kurtardık.”
“Peki ne olacak?” Masasının başına geçti. Oturup sıkkınca geri yaslandı.
“Yetişemeyeceğiz kadar çok gence bulaşmışlar. Elimizden gelenin daha fazlasını yapmamız gerekiyor.” Ben de tam karşısındaki deri sandalyeye oturdum.
“İstihbarata çalışmıyorum demiştin ama Muaz Bey’le anlaşma yaparken neden istihbaratta çalıştığını söylemedin?” Günlerce aklıma takılan soruyu sormuştum artık, çünkü bu işte en büyük etken Muaz Bey’di.
“Her an her yerde çakal olduğunu biliyorsun Zeynep. Hâlâ da toplantı dışında onun nereye çalıştığından bahsedilmiyor. O günün gelmesini bekledim söylemek için ama sen zaten o gün öğrendin.” Başımı sallamakla iktifa ettim. Bir an yüzüm düştü. Çok fazla bilmediklerim vardı. Kenan Bey odadan çıkınca Yiğit yanıma geldi. Ellerini omzuma koyup eğildi.
“O güzel yüzünü düşürme mavi. İnan bana senin üzülmeyeceğin kadar her şeyi hesaplayarak anlatıyorum sana.” Gülümseyip, “Biliyorum,” dedim. Biliyor muydum gerçekten! Yoksa bu bir kaçış mıydı benim için?
...
Önüme koyulan çay bardağında takılı kaldı gözüm. Gece saat 03.20 idi. Sahilde oturuyorduk ve Yiğit çayı nereden bulmuştu bilmiyordum. Sorgulamadan bardağı avuçlarımın arasına aldım. Rüzgâr biraz daha artmıştı. Denizden bakışlarımı çekip Yiğit’e döndüm. Rüzgârda dağılan saçları dikkatime girdi uzanıp saçlarını düzelttim. Elimi geri çekecekken bileğimi aniden tuttu.
“Sen şöyle gelsene bir.” Sözünü dinleyip ayaklandım. Bileğimi hâlâ bırakmamıştı. Tam dibine oturdum. Kolunu omzumdan aşağı attı. Beni kendine çektiğinde dip dibe aynı manzarayı izliyorduk. Başını başımın üstüne yaslayınca bir an sessizleştik. Kapanan gözlerimle beraber dudaklarım huzurla kıvrıldı.
“Oo gençler manzaranız daim olsun.” Bahadır’ı görmem şaşırttı. Yan tarafımızda durduğu için ona dönmek zorunda kaldık, o da tam karşımıza geçmişti.
“Sağ ol da, nereden?” Konuşan ben oldum.
“Aslında seni aradım ama açmadın, Muaz Bey’i aradığımda çıktığını sahile geleceğinizi söyledi.” Yiğit’e hitaben konuştu. Yiğit telefona bakıp, “Sessizde kalmış,” deyince Bahadır bir şey demeden karşımıza oturdu. Bir mesele var gibi duruyordu. Bir an içim sıkıldı. Duyacaklarımın korkusuyla Bahadır’a bakmayı sürdürdüm.
“Demir’le görüştüm ama o seninle konuşmamı benden istedi.” Yiğit sorgularcasına Bahadır’a bakmaya devam etti. Oldukça sakin oluşu beni geriyordu. Bahadır devam etti.
“Nedim Bey’e ulaşmak için Ünal Kızılbaş’ın dosyalarına ulaşmanı istiyor.”
“Kendisi neden gelip konuşmadı.”
“Şu an şehir dışında, gelince bizzat görüşecek seninle.” Yiğit elini elimden çekip öne eğildi. Kollarını masaya dayayıp, “O dosyalar zaten ben de,” deyince Bahadır şaşırdı.
“Neden daha önce söylemedin?”
“Onu Muaz abiye sor, neden dosyaları saklamış.” Bilendi öfkesi. Muaz Bey’in ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum bile. “Ya da onun hesabınca daha zamanı gelmedi. Ki doğru düşünmüş çünkü benden alırken bende zamanının geldiğini düşünmüyordum.” Bahadır’ın bir şey diyememesi yetkisiz oluşundandı. Demir Bey’in Muaz Bey’den bu kadar uzak oluşu şaşırttı. İkisi da çarşıdaki aynı hesapken neden birbirlerinden bağımsızdı anlamıyordum.
“Çay söyleyeyim.” Bahadır ayağa kalkıp, “Yok, emniyete geçiyorum. Size afiyet olsun,” deyip son kez Yiğit’e baktı. “Başka zaman sözün olsun.”
“Hay hay, görüşürüz yine.” Veda ederek yanımızdan ayrıldı. Bahadır’ın peşinde takılı kalan gözlerimi Yiğit’e çevirdim. Durgun ifadeyle çayını içiyordu. Benden kaçıyordu, gözleri gözlerime değse her şeyi anlatacaktı biliyordum. Benden o kadar çok sakladıkları vardı ki, bazen onları bilmemek yoruyordu.
“Muaz Bey’in amacı ne?” Yavaşça çevirdi başını. İfadesinde yıllar vardı, o yılların verdiği sorumluluk vardı ama benden kaçmadı.
“Beni kızıştırması.”
“Ne?” dedim başımı hafiften çevirip göz ucuyla bakarken. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Bir soludu, gökyüzünün hissi olsa şimşekler çakardı.
“Son yaptıklarından sonra mesafe koymuştum. Beni görevimi daha iyi yapmam için kızıştırıyor.”
“Sen zaten elinden geleni yapıyorsun.”
“Kendi planları doğrultusunda istiyor ama ben ona olan kızgınlığımdan ötürü mesafeli çalışıyordum.” Sesi durgundu. Bir an kendimi suçlu hissettim. Bu mesafe benim yüzümdendi. Başımı eğip kucağımda birleştirdiğim elime baktım. Sıkıntıyla oynadığım elimi tutup, “Sen olmasan çoğu şeyi başaramazdık mavi,” deyip ellerimi dudaklarına götürdü. Sırf iyi hissetmem için bunları söylüyordu ve ben inanmış gibi yapmaya devam ettim. Bazen cevap vermemek en doğru olanıydı.
“Gidelim mi artık, üşüdüm.” Başını ağır ağır salladı. Oturduğumuz yerden kalkıp arabaya geçtik. Yine sessizleştik, bu anı gerçekten seviyordum. Daha düzgün düşünmemi sağlıyordu.
Eve geldik, pijamalarımızı giyip yatağa girdik. Ne o konuşuyordu ne de ben. Bana fırsat verdiğini biliyordum, ben de ona fırsat verdim. Ona daha fazla soru sormam benim üzüleceğimin göstergesiydi çünkü beni üstü kapalı cevaplayacaktı.
Kolumdan tutup kendine çekti. Başım göğsünün üzerine yer alınca hiçbir şeyi umursamadım. Kokusuna karışan ruhum dinginleşti. Yorulan bedenim teninde dinlendi.
...
“Yukarıya mı götürüyorsun abla tepsiyi?” Halime abla çaydanlığı ocağa koyup, “Efe oğlum istedi, uzun sürecekmiş sanırım görüşme,” deyince tepsiyi tezgâhtan ondan önce aldım. “Ben götürürüm,” dediğimde itiraz etmeden önüne döndü. Merdivenleri dikkatle çıkıp odaya yöneldiğimde seslerini şimdiden duyabiliyordum. İçeriye girer girmez kocaman gözlerle olduğum yerde durdum. Yiğit Muaz Bey’in yakasına yapışmış vaziyette sert bir dille konuşuyordu.
“Sana karışmayacaksın dedim...” Biraz daha konuşacaktı ama beni fark edince susmak zorunda kaldı. Geri çekilip arkasına döndü. Öfkeli olduğu sıktığı ellerinden, bana arkası dönük oluşundan belliydi. Ürkek adımlarım odaya ilerleyince sadece onu görmek istedim ama bana dönmedi. Tepsiyi sehpaya koymam, odadan çıkmam sadece bir dakika sürdü.
Bütün moralim bozuldu. Yiğit’in öfkeli oluşu bu gece odaya hiç gelmeyeceğini gösteriyordu. Zaten saatte epey ilerlemişti. Balkona çıkıp sıkıntılı şekilde soludum. Bahçedeki sesler dikkatimi çekince biraz daha yaklaştım. Önde Muaz Bey arkada Serkan arabaya binip uzaklaştılar. Efe’de çok geçmeden arabasına binip uzaklaştı. Görüşmenin iyi gitmediği ortadaydı zaten Yiğit’te uzun zaman geçmesine rağmen odaya gelmemişti. Odadan çıkarak yanına gittim. Kapıyı açtığım an onu gördüm. Masa başında düşünceli şekilde önündeki dosyayla bakışıyordu. Elindeki kalemi parmağıyla sağa sola çeviriyordu. Beni fark ettiği an başını kaldırdı. Yorgun yüzü ihtişamla parladı. Gülümsememle sanki o an yorgunluğunu almışım gibi ifadesini değiştirdi.
Karşısına geçip tam önünde dikeldim. Yükseğine düştüğüm için başını kaldırmak zorunda kaldı.
“Yorulmadın mı artık? Biraz dinlen. Hem ben gelmesem bu gece yine gelmeyecektin değil mi?” Uzanıp bileğimden tuttu. Beni masanın etrafında döndürüp kendi tarafına çekti. Hızlı çekmesine karşın kucağına düştüm.
“Yorgunluğumu alırsın diye düşünüyorum.”
“Hım.” Kaşlarım kalkınca, “Ne hım?” diye söylendi. Bu haline kıkırdadım. Parmaklarımı yeni çıkmış sakallarında gezdirirken hiç boş durmayıp parmak uçlarımdan öptü. Köşedeki ceketi arkama koyup beni geri yasladı. Sırtım ceketinden ötürü acımadığı gibi şu an olduğum yer fazlasıyla rahattı. Uzanıp tokamı saçlarımdan çıkardı. Uzun saçlarıma geçirdiği parmaklarıyla karışıklığı yok edip usulca her bir telini okşadı.
“Çoktan aldın bile.”
“Neyi?” Geç düşen jetonla ukalaca sırıttı. Yavaş usul saçlarımı okşarken diğer yandan dalgın dalgın yüzümü seyrediyordu. Başımı omzuna yaslayıp sessizliğine ortak oldum. Aklım hep biraz önceki ana gidiyordu. Birbirleriyle neden böyle düşman gibi olmuşlardı bilmiyordum.
“Yiğit,” dedim uysal bir şekilde. Hâlâ saçlarımla oynadığı için hafiften uykum gelmişti. Kucağına pusmuş olmam ise biraz daha etki etmişti. “Hı,” dedi sessiz ve sakince. Stresten ötürü gömleğinin yakasıyla oynadım.
“Biraz önce ne oldu? Muaz Bey’le aran epey kötüleşmiş.” Cevap vermedi. Başımı kaldıracakken, “Orada dur,” deyip kalkmamı engelledi. Anlatmadı, belki de anlatmayacaktı. “Yiğit,” dedim yeniden. Yine aynı karşılığı verdi. “Uykumu getirdin.” Yerinden kıpraştı ve beni kucağına biraz daha yaydı. Dikleşen sırtıyla beraber çok geçmeden ayağa kalktı.
“Taşıma aracılığı iş başında diyorsun yani.” Gülümseyip bana baktı. Yüzümdeki o gülümseyişim durgunlaştı. Gülümsüyordu ama morali bozuk olduğu belliydi. Ondan kaçarak başımı göğsüne tekrar yasladım. Şu an keyifli olmam gerekirken gergin kolların arasında oluşumun hissiyatı vardı. Konuşmadığı gibi beni de derin bir sessizliğe bürüdü. Sanki yok olacakmışız gibi, beni yine yalnızlığıma bırakacakmış gibi bendeki yakınlığında bile uzaklık sezdim.
Yatak odasına gelişimiz, beni yatağa bırakışı hep bir durgunluk içeriyordu. Alnımdan öptü, son kez, “Seni seviyorum,” deyip odadan çıktı. O gece arkasından kalan bakışlarım kendi kabuğuna çekildi. Uyuyamadım, bütün gece dönüp durdum. Yanına gidemiyordum. Sabah ezanını duyunca bütün gece uykusuzlukla savaşmamın çöküklüğünü yaşadım. Namaz kıldım, bol bol dua ettim. Uyuyamayacağımı anlayınca odadan çıktım. Bu sefer yanına gitmeyecektim, onu kendiyle baş başa bırakmam en doğru olanıydı. Zaten bana hiçbir şey anlatmazken ona yalvaramazdım. Üzülüyordum buna, beni hayatına dâhil edememiş oluşu inciticiydi. Aşağıya inerek bahçeye geçtim. İçimdeki kasvet bütün enerjimi alıyordu.
Salıncağa oturarak bacaklarımı kendime çektim. Hafif hafif ırgalandım. Güneşin doğuşu tam karşımdaydı. Normalde olsa mutlulukla karşılardım gün doğumunu ama şimdi hiçbir şey hissetmiyordum. Başımı kaldırdığımda onu gördüm. O beni fark etmemişti. Yan profili gözüküyordu. Düşünceli duruyor, sıkkınca parmaklarını alnında gezdiriyordu. Beni fark etti, bir süre birbirimizle bakıştık. Sonra çekti bakışlarını, arda kalan bakışlarım boşlukta sallandı. Oturdum, baktım, kendimi sakin bir zamana bıraktım. Saatlerce oturuşumu anladığımda Halime ablanın sesiyle kendime geldim.
“Canım kahvaltıya gelecek misin?” Başımı dizlerimden kaldırıp Halime ablaya baktım. Bir şey söylemeden sadece başımı salladım. Ayağa kalkmamla bütün eklemlerim acıdı. Saate baktığımda gözlerim irileşti. Saat 10:00’dı. Burada bu kadar durabilmem şaşırtıcıydı. Kalkarak mutfağa yöneldim. Halime ablanın tepsiye dizdiği bardaklara çayı doldurdum. Salona geçtiğimde Ezgi’yi gördüm. Burada oluşu hatta yanıma gelmeyişiyle dikkatlice ona bakma gereği duydum.
“Hoş geldin.” Bana baktı, yüzünde belli belirsiz hüzün vardı. Gülümsemeye çalıştı ama pekte inandırıcı olmadı.
“Hoş buldum,” dedi. Göz kırpıp, “Hayırdır, sen önce gelip benim kafama atlardın,” desem de şaka yapmaktan bir an vazgeçtim. Morali hiç iyi gözükmüyordu.
“Bilmem, biraz halsizim sanırım. Senin gelmeni bekledim.”
“İyi misin?” Gözleri doldu ama bana çok açılmak istemedi.
“İyiyim,” dedi kırılgan bir sesle. Meseleyi birazcık anlamam üzerine gitmekten beni alıkoydu. Başımı salladım sadece, ona soru sormak yerine, “Ben Yiğit’i çağırayım,” dedim.
“Yiğit’in gittiğini görmedin mi?” Duraksadım. Bir an aptallaştığımı hissettim. Bugün çarşambaydı ve hafta sonu zannetmem saçmalığına kapıldım. Boğazıma oturan yumruyla yutkunmam epey zorlaştı. En azından bana çıktığını söylemesini isterdim.
“Evet, unutmuşum. Dalgınlık var üzerimde.” Sesim hayli az çıktı. Seri adımlarla mutfağa yöneldim. Elimdeki tepsi sertçe tezgahla buluştu. Sinirdendi bu, Yiğit’in benden kaçmasındandı. Nefesimi soluyup salona yöneldim ama bütün iştahım gitmişti bile.
“Size afiyet olsun Ezgi, müsaade ederseniz işlerim var.” Ezgi’de tıpkı benim gibi üzerime gelmedi. Yukarı çıkmamla telefonu almam bir oldu ama ekranla bakışmam daha da uzun sürdü. Aramaktan vazgeçtim. Yatağa uzanınca kapım açıldı. Ezgi yavaş adımlarla yanıma gelip yatağın ucuna oturdu. Ona yandan bakış atıp, “Sence gidip bir tane yumruk atsam kendine gelir mi?” deyip onun gibi yatağa bağdaş kurdum. Bu halime kıkırdadı. Bacağına çimdik atıp, “Gülme,” dedim. Dudağına yalandan fermuar çekip, “Emredersiniz komutanım,” dedi gülerek. Kaşlarımı çattım. “Hiç komik değil.” Umursamayarak yerinden kalktı. Odayı gezelerken komodinin önünde durdu.
“Bu resmi ben çekmiştim dimi?” Heyecanla bana döndüğünde elindeki resme baktım. Yusuf’un düğününde bizi çektiği fotoğraftan bahsediyordu. İkimizde elimizi önde bağlayıp birbirimize baktığımız fotoğraftı.
“Evet,” dedim sırtımı yatak başlığına dayayarak. Çerçeveyi yerine koyarak diğer fotoğraflara bakmaya devam etti. Bense elimdeki telefona bakıp bakıp duruyordum.
…
Sabahtan bu yana Ezgi’yle Halime ablaya yardım etmiştik. Büyük temizlik için her ne kadar çalışan olsa da Halime abla mutfağa dokundurtmamış, içeriye biz hariç kimseyi almamıştı. Ben de zaten kendi odamıza sokturtmamıştım. Çalışanlar işlerini bitirince derin bir nefes aldık. Ben bu işi sevmiyordum, ki ev bu kadar büyük olmasa buna bile gerek duymazdım. Yine de Halime ablaya kıyamıyordum. Belinden ve bacağından sorunlu olduğu için mutfağı bile onun gözü önünde biz temizledik. Düzenim karışıyor diye dokundurtmadığı eşyaları onun düzeninde hallettik.
“Şu temizlik kokusuna bayılıyorum. Üstüne bir kahve içeriz değil mi?” Halime ablayla Ezgi’yi onaylayınca dört fincan Türk kahvesi yapıp akabinde Betül’ü içeriye çağırmıştı. Onunla da şu sıralar görüşemiyorduk. Yoğunluk olsun üzerimizdeki karabasanlar bizi güncel hayatımızdan soyutluyordu.
“Aysun yengemde olmalıydı şu an.”
“Teyzeyi ziyaret etmemiz iyi olacaktı ama malum görüyorsun.” Ezgi beni onaylayıp, “Bu gidişle cenazeye gideceğiz sanırım,” deyip kahvesinden bir yudum aldı.
“İnsan korktuğunu dillendirirken, Aysun anneyi düşünemiyorum.” Başını usulca salladı. Aslında onunda istediği buydu ama kıyamıyor gibiydi de.
“Her neyse, ben temizlik ve kahve faslını da bitirdiysem gideyim.”
“Ezgi.” Konuşan Betül oldu. İkimizde Betül’e dönüp konuşmasının devamını bekledik. “Yiğit Bey, senin bu gece burada kalmanı istiyor. Zeynep’in tek kalmaması için.” Bir an kaşlarım çatıldı. Bunu bana söylemesi daha uygundu oysaki.
“Bir sıkıntı mı var?” Betül bana bakınca o an içimdeki boşlukta devindim.
“O kadarını bilmiyorum, sadece Kerem’le konuşurken arada ben kaynadım.” Bir şey demeden sadece başımı salladım. Akşam ezanını duyunca yanlarından kalktım. Ezgi’de zaten Betül’le koyu bir sohbete dalmıştı. Odaya çıktığında önce gidip balkondan dışarıya baktım. Tamda tahmin ettiğim gibi birkaç korumayı şirketten buraya göndermişti. Başımı iki yana sallayarak içeriye geri girdiğimde zihnimi meşgul eden bütün düşünceleri bir kenara atarak namazımı kıldım. İçimdeki kasvet arttıkça artıyordu. Boğulduğumu hissediyor, zar zor namaza adapte oluyordum. Fazladan kıldığım namazı şu an fark edebildim. Aklım öyle bende değildi ki, sorumlusu kimdi onu bile bilmiyordum.
Tespihimi çekerken, duamı ederken hep bir huzursuzluk vardı. İçim sızladı kıldığım namazın hakkını veremediğim için. Kalkıp uzandım yatağa ve bir süre izledim tavanı. Şu tavanla bile öyle haşır neşir olmuştuk ki, yakında tavanın dilini çözecek gibiydim. Şu odadan başka düşünecek yerim yoktu. Yan tarafıma dönüp telefonla bakıştım bu sefer. Yine kendimi es geçip Yiğit’i aradım. Her zamanki gibi açmamıştı.
‘Telefonu süs olarak taşı zaten sen!’ Homurdanarak telefonu komodinin üzerine koydum. Gerçekten büyük bir dayağı hak ediyordu. Beni böyle meraklandırmasını hazmedemiyordum. Velev ki o bunu çokta umursamıyordu. Telefonum çalınca heyecanla yerimden kalktım ama ekranda Büşra’nın oluşu bütün heyecanımı yerle bir etti. Sesimdeki boğukluğu yok ederek, “Efendim,” dedim. Anlayacak ki, “Beklenen vardı sanırım,” dedi. Ardından gülüp, “Hayal kırıklığına uğratmak istemezdim,” deyince sanki beni görüyormuş gibi göz devirdim. Şu an ne şakaya gelebilirdim ne de buna bir cevap verebilirdim.
“Nasılsın?” Konuyu değiştirmem ile meselemi anladı ve, “Yine yol mu gözlüyorsun sen?” dedi bu sefer ciddiyetle. Sırtımı baza başlığına dayayıp bacaklarımı uzattım. “Bu sefer gözlemiyorum,” desem de bu ne bana ne de Büşra’ya inandırıcı geliyordu ama artık yol gözlemek değildi amacım. Evet, gelsin istiyordum ama artık onu kendi haline bırakmıştım.
Dimağıma sızan düşünceleri yok sayarak, “İyiyim ben,” deyip sesimdeki moralsizliği düzelttim. Biraz daha neşelenerek, “Evde misin?” dedim.
“Yok annemlerdeyim. Yusuf’un işi uzadı, tek kalmak istemedim evde.” Görüyormuş gibi başımı salladım ama sessizliğimden o da nasibini aldı. Bir şey sormak yerine, “Üzülme,” dedi sadece. Beni anlıyordu ve ben onları sadece geçiştiriyordum.
“İyiyim Büşra.” İç çektim. “Sahiden. Hem tek değilim, bir şeyleri düşünmeye fırsatım olmuyor.” Buna ben bile inanmazken Büşra’nın inanmasını bekleyemezdim. Yüreğimdeki ince sızıyı hissediyorlardı. “Neden bu kadar sakinsin, ya da içindeki fırtınaya karşı sabrın mı büyük bilmiyorum ama bir şeyler de Zeynep. Bahset bana, kızgınlığını dile getir. Bu böyle olmaz.” O an gözlerim doldu ama ağlamadım. Direnmek, sabretmek zorundaydım. Çetindi yolum, dikenliydi. Rabbim bunu bana bahşetmişse ne diyebilirdim ki? Gülümsedim ve içimdeki fırtınaya rağmen beni anlayan Büşra’ya üstelememesinden dolayı minnet duydum.
“Öyle olsun,” dedi sakince. “Ama şimdilik.”
“Teşekkür ederim,” dedim kuru bir sesle. Nefesini soluduğunu duydum. “Kimseye bahsetme olur mu?”
“Sana gerçekten bir şey demiyorum. Ben bu kadar sakin kalamazdım sanırım.” Gülümseyip, “Bilirim seni,” dedim. Vedalaştıktan sonra telefonu kapatıp komodinin üzerine koydum. Tekrar aşağıya indiğimde Betül yeni gidiyordu. “İyi geceler,” deyip kapıdan çıktığında Ezgi’yle beraber salona geçtik. Evdeki sessizlik ve Ezgi’nin telefonla meşgul olması canımın sıkılmasına neden oldu. Kalkıp mutfağa geçerek bir şeylerle meşgul olmaya başladım. Meyvelikte duran meyveleri alıp doğradım. Tabak hazırlayıp salona dönecekken bahçede gördüğüm karartı ile oraya yönlendim. Etrafa baktım ama kimseyi göremedim. Korumalar ön bahçede vardı ama arka bahçede kimse gözükmüyordu. Dışarıya çıkıp karartının sebebini aramam boşunaydı, belki de ben yanlış görmüştüm. İçeriye girip kapıyı kilitleyerek salona geri döndüm. Ezgi hâlâ telefonla oynuyordu.
“Elindekini bırak da meyve yiyelim.” Başını kaldırıp bir bana bir elimdeki tabağa bakıyordu.
“Ne ara hazırladın onları.” Bu hali gülümsetti.
“Telefondan başını kaldırsaydın görürdün.” Burnunu kırıştırıp, “Aynı annem gibi konuştun,” dedi. İkimizde buna gülerken, “Anneler her zaman haklıdır,” dedim. Tabağın birini uzatınca, “Ne oldu,” dedi. Yüzüme sorgularcasına bakıyordu. Deyip dememe arasında kararsız kalsam da demek için dudaklarımı araladım. Zira bu benim için seçilmez bir gerçekti.
“Bahçede bir karartı gördüm gibi oldu ama emin değilim.” Kaşlarını çatıp, “İmkânı yoktur, o kadar koruma dikti Yiğit kapıya. Kimse cesaret edemez,” dese de içime bir kurt düşmüştü bile. Bunu Yiğit’e bahsetmeliydim, en azından etrafa bakmaları doğru olacaktı. Her ne kadar korunuyor olsak da daha önceden bildiklerim düşüncelerimi çürütüyordu. Hem o adam kimdi bilmeden yargılamam pek doğru olmazdı. Belki de daha fazlalardı. Başımı salladım, olduklarından bile emin değildim.
“Bilmiyorum,” dedim geçiştirmek için. Ezgi televizyonu açıp sessizliğine bürünürken izlediğimden pek keyif almayarak sadece ekranla bakışıyordum. Ara sıra camdan dışarıya bakıyordum. Şu anlık bir ses çıkmaması beni biraz daha düşüncelerimden uzaklaştırıyordu. Birazda ben şüpheli davranıyordum.
Geri dönüp namazımı kıldıktan sonra Yiğit’i bahçedeki şüphelerim için aradım ama açmadı. Tekrar aradığımda başka biri açtı. Bu ses boğazımdaki yumruyu sertleştirdi. “Efsun,” dedim şaşkınlıkla. Yiğit’in telefonunu neden kendisinin açtığını sorgular gibi çıktı sesim. Gerçekten neden o açmıştı yahut telefonun Efsun’da ne işi vardı? “Yiğit nerede?”
“Kendisi meşgul, bana söyle.” Sitemle nefeslenip, “Ona ver telefonu,” desem de benimle inatlaşıp, “Meşgul dedim ya, sen söyle ben ona iletirim,” deyince telefonu yüzüne kapattım. Efsun’la uğraşamayacaktım, hele ki istediğini yapmayacak aklımda fitne tohumlarını büyütmeyecektim. Yatağa girişip yorganı kafama kadar çektim. Bu gece erken uyumazsam daha çok sinirlenecektim.
…
Yüzümü buruşturarak gözlerimi açtım. Evin içindeki ses başımın içinde bir borazan çalıyorlarmış hissi yaşattı. Daha uyanamamışken bir de bu ses zulüm gibi geldi. Yataktan kalkıp sese doğru adımladım. Kapıyı açar açmaz Ezgi ve elinde süpürge, kulağında kulaklıkla son ses şarkı söyleyişi düştü önüme. Seslendim ama duymadı. Yanına gidip önce kulaklığı kulağından çekip akabinde süpürgenin düğmesine ayak parmağımla bastırıp kapattım. Bana, ‘Ne yapıyorsun’ der gibi bakınca, “Sabahın bu saatinde ne bu gürültü Ezgi?” diye sordum. Ezgi elini beline koymuş vaziyette, “Ne sabahı prenses, saat kaç haberin yok sanırım,” deyince elindeki telefona baktım. Gözlerim irileşti. Ben hiç öğlene kadar uyumazdım ki. Dün gece geç uyumanın verdiği bu sersemlikle şirin şirin sırıtıp önce kulaklığı Ezgi’nin kulağına takıp ardından süpürgeyi çalıştırdım. Hiçbir şey olmamış gibi gülümsemeye devam edip geri geri odama adımladım. Çok kötü bakıyordu ve ben en güzeli kaçmakla çözüm üretebilirdim.
Hızlıca üzerimi giyinip aşağıya indiğimde ortalıkta kimse gözükmüyordu. Kendime kahvaltı tabağı hazırlayıp masaya oturdum. Ezgi yukarıdan şarkı söyleye söyleye inmesi ve çok geçmeden mutfağa gelmesi gülerek ona bakmamı sağladı.
“Şu enerjinden bana da veremez misin?” Kendine çay koyup karşıma oturdu.
“Uykucu biri mi söylüyor bunu?”
“Gece geç uyudum, yoksa bu saate kalmazdım.” Geriye yaslandı. Bana öylece bakınca, “Niye anladığın durumun izahını istiyorsun Ezgi?” diye sormam benim açımdan ona biraz cephe almaktı. Bir şeyleri kendi hislerimle anlatmaktan hoşlanmıyordum. Ezgi öne doğru eğilip dirseklerini masaya koydu. Avuçlarının arasına aldığı bardakla oynuyor hem de bu tavrım karşısında bana biraz olsun destek olmak istiyordu.
“İstersen yanına gidelim.” Bu teklifini düşünmüyordum. Gidip gitmeme konusunda kararsızdım ama onun ne yapmaya çalıştığını da anlamak istiyordum. “Gidelim,” dedim sakince. Ezgi sakince gülümseyip başını hafifçe salladı. Derin derin bana bakıyordu. Aslında o içimi okumuştu ama dimağıma sızan düşüncelere bir çözüm bulmak hayli güçtü. Omuzlarım dikleşti bir an, sanki köşesine çekilen ben değilmişim gibi…
“Hazırlanalım da çıkalım o vakit.” Beni onaylayınca ikimizde ayrı odalara çekildik. Özlemimi hatırladıkça hareketlerim hızlanıyordu. Beni görünce pek iyi karşılayacağını sanmıyordum fakat bu umurumda değildi. Birazcık onu görebilmek, birazcık da hesap sormak bana iyi gelecekti. O beni kızdırsa da ona karşı pek kızgınlığımın inadı kalmıyordu.
Ezgi’yle beraber evden çıktığımızda her ne kadar bizi götürmeme konusunda ısrar etse de Betül, benim tutumuma pek bir şey diyememişlerdi. Sessizce geçen yolculukta kendimi yolun akışına kaptırmıştım. Şirkete ne ara geldiğimizi bile anlayamadan asansörde bulduk kendimizi. Düşüncem beni dalgınlaştırdı. Göz hapsine maruz kalışım başka bir yöndü tabii. En çokta benden haz etmeyen Efsun’la göz göze geldim. Dün geceden beri ona karşı umursamazlığım daha da arttı. Efsun benim için etkisiz bir kişilikti ve bu sakinliğim benim aksime onu daha çok kızdırıyordu.
Onu umursamamaya devam ederek Yiğit’in odasına girdim. Ezgi’yle Betül’de peşimden geldi. Oda boştu, o yoktu, onun kokusu bile yoktu. Bu oda uzun zamandır böyle boş gibiydi ve bu beni bir hayli hayal kırıklığına uğrattı. Gülümseyen yüzümün düşmesi, bütün umutlarım bu oda gibiydi. Yutkundum, yavaşça Ezgi’ye dönünce o an kapı açıldı. Kemal Bey’e baktık hepimiz birden. Bizim geldiğimizi birkaç dakika önce öğrenmiş olmalıydı.
“Hoş geldiniz,” dedi gülümseyerek. Ezgi kolları arasına girerken ben kuru bir tebessümle, “Hoş bulduk,” dedim.
“Hayır olsun, hangi rüzgâr attı sizi buraya?”
“Yiğit’e gelmiştik ama şu an şirkette yok sanırım.” Kemal Bey’inde yüzü düştü. Ben kendimle oynuyordum resmen. Düşüncelerimin sıkışıklığından kurtulmaktı bu yaptığım ama karşılaştığım gerçekler aslında beni daha fazla sıkıştırıyordu. Ona karşı kendimi bir hiç hissetmem bu gerçeklerin arkasıydı aslında.
“Dün gece vekâletname toplanması vardı. Oradan da Muaz Bey’le nereye gittilerse pek bilgim yok.” Kaşlarımı çatıp, “Bu toplantı malum kişilerle mi?” diye sordum. Cevap vermeyi pek istemese de sorgulayıcı bakışlarımın ısrarıyla cevapsız bırakamadı.
“Peki karşılığında ne teklif ettiler?” Bu sefer yüzü biraz daha düştü. Köşedeki berjere otururken kıpırtısız hareketlerini izliyordum. Olduğum yerden hareket etmedim. Bu sefer buna cevap vermedi anladım ki karşı şirket kabul etmemişti ve Yiğit’in planları daha da tehlikelileşmişti. Ve düşündüğüm onlar gibi beynime de vurgun yapmıştı.
“Serkan mı yapacak?” Anlamsız gözlerle bana bakınca, “Gizliden vurgun yapmayacak mısınız?” dedim. Şaşırarak bana baktı. “Şaşırmayın işte, bazı şeyleri bilmem için araştırma yapmak zor olmadı.”
“Bazen senden korkuyorum.” İkimizde gülümsedik. O keyifle bense burukça… İç çekerek pencere kenarına geçtim. “Bu düpedüz tehlikenin içine girmek. O hisselerde ne var bir tek bunu bilmiyorum.”
“Yiğit’in üzerinde oynanan uyuşturuların geliri.” Hızla Kemal Bey’e döndüm. Yiğit üzerinden ne uyuşturucusu oynanmıştı ki bana bunu açıklıyordu.
“Ne demek bu?” Biraz sonra hiçte güzel şeyler duymayacaktım anlaşılan.
“Karşıma otur da anlatayım.” Hiç ikiletmeden karşısındaki berjere oturdum. Ne diyecekti gerçekten merak ediyordum. En önemlisi de Yiğit’in üzerinde oynanan uyuşturucu meselesi neydi ki kalbim acı acı çarptı. Buz kesen ellerimi birbirine dolasam da sanki oda bana daracık ve sıcacık geldi.
“Yiğit daha 10 yaşlarındaydı. Babası öldükten sonra kendini zaten pek toparlayamadı. Aysun’da uzun süre komada kalınca dedesi yani Nedim Bey yanına aldı. Çok zaman kaldı yanında, o ara neler yaşadı ben çok bilmiyorum ama bir keresinde Yiğit’i ziyarete gittiğimde çok kötü gördüm.”
Bir an sustu, kelimeleri toparlamakta güçlük çekiyor gibiydi. Onun gibi dolan gözlerim bütün uzvumu yaktı. Konuşmaya devam ederken devamını nasıl dinleyecektim bilmiyordum.
“Gözaltları morarmış, zayıflamış, sessizleşmiş bir çocuk çıktı karşıma. Yüzüme öyle bir bakıyordu ki, sanki beni tanımıyordu, zihninden silinmiş gibiydim. Nedim Bey yoktu tabii o gün, eğer o evde olsaydı zaten görüşemezdik. Orada çalışan bir abla vardı, Yiğit’e üzülmüş o haber verdi bana, gizli görüştük ama o gün onu görünce götürmek istedim ama Nedim nereden öğrendiyse duymuş geldi. Götüremedim hatta o günden sonra yanına yaklaşmam çok zorlaştı. Sonra öğrendim ki her geçen gün vahşileşmiş. Bunun nedeni de ona özel yapılan uyuşturucudan ötürüymüş. Tam üç yıl, bu beş yılda Yiğit’i tanıyamaz hale geldim. Ne ben ne Kenan hiçbir şey yapamıyorduk. Ta ki Muaz Bey’e her şeyi açıklayınca. Evet geç kalmıştık, belki biz bir şey yaparız zannetmiştik ama o gün büyük bir ibadethaneye saldırınca ipler koptu tabii. Yiğit’in bir leşten farkı kalmadığı gün işte o gün bizim büyük oyunumuzda başlamıştı. Ondan önce daha çok can katledilmişti ve bu üç yılın kaybına bir çözüm bulamamaktı.”
Ne ara aktığını bilmediğim gözyaşlarımla beraber dudaklarımın arasından hıçkırık çıktı. Bu çok acımasızcaydı. O neler yaşamıştı böyle, hem de bilnçsizce.
“Üç yıl boyunca çok direnmiş, direndiği her gün dayak yemiş, aç bırakılmış ve bağımlısı olduğu uyuşturucunun acı vereniyle cezalandırılmış. Her şey zihnini ele geçirince ise olanlar olmuş. İki yıl boyunca tedavisi için çok şey yaptık yetmedi psikologlar getirttik yine yetmedi. Tek şifası sen oldun sadece.”
Gözlerim kapandı, bazı şeylerin yüküyle hemhal olmak ne zor geliyordu. Yiğit’i o halde düşündükçe sanki acı çeken bir de ben vardım. O yaralar, o sessizlikler ve o kaçışlar neler ifade ediyorsa işte o gelişler kalbime bir bıçak gibi saplanacaktı. O benden kaçtıkça kendi zihnine geri sığınacaktı ama o zihin onu yiyip bitirecekti. Dudaklarımı bastırıp Kemal Bey’e baktım. Öyle bir acı oturmuştu ki göğüs kafesime nefes alamıyorum zannettim.
“Hâlâ olamadım ki?” Kırılgan çıktı sesim. Sanki biri dokunsa yaprak gibi süzülecektim.
Elimi acıyan kalbimin üzerine koydum. “Gördüm yaralarını, dokundum.” Kapandı yeniden gözlerim. Titreyen dudaklarımın arasından, “Ben dokundukça o yaralarını kaçırdı benden. Paylaşmama izin vermedi. Ama ben ona bir hayat olabilirdim,” deyip yüzümü avuçlarımın arasına aldım. Dirseklerimle bastırdım dizime. Sahipsizliğine el uzatamıyordum. “Yine de beklerim,” dedim başımı havaya kaldırıp. Yanan gözlerimi kırpıştırıp dudaklarımı birbirine bastırdım. “O benimle tamamlanacak biliyorum. Ben yarım kalsam da onu tamamlarım ki.”
Odada dakikalar boyunca büyük bir sessizlik oluştu. Elimde hissettiğim ele baktığımda Ezgi’de gözyaşları içinde bana gülümsüyordu.
“Senin bu kalbin herkesi iyi eder kızım. İyi ki varsın, iyi ki varsın ki biz bir aile olduğumuzu yeni öğrendik.” Buruk bir gülümseme oluştu sadece.
“Onu yiyip bitiren başka şeylerde var sanki Kemal B…” Sözümü kesip, “Amca de artık ha,” deyince böyle bir karşılık beklemediğim için duraksadım ama onu reddetmedim de. Başımı salladım.
“Vicdan azabı,” dedi uzatmadan. “Yaptıklarını, öldürdüğü o birkaç canı unutamıyor. Şehit olan o imam onun gözlerinin önünde hâlâ.” Bu o kadar üzücü bir durumdu ki, aslında bilinçli yapmadığı vahşeti sadece kendi üzerine atıyordu. Onu daha ne kadar tanıyacaktım bilmiyordum. Yaşadıkları akla gelemeyecek türdendi ama bunlar bir gerçekti. Daha kaç genç bu durumdaydı şu an daha iyi anlıyordum.
“Hiçbirini bile isteye yapmamış ki.” Onayladı. Zaten meselede bizim anlayamadıklarımızdı. “Elbette,” deyip dirseklerini dizine yasladı. Şu an yere bakıp parmaklarını birbirine doladı. “Zaten verilen dozun amacı da bu, her şeyi unutturmak.” Anlayamayacaktım bir türlü. Bir dede neden torununa bunu yapardı ki, bu kadar mı para ve hırs uğruna gözü dönmüştü? Nefesimi düzensizce soludum. Ruhum daralıyordu. Ben artık Yiğit’in acı çekmesini istemiyordum.
Ayağa kalkıp Ezgi’ye döndüm. Burada kalmamız boşunaydı, bugün yine Yiğit’i göremeyecektim anlaşılan. “Gidelim Ezgi.” Sesim moralsiz çıktı. Bu anlatılanları unutamayacaktım, unutamazdım ki. Ezgi beni sessizce onaylayıp yanımda konuşmadan yürümeye başladı. Geride bıraktığım bedenin çöküklüğü benimde omuzlarımdaydı. Canımı sıkan ise Yiğit’in benden kaçışıydı. Ona dair bilmediğim birçok şey olması ona karşı yaklaşımımı zorlaştırıyordu.
…
Akşam yemeğinden sonra odama çekilmiştim. Halime ablada kendi köşesine çekilince ev oldukça sessizleşmişti. Kulağımdaki kulaklığı çıkarıp başımı geri yasladım. Canım oldukça fazla sıkılıyordu. Koca evin içinde tek başıma olmam bu sıkıntımdaki en büyük etkendi. Kimseyi aramakta istemiyordum. Yatağa uzanıp bacaklarımı karnıma çektim. İlk defa yalnız olduğumu hissettim, bu yüzden gözlerim doldu. Yapayalnızlık hayatımda yoktu ama ruhumda bir yerde hep vardı. Sancıyordu bu yüzden ruhum, içine düştüğüm durumdan kimse çekip alamıyordu. Kendimle başa çıkamadığım şu birkaç gün beni en çok yaralayan Yiğit’in gelmeyişiydi.
Elimi bulanan midemin üzerine götürdüm. Akşam yiyemediğim yemeğin mideme verdiği boşluktan ötürü olmalıydı. Sabahta bir şey yiyememiştim. Bu aç hissettirmiyordu bilakis midemin bulantısı bir hayli artmıştı. Bulantım yatınca artmaya başladığı için tekrar doğruldum. Odadan çıkarak mutfağa girdim. Halime abla yemediğim için bana yemek ayırmıştı ama ben hiçbirine dokunmadım. Buzdolabını açıp içinden sodayı aldım. Mideme iyi gelebilecek tek şey bu sodaydı. Kapağını açıp salona döndüm. Etrafın karanlığını yok etmek için ışığı açtım. Hafif loş olan ışığı tercih etmem daha iyi olmuştu. Televizyonu açıp hemen camekânın yanındaki berjere oturup bacaklarımı tekrar kendime çektim. Aklım bende olmadığı için bomboş televizyona bakıyordum. Bir ara gözlerim kapanacak gibi olmuştu ama duyduğum sesle irkildim. Daha bir iki yudum içtiğim soda şişesi elimden kayıp gitmiş, zemin olabildiğince ıslanmıştı. Duyduğumu yanlış anladığımı varsayarak ayaklandım. Biraz uzağa atlayıp yerden soda şişesini aldım ama bu sefer duyduğum sesin yanlış olmadığını anladım. Yutkunuşum boğazımda takılı kaldı. Şişe tekrar elimden düşerken yavaşça ayaklanıp mutfağa doğru adımladım. Sürme cam kapıda gördüğüm kişi ile hızla kenara çekildim. Etrafa göz gezdirdim. Dünkü gördüğüm karartının hayal olmadığını şu an daha iyi anladım. Ne yapacağımı bilemeden öylece salon camına koştum. Etrafa baktım ama kimseyi göremedim. Daha yarım saat önce burada olan korumalardan bir tanesi bile yoktu. Hızlıca kapıya koştum bu sefer. Kapıyı açmaya çalıştım ama kapı kilitliydi ve kapının anahtarı kapının üzerinde yoktu. Korkuyla etrafa bakındım. İçeride bir kişi daha olabilirdi. Kasılan midemin üzerine bastırdım elimi. Kapıyı yumruklayıp, “Kimse yok mu?” diye bağırdım. Sesim midemin ağzıma gelmesine sebebiyet verdi. “İçeride biri var Betül,” desem de kimsenin beni duyduğu yoktu. Hızlıca merdivenlerden çıktım. Önce kendi odama geçip telefonumu alıp Yiğit’i aradım. Birkaç çalışta ses sadece kapanan aramanın sessizliğiydi. Birkaç sefer aramam yanıtsız kalınca mesaj attım.
“Evde biri var, bir an önce buraya gelmelisin Yiğit.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.65k Okunma |
1.85k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |