45. Bölüm

45. BÖLÜM

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

Kendimi bildim bileli hep kararlı insan olmuşumdur ve bir anım o anımı hep bir tutardı. Şimdi ise kendimi tanıyamıyordum artık. Bu yaptıklarım kalben mi yoksa vicdanen mi bilmiyordum. Vicdan; bu biraz saf dışı kalabiliyordu, ben yine kalbimdeki o mağlubiyete engel olamamıştım. Aşk ne tuhaf bir döngüydü ki pençesine düşen bir daha kurtulamıyordu. Ben de kurtulamamıştım. Kırgınlığım, kızgınlığım bir yana itilmiş gibiydi ve ben, bundan yana nasipsizdim.

Canımı yakan olağanca olaydan ders almamış gibi şimdi tekrar özlem kaldığım topraklara ayak bastım. Tenimi ısıran, eşarbımı savuran rüzgâr kısılan gözlerimle beraber görüş alanımdaki tozu toprağı ciğerlerime yolladı. Sadece durdum, yanımda ne yapacağımı bekleyen Yusuf vardı. Kararsızlığımın çukuruna takıldım, kapalı olan gözlerimi açsam gözlerimde birikenleri serbest bırakacağımdan emindim. Sertçe yutkundum ve yavaşça açtım gözlerimi. Önce bulanıklaştı görüş alanım ardından zorda olsa gözyaşlarımı tuttum. Yavaşça döndüm bana bakan Yusuf’a. Evlerinin önündeydik ve Büşra çocuklar uyuduğu için içeriye girmişti. Bizse neredeyse yarım saattir buradaydık. Arabanın kaputuna yaslamıştım kalçamı, bir şey konuşmadan, sadece sessizliğimize gömülmüştük.

“Gidecek misin?” Dudağım titredi, birbirine bastırdım. Dalgınlığım bir süre sonra endişeye büründü ama sakince bekledim belli etmemek adına. Bir süre sonra cevaben başımı olumlu şekilde salladım. Yıllar sonra özlem kaldıklarımın kırgınlığıyla yüzleşecektim. O hastane köşesinde ölüm savaşı verirken kırgınlığımı bir kenara atıp sadece yüzleşecektim. Konuşmak yerine tekrar önüme döndüm. Çok geçmeden Serkan da gelmişti. Arabasından inmeden bekledi. Beni bekliyordu ve ben yanına gitmekten korkuyordum. Omzumdan düşmüş çantamın askılığını tekrar omzuma koyup ayaklandım.

“Yüzleşecek çok şey var Yusuf.” Buruk bir tebessümle, “Hem de çok…” Onu arkamda bırakıp Serkan’ın arabasına ilerledim. Arabaya binmeden evvel Yusuf’a döndüm. Bana yaklaştı. Gözleri dolu doluydu, tek düşündüğü ise bendim. Elimi tuttu. Yerdeki bakışlarımı ona çevirdiğimde gülümsedi.

“Gitmek zorunda değilsin.” Birçok şey ifade eden bu söz bana şu anlık hiçbir ifadeyi vermiyordu. Gitmeliydim. Kızgındım, kırgındım ama bir tarafım ona aitken bu acıya kayıtsız kalamazdım. Ben, ona sadece tek bir adım atacaktım, o adımım ise beni zaten olması gerektiği yere kadar götürecekti. Elimi çekip arabanın kapısını açtım. Bakışını yok sayarak bindim arabaya. Tek gergin olan ben değildim. Yusuf öfkesine hakim olamayarak, “Çektiklerin bunun için miydi abla?” diye bağırdı. Aynada kesişti bakışlarımız. Önündeki taşa sertçe tekme attı. “Seni korumak için elimden geleni yaparken sen nasıl olurda gidersin onu görmeye.” Elini ensesine götürüp başını havaya kaldırdı. Haklıydı da. Benim yaptığım belki onun emeklerine bir saygısızlıktı ama içimdeki bu acıyı en fazla böyle kaldırabilirdim. Boğuluyordum, delicesine ağlamak istiyordum ama yapamıyordum. Açılan pencereden giren hava bile ciğerlerimi yakıyordu. Dirseğimi kapıya yaslayıp alnımı ufaladım. Düşüncelerim öyle bir sınıra çekiyordu ki beni, içinden çıkmam olanaksızdı. Bu yüzden Yusuf’u zorda olsa görmezden geldim.

“Ne zamandır böyle?” Sessizliği bozmamla bana baktı. O günden beri yüzünden hiç silinmeyen ifadeye ben de yenisini ekliyordum. İçim alev gibi dışım ise buz gibiydi.

“Bir aya yakın,” dedi. Yüreğime oturan acıyı yok etmek istercesine başımı dışarıya çevirip ellerimi bacaklarımın arasına aldım. Uzvum artık bu sakinliğe ortak olmuyordu. İçimde tuttuğum ağlama hissine artık dayanamıyordum.

Hastaneye geldik. Arabadan inince burnumdaki ince sızı gözyaşlarımın artık akmasındaki en etkin rolü oynuyordu. Burası bana hep acıyı hatırlatıyordu. Görüş alanım soğuktan ürpertse de içim dışım tıpkı bana sunduğu ateşte yanıp kül oluyordu. Ağlamak boğazımdaki sert yumrudan ibaretti.

Dengemi sağlayamadım. Düşsem kanardı ruhum. Paramparça olmuşken daha ne kadar kanayabilirdim onu bile bilmiyordum.

“İyi misin?” Serkan endişeyle yanıma geldiğinde nemli gözlerle baktım çehresine. Başımı iki yana salladım. O beni anlıyordu, bense kendimi anlamakta hep yabancı kalacaktım. Ağlasam ne olurdu ki, ne olurdu haykırsam içimdekileri? Toparlandım ve korkarak girdim hastaneye. Buz gibi olmuş duvarlar üzerime geldi sanki. Herkesin gözü üzerimdeymiş gibi bedenim kasıldı, çekildim kendime. Bir köşe bulsam kendimi oraya atacak kadardım.

Asansör ineceğim katta durdu. Çekingen adımlarla koridoru aştığımızda oraya geldik. Bütün kalabalığın içinde sadece o odaya bakıyordum. Git diyen sözüne karşın geldiğim yere… Acı ne diye sorsalar; şu buz gibi duvarın arkasında yatan hayattı derdim. O hayat çiçekli yol sunmamıştı bana hiç, şimdi de ayağıma bata bata ilerliyordum oraya. İsmimi seslenenler, bana yaklaşanlar arkamda kalmıştı ve ben, sadece o odada bana sunulan acıyla yüzleşmeye gidiyordum. Ölüyor muydum onu da bilmiyordum. Ölüm ne zordu baş ettiklerimi düşününce.

Ölüm hayatımın girdabında, buz gibi kefene sarılmıştı.

Kapıyı açtım. İçerideki sesler bir çığlığı sundu yüreğime. Nefes alıp verdikçe hızlandı kalbim. Kapıyı kapattım ve içeriye ona bakmadan girdim. Kalbimin üzerindeki elim yana düştü. Kaldırdım yavaşça başımı ve onu gördüm. Bir ömür bir ömre nasıl bu kadar işleyebilir diye düşündüm tekrar ve o ömrün şimdi karşımda ölümle savaştığına şahit oldum. Güzel yüzü tanınmaz haldeydi. Birçok cihaza bağlı olduğu vücudu yara içerisindeydi.

Cesaretsizdim, ona adım atmak sanki beni bir boşluğa atacakmış gibi hissediyordum. Elimi uzatsam yanacakmışız gibi, tenim tenine değse ölümün kıyısından dönemeyecekmişiz gibi…

Yaklaştım yanına. Tek bir gözyaşım düştü yanağıma. Yatağın ucuna oturdum. Korkuyla kaldı elim havada. Tutamadım elini, bir süre baktım oraya. Yanan eli beni de yaktı. Parmaklarım dokunduğunda tenine sızlandım. Bu sefer bir gözyaşım onun eline düştü.

“Git dedin ama yine geldim bak.” Kırgın çıkan sesimin arasından bir hıçkırık firar etti. “Bu sefer başka biriyim. Ne senin git deyip de kalan ben, ne de bana bir papatyayı sunan sen… Bir yabancı gibi sadece…” Sustum. Dinledim cihazdaki sesleri. Dokunmaktan bile korkar hale gelecek kadar yabancıydık birbirimize.

“Ama gitme sen, ben uzakta kalmaya razıyım Yiğit.” Başım düştü öne. Ağladım, ağladıkça konuşmakta zorlanıyordum. Yanan teninde hafifçe gezindi parmaklarım. Ne yaşamıştı da bu duruma gelmişti böyle? Dudaklarımı birbirine bastırdım, çıkacak hıçkırığı böyle engelleyebildim. Bakışlarım bir an olsun teninden ayrılmıyordu. Kıyamadığım, bakmaya doyamadığım çehresi yara içindeyken ağlamamak elde değildi ki.

Başım pencereye kaydı. Şiddetli bir yağmur başlamış, ardından ise büyük bir gök gürültüsü sessizliğimizi bozmuştu. Ayaklandım, zaten içeriye girmemem konusunda sert karşılık almıştım ve açık olan kapıdan bana bakan hemşireye ilerledim. Odadan çıkmadan evvel son kez baktım. Ve çıkan gök gürültüsüne… Odadan çıktığımda bana sarılan Ezgi’ye karşılık veremedim. Aklım o odada kalmıştı.

“Neredeydin sen Zeynep?” Geri çekilip karşımda durdu. Durağan halim gülen yüzünü düşürdü. “Olması gereken yerdeydim,” dedim kısık ama sert bir dille. O an bakışlarım köşede oturan Muaz Bey’e kaydı, kaşlarım çatıldı. Köşedeki banka oturduğumda bakışların üzerimde toplanması hayli rahatsız etti. En başta Ezgi zaten sorularını sıralıyordu.

“B’ben…” Bir an bu halim onu konuşmakta zorluyordu. “Seni çok merak ettim. Sana ulaşamadım en önemlisi de o günden sonra sana ulaşamamak çok zordu Zeynep.” Üzgün gözlerine baktım. Gülümsedim ama kendimi zorlamaktı bu... Ben bunları hiç düşünmemiştim, en önemlisi de düşünecek kadar zihnim dingin değildi.

“Üzgünüm, özür dilerim.” Elimi tutunca ona karşı daha fazla mesafeli kalamadım. Birbirimize sarıldık, sarıldıkça ağlaştık. Karşılaşmamız bir hastane köşesinde böyle acı dolu olmamalıydı. Bunu hayal etmemiştim hiç.

“Sen üzülme artık. Sen hep mutlu ol olur mu? Eğer uzakta mutluysan yine git ama üzülme artık.” Kurumuş dudaklarını yalayıp eğdiği başını kaldırdı. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. “Gözlerindeki o ışıltı gitmiş Zeynep, solmuşsun. Böyle bir hale gelmişsen asıl biz senden özür dileriz.” Dayanamayıp tekrar sarıldım. Canım bu birkaç kelamda nasıl yandıysa öyle yandı. Ezgi beni böyle anlarken ben kendimi anlamamaya kızdım. “Teşekkür ederim,” dedim fısıltı ile. Islak yanaklarımı silip geri çekildim. Anlatacak, konuşulacak o kadar mesele vardı ki ama şimdi susmalıydık.

İki gündür buradaydım. Uzun koridorda korktuğum yerdeydim. Omzum buz gibi duvara yaslanmış başımda aynı şekilde duvardaydı. Camekânın arkasında yatan bedene bakıyordum. Hiçbir gelişme olmadığını söylemişlerdi ama ben umudumu hiç kaybetmiyordum. O iyi olacaktı biliyordum.

“Günlerce buradasın, biraz dinlen istersen.” Yanımda beliren Serkan bana öylece baktı. Yavaşça çevirdim bakışlarımı yine o odaya. Kollarım göğsümde bağlıydı ve başım yine duvara yaslıydı. Serkan bana çok şey demek istiyordu, bunu gözlerindeki o ifadeden anlıyordum. Babası ondan bile saklamıştı her şeyi. Muaz Bey ise dememişti kimseye. Bu bir sır gibi kalmıştı aramızda. Zaten Serken olanları bilseydi Yiğit’e anlatırdı.

“Sen de mi beni suçlayacaksın?” Odadan bakışlarını çekip bana baktı. Bense ona bakmıyordum. Burukça kıvrıldı dudağım. O her şekilde arkadaşını savunacaktı. Belki de burada oluşunun müsebbibi beni görecekti. “Benim kimseyi suçladığım yok. İki tarafında sebepleri ortada.” Buruk bir tebessüm vardı dudaklarımda bir o kadar alaycı. “Doğru,” dedim acı dolu bir sesle. “Muaz Bey’in oğlu her şeyi adaletle tartar.” Kaşları çatıldı. Kızgınlığı sözlerime değildi ama ben yine de kızgınlığımı ondan çıkartıyordum. Belki Muaz Bey haklıydı ama ben artık arada kalmaktan, birilerinin kurtarıcısı olmaktan yorulmuştum. Çalan telefonunla beraber köşedeki banka ilerledim. Büşra’nın aramasını gördüğümde hemen cevap verdim. Hümeyra’nın artık durmadığını söyleyince geleceğimi söyleyip telefonu kapattım. Son kez o odaya yaklaştım. İçeriye sokmadıkları için sanki buradan duyuyormuş gibi, “Vedalar sana göre değil Yiğit, uyan olur mu?” demem içimi sızlattı. Yaklaştım. Kimseyi dinlemeden odaya girdim. Bütün kırgınlıklarıma rağmen, bütün mesafelere rağmen yaralı yanağından öptüm. Burnum sızladıkça yanağına düşen gözyaşım sanki bir sükûtu yok etmişti ve ben bütün benliğimle ona sokulmuştum. Bir veda değildi belki ama bir kaçıştı ruhumun derininde yatan. Belki son öpüşüm, son kokusunu içime çekişimdi.

Hastaneden çıktığım anda ismimi seslenen Muaz Bey’e döndüm. Ona kızgındım ama bir yandan da haklı yanını gördükçe susmaktan başka bir şey yapamıyordum.

“Hoş geldin,” dedi gülümseyerek. O an çökmüş hali dikkatimi çekti. Sanki son zamanlarda olanlarda onu yıpratmıştı. “Hoş buldum,” dedim. Ona göre benim tavrım mesafeliydi.

“Keşke böyle karşılaşma olmasaydı. Bana kızgın değilsin değil mi Zeynep?”

“Bilmem, artık hiçbir şey hissetmiyorum.” Yüzü düştü. “Sonuçta siz bizi düşündünüz, size neden kızalım!” Sözlerimde kırgınlık vardı ve yorgundum da. Baştan beri bana emredilen ne varsa onu yapıyordum.

“Zeynep.” Geri bir adım atıp, “Görevimi yaptım. Evlendim, onu sevdim, kaçtım ve yine şimdi buradayım. Şimdiki görevim ne?” dedim. Onda gördüğüm tek şey bomboş ifadeydi.

“Sana bunları düşündürtecek kadar mı hayatını alt üst ettik?”

“Benim hayatım alt üst olmadı ama sizin her sözünüz, her emriniz bizi buraya getirdi Muaz Bey. Kızgın mıyım onu da bilmiyorum fakat ben çok yorgunum. Susuyorsam şayet biliyorum ki bir başlangıç beni bekliyor. Sadece Allah’a sığınıyorum.” Tam konuşacakken, “Artık konuşmasak mı, benim acelem var da,” diyerek hızlı adımlarla yanından ayrıldım. Otobüs bekleyemeyecektim, bu yüzden bir taksiye binip Büşra’ya geçtim. Hümeyra beni görünce hızla kucağıma atladı.

“Annemler bize kızacak ama artık geçsek mi oraya.” Annemlerin geldiğimizden haberleri yoktu. Hele Hümeyra’yı bilmemeleri beni tedirgin ediyordu. Nasıl karşılayacaklardı bizi bilmiyordum ve şimdiden annemin tavırları gözümü korkutuyordu.

“Annem bizi çiğ çiğ yiyecek.”

“Haklı kadın.” Gülüştük. Evden çıkarak mahalleye geçtik. Özlem kaldığımız her köşe gözlerimi doldurdu. Karşımızdaki ev ise buruk bir hali misafir etti. Yusuf önde kapı ziline basınca biraz bekledikten sonra kapı açıldı. Annem önce bizi görünce idrak edemedi sonra çığlık çığlığa, “Çocuklar,” diye bağırdı. Nasıl sevinmişti öyle. Hızlı hızlı sarıldı Yusuf’a. Bir annenin özlemi vardı, bir annenin duygusallığı içerisinde… Büşra’ya ardından Ayşe Sena’ya… Sonra bize kaydı bakışları ve kucağımdaki Hümeyra’ya… Bir an duraksadı. Gülümsedim bir yandan da korktum.

“Kızım.” Şaşkınlıktan bana sarılamamıştı bile. “Kim bu?” Ağlamamak için alt dudağımı dişledim. “Anne,” dedim kuru bir sesle. “O senin torunun.” Bir an bakışları Hümeyra’dan çekilmeyecek gibiydi. “Üzgünüm söyleyemedim. İçeride anlatayım mı her şeyi?” Kırıldığını o an anladım. Geçmemiz için bize yer verdiğinde içim sızladı. Yutkundum. İçeriye geçmemiz bile beni bu eve bir an yabancı gibi hissettirdi. Suskunluğumuz ve babamın da aynı karşılığı vermesi evde sessizliği bir kaosa çevirdi. Yarım saattir kimseden ses çıkmıyordu, ta ki Hümeyra’nın babamın kucağına oturana kadar. Sanki o da kan bağını hissetmiş gibi babama aniden yaklaşmıştı. Babam önce ne yapacağını bilemedi ardından dedelik içgüdüsüyle Hümeyra’yı kucağına aldı. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Birkaç saniye sonra gülümseyerek baktı Hümeyra’ya. Diğer bacağına da Ayşe Sena oturdu.

“Sizin beni anlayacağınızı biliyorum baba. Muaz Bey istedi oraya gitmemi, eğer Hümeyra’yı öğrenirlerse durumun ne olacağını siz biliyorsunuz.”

“Kızım biz kimseye söylemezdik.” Başını iki yana sallayıp, “Her türlü duyulurdu baba,” dedim. Diyecek sözü tükenmiş gibi başını salladı. Onlara sarılamamanın hüznüyle, “Özür dilerim,” dedim. “Affedin beni.” Babam önce gülümsedi ardından kolunu açınca gidip hızla kolunun arasına girdim. Annemde gelip diğer tarafımda durup bana sarıldı. Korktuğum kadar tepki vermemeleri, beni anlamaları üzerimdeki yükü aldı.

Üç gündür Hümeyra’nın huysuzlukları ve bana böyle bağlanması yanından ayrılmamda epey zorluk çıkarıyordu. Hastaneye geçmek istiyordum ama böyle bir tutum karşısında uykusunda bile yanından ayrılamıyordum. Şu an bahçede beraberce oynuyorduk. Babam camiye gitmiş annem ise Canan ablayla içeride kahve içiyorlardı. Ben de yanlarında biraz oturmuş sonra ise Hümeyra’nın huzursuzluğu ile bahçeye çıkmıştım.

Oyuna daldığımız anda içeride çıkan ses ve karmaşanın dikkatimi çekmesi ile elimdeki oyuncağı Hümeyra’nın önüne koyup doğruldum. Fakat Hümeyra beni bırakmadığı gibi sesinde kesilmesi tekrar Hümeyra’ya odaklanmamı sağladı.

“Tamam kızım, geliyorum ben hemen.” Doğruldum, Hümeyra’da bu sefer bir şey demedi. Arkamı döndüğümde hiç beklemediğim anla karşı karşıyaydım. Etrafımdaki sesler kesilmiş, kulağıma ulaşan tek ses ise kalbimin çarpması ve onun kalbinin çarpmasıydı. Nefessiz kalmak buydu demek ki. O an bunu hissetmemin acısı vardı yüreğimde. Rüzgârın tenimi ısırması, lacivert bakışların altında büyük bir ıstırap oldu. Karşımdaydı, hastaneden yeni çıkmış haliyle, hafif kamburlaşmış sırtıyla tam uzağımda duruyordu. Yaralıydı, bu yüzdendi kambur duruşu.

Doldu gözlerim ve sustu zamana değen o acı anlar. Aksayarak yanıma yaklaştı. Son bir yıldır değişmeyen tek şey bakışlarıydı. Yıkık dökük olan kalbim daha da yaralandı. Onca zaman sonra karşımda bu halde oluşu ondan uzaklaşmamdaki en büyük etkendi. Elini uzattığında bir adım attım geriye. Titriyordum. Biraz sonra bacaklarım bedenimi kaldırmayacaktı. Dolan gözleri artık yakmadı canımı. Güvenim öyle bir zedelenmişti ki bu karşılaşmaya bir mana bile bulamıyordum. Oysa ona delicesine hasrettim. Delicesine sarılmak, delicesine ağlamak istiyordum. Yapamıyordum, yüreğimin boynu büküktü. Bana öyle bir baktı ki yaralı bedenine bir darbede ben vurmuştum. Üşüdüm yanında ilk defa. Yüreğim ısınmadı.

“Anne.” Bacağıma dolanan Hümeyra’ya kaydı ikimizin de bakışları. Hızla Yiğit’e baktım. Şaşırmış, kaşları çatılmıştı. Yavaş çekimle bana baktı. İkimizin de tek odağı Hümeyra’ydı. Kucağıma aldım, Hümeyra susmayarak, “Baba,” dedi Yiğit’e bakarak. Yiğit’i sık sık fotoğraflarda gösterdiğim için tanımıştı. Yutkundum. Böyle bir karşılaşma olmamalıydı.

Olduğu yerde sendeledi Yiğit. Bu gerçeklere tepkisiz kalmadı ama konuşmadı da. Bunu aramıza sokan oydu. Ben de konuşmadım, ona tek sözüm bile kalmamıştı. Hümeyra’yı gelip annem aldı. İkimizin de yalnız kalması gerektiğini söylemişti böylece. Ama artık kalamazdık, onunla yan yana kalmak bir yana uzağıma bile gelsin istemiyordum.

“Bu,” dedi ne söyleyeceğini bilmez halde. Kaşlarım çatıldı. “Neden geldin?” dedim. Bir cevap değildi bu, bilakis gitmesini istememdendi. Belki de istemememdendi… Sesim hissiz çıktı.

“Onu nasıl saklarsın?” Bu sefer benim kaşlarım çatıldı. Onca zaman sonra özellikle bana dediklerinden sonra bunu bana nasıl sorabilirdi? Yumruk yaptığım elimi sıktıkça sıktım.

“Sen ne hakla bunu bana sorarsın?” Bağırdım. “Bunu sormaya hakkın var mı?” Ekşidi yüzüm. “Yok,” dedim saniyeler sonra. “Git dedin gittim, sen ne yüzle geliyorsun?” Yanından geçecekken kolumdan tutup durdurdu. Hızla kolumu çekip yanında durdum. Bana döndü. Onun ne hissettiği umurumda değildi. Bana yaşattıklarının hesabını sorabilirdim de ama yapmadım. Ona diyecek tek bir sözüm bile yoktu.

“O gün…” Sözünü kesip, “O gün o kadının elini tuttuğun an bitti Yiğit. Sen bitirdin, sen bizi bu hale getirdin. Hiçbir açıklaman nezdimde affedilecek gibi değil,” dediğim an gözleri kapandı. “O gün o odada arkandan bakan kişi ben olurken, seninle giden o oldu. Şimdide ben yokum. Buraya gelmedin varsay, beni hiç görmemişsin gibi, hayatında hiç olmamışım gibi varsay Yiğit. Çünkü sen benim hayatımda hiç olmamışsın. Sen beni hiç sevmemişsin.” Konuşmasına müsaade etmeden yanından ayrıldım. Adımlarımın hızına yetişme gibi bir gayem yoktu. İçerideki kalabalık umurumda değildi ve ben odaya geçip kapıyı kilitledim. Saniyelerce yaslı olduğum kapıya sırtımı yaslayıp yavaşça olduğum yere çöktüm. Yavaşça süzüldü yanağıma gözyaşım ve acı içinde sızlandım. Elimi sızlayan kalbimin üzerine koydum. İki büklüm olduğum an çıkacak hıçkırığı duymasınlar diye elimle ağzımı kapattım. Dakikalar sonra hafifçe kapım tıklatıldı. “Zeynep’im,” dedi içli bir sesle. “Aç ne olur. Konuşalım” Yan tarafıma dönüp yüzümü kapıya yasladım. Parmaklarım kapıya değdi. Konuşmadım. Dakikalar geçti, o da kapıdaydı biliyordum. Ama konuşacak bir şey yoktu. Benim ona dair inancım kalmamıştı. Bütün inançlarımı yok etmişti.

Gözlerimi açtığımda evdeki ses yattığım yerden beni kaldırdı. Uyuyakalmışım, en önemlisi de neredeyse akşam vakti olmuştu. Odadan çıkıp sese yöneldim. Bahçede kavga vardı ve bu kavga Yiğit’le Yusuf arasındaydı. Daha çok Yusuf öfkesini çıkarıyor gibiydi. Yiğit ise sessizdi. Dayanamayıp tekrar yumruk çaktı, Yiğit ise karşılık vermedi. Herkes Yusuf’u engellemeye çalışıyordu ama yapamıyorlardı. Ben de engel olmak istedim ama beni görmedi bile.

“Yusuf!” Babamın sesi ile durdu. Babamı ilk defa bu kadar öfkeli gördüm. “İçeriye geç.”

“Ama baba.”

“Sana ne diyorsam onu yap, sizde geçin içeriye.” Diğerleri de sessizce içeriye girince benle Yiğit kalmıştı sadece bahçede. Babam sadece Yiğit’e bakıyordu. Anlam veremediğim kadar sakindi.

“Buraya gelmenin bir sebebi vardır umarım.” Otoriter sesi Yiğit’i bozmamıştı bilakis, “Var,” dedi bana bakarken.

“Konuşacağız.” Babamın son sözü bu oldu. Peşinde kalan bakışlarımı Yiğit’e çevirdim. Yüzünde oluşan birkaç darp ve kanama içimi sızlattı. Zaten yüzündeki yaralar iyi olmamıştı bile. Babamın peşinden gidecekken gelip beni durdurdu. Bu kadar kolay değildi hiçbir şey.

“İçeriye geç, yaranı temizleyeyim.” Yanından ayrıldım ama o hâlâ olduğu yerde bekliyordu. “Hadi.” Ben pansuman edevatlarını almaya geçerken o boş odanın birine geçti. Su ılıtıp çok beklemeden yanına geldim. Hareketlerimi sessizce izliyordu. Bense ona bakmamaya dikkat ediyordum, bakarsam bazı sözler bizi daha fazla savururdu.

“Düz dur,” dedim dibime kadar yaklaştığı an. Dediğimi yapıp dikleşti. Önce pamuğu ılık suya bastırıp yarasını temizledim. Dümdüz baktı.

“Acıdı mı?” Başını iki yana salladı. Hissiz duruşu bunu tasdiklemişti. Temizlediğim yarayı antiseptik sülüsyonu sürüp peşinden tekrar serum fizyolojik ile temizledim. Her hareketimi kıpırtısız izlemesi elimi kolumu nereye koyacağımı bilemez duruma getiriyordu. Kirli pamukları poşete koyarken eli aniden yükseldi. Dokunacaktı ama izin vermeden geri çekildim. Oysa yüreğimde zihnimde ona koşuyordu. Sarılmak, doyasıya özlem gidermek istiyordum ama karşımdaki adam sanki bir yabancıymış gibi beni ondan uzaklaştırıyordu. Bir yıl boyunca acıma yeni bir derinlik kazandıran oydu. Şimdi hangi cüretle bana dokunabiliyordu ki ben de ona karşı aciz bir çaba içerisindeydim.

“Şu an acıdı.” Dediğini anlar anlamaz gözlerine baktım. Gülümsüyordu, bu gülüş eskisi gibi gelmiyordu ama bana. Biraz da acı doluydu. “Fakat ben seninkini çok yaktım, sözlerim hiçbir zaman tam olmayacak biliyorum.”

“Artık sana dair bir acı taşımıyorum ben. Hiçbir şey ifade etmiyorsun benim için.” Yüzü düştü, ardından gülümsedi. “Yaram acırken bile bana nasıl baktığını gördüm mavi, acıdı mı derken bile benim için endişelendin.” Ona dokunsam bana daha fazlasıyla gelirdi bilirdim ama ben onu tamamen merkezimden çıkarmıştım.

“Çok umutlanma Yiğit, sen sadece şu anlık buradasın. Sadece şimdilik.” Ayağa kalkıp elimdeki kirli suyla kapıya ilerledim. Kapıyı açacakken tek eliyle kapıyı geri itti. Nefesini ensemde hissediyordum, bu kadar yakınımda olması istediğim durumdan ötedeydi. Dirseğimden tutup bedenimi kendine çevirdi. Boyunun uzun olması şu an gerçekten beni zorluyordu.

“Cık,” dedi küçük bir çocuğa bakar gibi. “Beni affetmen gerekiyor.” Öfkeyle baktım bu sefer yüzüne. Şu an ondan nefret etmeyi o kadar çok isterdim ki bunu beceremiyor oluşum kendime de öfke duymama sebep oluyordu.

“Bitti artık Yiğit. Seni asla affetmeyeceğim.” Yaklaştı. Yüzü yüzüme yakındı ve ciddi bir ifadeyle, “Gerekirse o gün tuttuğum eli keserim,” deyince dehşetle yüzüne baktım. Yapardı, onu tanıyorsam dediğini es geçmezdi. Başımı yan tarafa çevirdim. Fakat o inadıma yaklaşmaya devam ediyordu. Kolunun altından çıkacaktım ama izin vermeden kapattı.

“Soldurdum seni ama hâlâ çok güzelsin.”

“İyi olacağım,” dedim kararlı bir duruşla. “Sensizken daha iyi olacağım.” Elini yumruk yaptı. Bu sefer gerçekten onu kızdırmıştım. Gülen yüzü ciddileşti ama hâlâ olduğu yerde bekliyordu. Nefesi hızlanırken ona baktım cesaretle. Yüzümüz birbirine yakındı.

“Ama ben sensiz iyi olamam.” Buğulanan lacivertlerine ilmek ilmek tırmandım. Aramızdaki buz dağını aşamazdık, bu artık imkânsızdı. Ona dönsem bile asla güvenemezdim.

“Bu zamana kadar iyi değil miydin sanki? O kadın…” Parmağını dudağıma yerleştirdi, susmamı istiyordu ama ben susmayacaktım. Bakışlarım parmağına indi bu sefer. Başını iki yana sallayıp, “Tek bir kadın benim kilidimi kırdı,” deyip kalbime dokundu. “Anahtarı burada.” Dayanamayarak ittirdim. Yorgun ve yaralı bedeni geri adımladı. Parmağımı kaldırıp konuşacakken hızla parmağımı tuttu ve parmak ucumu öptü. Bunu beklemiyordum, ki sarılışı da beklediğim durum değildi. Kolları arası şifamdı ama ben bu anda kalbimi öldüren adama yaklaşmaktan korkuyordum. Sanki zehir yayılıyordu bedenime bu sefer.

“Bırak.” Kolları arasında çırpındım ama bırakmadı. Boğuk bir sesle, “Affet beni Zeynep,” dedi. İkimizde kendimizi yıpratıyorduk. Çekildim geri. Yarasından ötürü eski gücü yoktu. Ona olan öfkeyle tokat attım. Önce yaptığımın şaşkınlığı oluştu ardından, “Bana sakın ona dokunduğun gibi dokunma,” dedim. Öfkem duygularımı yerle bir ediyordu.

“Bu ne demek?” Sesi yükseldi. “Haddimi aşmadım Zeynep. O an öyle olması gerekiyordu, oldu. Başkası yok. Benden tiksiniyormuşsun gibi bakma.” Bu sefer gerçekten sinirlendi. Alayla gülüp alnımı ufaladım. Odada bir sağa bir sola dönen bedenini izlerken bir an durup iki kolumdan da tuttu. “Kızmanda haklısın ama güvenmemen canımı yakar.” Ellerini itekleyip, “Ne fark eder artık? Söylesene Yiğit! Git dediğin yerden neden beni her defasında incitiyorsun?” dediğimde kapı açıldı. İçeriye koşarak giren Hümeyra kucağıma atladı. Boyun girintime girmiş utanarak Yiğit’e bakıyordu, Yiğit’te ona. Bakarken nasıl gözlerinin parladığını görüyordum.

“İyi misin bir tanem?” Başını kaldırıp hızlı hızlı salladı. Yiğit’ten çekiniyordu zannımca. Fısıltı ile, “Utanmana gerek yok,” dedim. Yine pustu göğsüme. Şimdilik üzerine varmak istemedim. Yiğit’e döndüğümde gözlerini Hümeyra’dan hiç çekmemişti. Bir ara eli uzanacak oldu ama vazgeçti. Yutkunduğu an çıkan âdemelması bir ara orada takılı kaldı.

“İster misin?” Hafif tebessüm ettim. Şu an ikisinin de birbirlerini tanıma vaktiydi.

“Gelir mi ki?”

“İstersen bir dene.” Hafiften başını eğip göğsüme saklı yüzüne baktı. Yüzünde ufak bir masumiyet tebessümümü genişletti. Işıl ışıl olan gözleri özenle saklıydı gözbebeklerinde. Uzandı eli. Hümeyra buna tepkisiz kalmayarak kucağımdan indi. Diz üstü çöken Yiğit’e yavaş yavaş yaklaştı. Aralarındaki yakınlaşma gözlerimi doldurdu. Babalık vasfı ona böyle güzel yakışırken o sanki bundan korkar gibiydi. Eli titriyordu. Hümeyra önce Yiğit’in yaralı yüzüne dokundu. Korkmamıştı, sanki hissetmiş gibi gidip Yiğit’in kucağına sığındı. Köşeye oturup onları izledim. Yiğit’in tutumu üşüyen yüreğimi sıcacık etti. O belki bize sahip çıkamamıştı ama babalıkta en iyisi olacağını biliyordum. Ona mesafemi çocuğumda uygulayamazdım, ikisinin de hakkıydı birbirlerine bağlanmaları. Ben sadece onlara uzaktan destek olacaktım.

Titreyen elleri Hümeyra’nın sarı saçlarını buldu. Sarıldı minik bedene, öptü saçlarından. Karşımdaki güzellik hayatıma vaat edilmiş yenilgide ipin ucunu sıkıca tutmamı sağlıyordu. Bu sefer koparılmayan bir bağ vardı ve o bağa bir baba ve evlat tutunuyordu.

Bana baktığında tebessümüme tebessüm yolladı. İkisi de öyle güzel duruyordu ki bu anı bozmamak için ayaklandım. Onları baş başa bırakmak istiyordum, ben kalırsam yanlarında kızgınlığımdan pek eser kalmayacaktı. Yanlarından geçecekken elimi tuttu. Tepeden onlara baktım. Elimi çekiştirdi, gitmemi istemiyordu.

“Sadece şu an, birazcık. Çok özledim mavi, kalsan olmaz mı?”

Akşam yemeği için çağırıldığımızda Yiğit’le Hümeyra önden geçti. Son ana kalan akşam namazımı kılıp mutfağa yöneldiğimde içerideki seslerle salona yöneldim bu sefer. Ezgi ve Efe Hümeyra ile Ayşe’yle oynuyordu. Çocuklar kıkır kıkır gülerken Efe bu hallerinden hoşlanır gibi onlarla çocuk gibiydi. Bu hali beni de gülümsetti.

“Zeynep, sen var ya. Ay neden söylemedin bize ya?” Cevap vermek yerine köşedeki berjere oturdum. Suçlayıcı bakışlarım Yiğit’teydi, o da Hümeyra’ya dalıp gitmişti. Ona baktığımı fark edince bana çevirdi güzel gözlerini. Gülümsedi bütün kırgınlığımın üstünü örtmek ister gibi.

Yemek yemek için masaya geçtiğimizde Efe hariç kimseden ses çıkmıyordu. Efe’de Hümeyra ile masada oynamaya hâlâ devam ediyordu.

“Çocuk uçak esprisinden artık zehirlenecek.” Efe Ezgi’ye yan bakış atıp, “Biz gerçeğine bineceğiz yeğenimle,” deyip Hümeyra’ya, “Değil mi fıstık,” dedi. Hümeyra kendi kendine acayip sesler çıkardı.

“Oğlum nereye?” Yusuf’un yemek yemeden masadan kalkması ile annem seslendi.

“Aç değilim ben, size afiyet olsun.”

“Otur şuraya Yusuf!” Babam bu tavır karşısında sinirlendi. Yusuf önce bozuldu ama babama saygısızlık olmasın diye tekrar yerine oturdu. Yüzü asıktı ve Yiğit’e bakmamak için büyük çaba sarf ediyordu. “Tabağını bitir, masa başında da suratını asma.” Yusuf cevap vermek yerine yemeğini yemeye başladı. Konuşmak istiyordu ama bana bakıp vazgeçiyordu. Üzülmeyeyim istiyordu ve ben bu ikilemde bile onları bu hale düşürmekten nefret ediyordum.

“Seninle yemekten sonra konuşacağız Yiğit, çalışma odasına geç.” Yiğit babamın sözleri ile, “Konuşalım,” deyip dalgın bakışlarını tabağa dikti.

“Konuşacak bir bahanen kaldı yani.” Yusuf dayanamayıp laf attığında Yiğit’in yüzü gerildi. Koyulaşmış lacivertlerinin ardından kaşları çatıldı. “Bahanelerimi Zeynep’in yanına taşımam ben,” deyince Yusuf alayla gülümsedi. “Ama onu da terk ederim diyorsun.” Yiğit masanın üzerinde duran elini yumruk haline getirdi. Bu sözler benim adımaysa öfkesine hâkim olamıyordu, keza Yusuf da bana karşı yapılan hatalara göz yumamıyordu. Ben onun hassas yanıydım, bu hep böyleydi.

“Bunun terk etmekle ilgisi olmadığını onu buradan götürerek tersine çevirdiniz zaten Yusuf.” Bahis ortaya atıldığında babam hiçbir şey demeden masadan kalktı. Konuşulması gerekiyordu ve konuşuluyordu. Yusuf öfkelenerek ayağa kalktı. Odadan rüzgâr gibi çıkarken Yiğit onun aksine oldukça rahat hareketle kalktı. Tepeden bana bakıp, “Telafi edeceğim,” dedi. Odadan çıkarken ben bir müddet masa başında kaldım. Hümeyra çekiştire çekiştire odadan çıkartırken Efe öne eğilip dirseklerini masaya koyup bana baktı.

“Zeynep, haddim değil belki ama onun bu zamana kadar seni terk etmek kastıyla yanında olmadığını bil.” Ciddileşti, ciddileşince ismimle hitap ederdi hep. Mavi gözleri o an buğulanır gibi oldu ama tez toparladı. “O arazinin patlatıldığı gün, aslında büyük kıyameti başlatmıştı, sadece hedefine odaklanmak istedi. Eğer olacakları bilseydin endişe eder yanında olmak isterdin ama tek hedef sendin. Bir de…” O an sustu. Sıkıntıyla ensesini ufalayıp ayaklandı. “Bir de ne Efe?” dedim ben de ayağa kalkarak. “Neyse, siz Yiğit’le ayrıntılı konuşursunuz Zeynep,” deyip kaçar adım benden uzaklaştı. “Hey! Dursana ya, böyle anlatıp anlatıp kaçamazsın.” Geri dönüp gülerek turist Ömer selamı verip tekrar arkasını dönüp gitti. Haksızlıktı bu. Oflayarak ayağa kalktım ve su içmek için mutfağa geçtim. Etrafta kimse yoktu, özellikle mutfağın bu kadar tez toparlanması beni şaşırttı. Milleti aradım, Efe ile Büşra bahçede çocuklarla oynuyorlardı, annemse aralık kapıdan gördüğüm kadarıyla namazını kılıyordu. Bahçeye geçecekken onun sesini duydum. Bu yaptığım pek doğru değildi ama kapıya biraz daha yaklaştım.

“Siz bana ondan vazgeçin derken, ben size gelip anlatmadım mı her şeyi Abdullah Bey? Şimdi isteseniz de vazgeçmem.” Babama karşı bu kadar açık konuşması babamın sessiz kalmasını sağladı. Büyük ihtimal onu pür dikkat dinliyordu.

“Ben sana onun canını yak demeye konuşmadım Yiğit. Sen vazgeçmem diyorsun ama görüyorsun olanları.” Birkaç saniye sessizlikten sonra hafif hareketlenme sesleri oluştu. Büyük ihtimal babam odanın içinde mekik dokuyordu.

“O gün…”

“Zeynep.” Dikkatimi dağıtan sesle irkildim. Yarım kalan sözü dinleyemeden Büşra yanıma geldi. Zaten sesler çok az duyuluyordu. Fısıltı ile, “Ne yapıyorsun burada?” dedi. Dirseğinden tutup çekiştirdim. “Şşş, duyacaklar şimdi.” Kıkırdadı. Burnumun ucuna hafif fiske atıp, “Sanki bir rengin geldi senin ha,” deyince gözlerim büyüdü. “Kızarma kızarma, anladım ben seni.”

“Çenen düştü senin.” Kendi odama ilerlerken peşimden geliyordu. İçeriye girmeden evvel konuşmaları bitecek ki onu gördüm. Babamla son kez konuşup aynı şekilde bahçeye ilerledi. Büşra yatak ucuna otururken ben de olan abdestimle namazımı kıldım. Büşra bana bakıyor bense Büşra’da kaçıyordum.

“Hadi çıkalım. Baksana bizim delilere, şimdiden çocukla çocuk oluyorlar.” Efe’yle Ezgi’yi kast edince ikimizde gülüştük. Bahçedeki hareketlenme izlenmeye değerdi. Ortalığa baktım ama o yoktu, gitmiş miydi yani. Yüzüm düştü. Gitmesi neden beni bu kadar üzdü ki? Zaten hep gitmemiş miydi?

“Telefon görüşmesi yapıyor, gelecek.” Ezgi yanıma oturup bana yaklaşarak konuştu. Yüzümün düşmesini anlamış gibiydi. Omuz silkip, “Gidebilir de bunu önemsemiyorum,” deyince göz devirdi. Çok kötü yalancıydım. Sonra o geldi, bütün ihtişamıyla karşımdaydı ve ben ondan bakışlarımı çekemiyordum. Ona kızgınlığım bile gördüğümün tersini yaşatıyordu bana. Geldi yanıma oturdu. Bacağı bacağıma değerken hiç düşünmeden elime uzandı ama izin vermedim. Biraz daha ondan uzaklaştım. Ona bu kadar kolay kanamazdım.

“Hadi Büşra hazırlan, çıkalım.” Yusuf Yiğit gelince gitmek istedi. Onun bu tavrı ile ayaklandım. Çok fazla kızgındı, Yiğit’i ise görmeye dayanamıyordu.

“Yusuf.” Bana dönüp, “Abla, ne zaman o adam gider ben gelirim,” deyince gözlerim doldu. Ben arada kalmak istemiyordum. “Böyle yapma ama.”

“Ne yapmayayım abla? Adamdaki rahatlığa bak, masumculuk oyununa katlanamayacağım ben.”

“Önce otur bir konuşalım Yusuf.” Yiğit de benim gibi ayaklandı. Bu aradaki soğukluğa bir adımdı ama Yusuf bu karşılığı pek sevmedi.

“Seninle konuşacak tek bir söz yok bende. Fakat şunu unutma, ablamla olan bütün bağını keseceğim.” Yiğit buna sinirlendi. Aradaki bağların kopma düşüncesi onu zaten ilk delirtenlerdendi. “Buna karar verecek kişi sen değilsin,” demesi ortamı biraz daha kızıştırdı. Büşra çocuklar korkmasın diye alıp içeriye götürdü. Zaten bütün gün ikisi de gergindi ve akşamki öfkenin yeri tazeydi.

“Allah Allah, sen kimsin peki? Onu terk edip giden adam mı söylüyor bunu?”

“Haddini aşma!” Yiğit sakin olmaya çalışıyordu ama bu onu biraz daha geriyordu. Yusuf Yiğit’in yakasına yapışıp, “Ben sana bir had bildiririm, değil konuşmak tek kelime edemezsin,” deyince Yiğit Yusuf’u yakasından silkti. İrileşen gözleri ve boynunda atan damarı kavgaya ön hazırlık gibiydi.

“O evrakta zorlayan sendin değil mi?” Yusuf dayanamayarak Yiğit’e yumruk attı. Yiğit elinin tersiyle daha yeni pansuman ettiğim dudağındaki kanı sildi. Öfkeliydi ama sakin kalmaya çalışıyordu. Yusuf tekrar Yiğit’in yakasına yapışıp, “Lan senin yüzünden ölüyordu bu kız, şimdi gelmiş bana vazgeçmem gösterisi mi yapıyorsun?” deyince Yiğit’in bakışları bana kaydı. Kaşları çatıldı. Efe koşarak gelip Yusuf’la Yiğit’i ayırdı. Yusuf söylene söylene evden çıkarak gitti. Bu gece fazlasıyla aksiyon yaşamıştık ve ben, zihnen de bedenen de yorulmuştum. Yanlarında durmayarak çıktım bahçeden. Kendimi artık katlanılmaz bir halin içerisinde hissediyordum. Gözyaşları içinde odaya yöneldim. Zaten gözyaşlarımda bir bahane arıyordu. Kapıyı kapatacakken bir el kapıyı durdurdu. Aralık kapıdan bana bakan bir çift gözle duraksadım. Sonra kapıyı açıp girdi. Yüzündeki gerginlik hâlâ yerinde duruyordu. Karşımda duruşu iri heybetinden dolayı beni ürküttü.

“Yusuf neyden bahsetti öyle. Ne yaşadın sen Zeynep?” Bu tavrı kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Bana yakın bedenini ittirip, “Önce geri çekil,” dedim. Üslubu rahatsız ettiği kadar bana hesap soruşu çok da hoşuma gitmedi. Bir milim bile gitmedi bu sefer. Bilakis üzerime daha fazla yürüyüp dirseğimden tutarak beni kendine çekti. “Konuş Zeynep, bu mesafe beni orada yaşadıklarımdan daha çok çıldırtıyor. Bu kadar yakınımda olup da beni nasıl nefessiz bırakabiliyorsun görmen lazım.” Yüzündeki ciddiyet teninin tenime değmesiyle yaktı. Sertçe yutkundum. Bakışları yüzümün her bir hattında dolaştı. “Anlat artık, bir şeyleri bilmek istiyorum.”

“Bir önemi var mı artık?” Yüzü durağanlaştı. Bu sefer onun canını ben yakıyordum “Önemi var,” dedi kısık bir sesle. Ağlamamalıydım, ona yenilmemeliydim. Sımsıkı sarılma isteği neden kırgınlığımın önüne geçerdi ki? Oysa oradayken ne vaatlerle kendimi avutmuştum. Zorda olsa geri çekildim. Hâlâ nefes nefeseydik ve eli tenimden yavaşça inerken ikimizde acı çekiyorduk.

“Kıyamet çoktan koptu Yiğit, sadece ben sağ çıkamadım oradan.” Başını iki yana salladı ve, “Deme öyle,” dedi. Burukça güldüm. Bu sefer çekinmeden elini tutup kalbimin üzerine koydum. “Bak buraya. Artık senin için atmıyor.” Yalan konuşsam da ciddi olmam gerekiyordu. Bir şeyler bitmeliydi. Yiğit’i kendimden uzaklaştırmak kendime yapabileceğim en büyük iyilikti.

 

“İnanmıyorum sana.” Geri çekildim. Benim inandırma gibi bir gayretim yoktu. Sadece dinginlik istiyordum.

“İster inan ister inanma. Artık git Yiğit, seni gördükçe acı çekiyorum.”

“Bu zamana kadar seni aramakla geçirdim günlerimi. Şimdi istesen de gidemem.” Gözlerimi kapatıp soludum. Canımı yaktığının farkında değil miydi? Ona kendimi ifade edecek güç yoktu ben de.

“Yiğit, git. Artık git.” Yüzüne kapattım kapıyı. Kalbim ağrıyordu. Bir şeyleri yoluna koymaya çalıştıkça tepe takla oluyordum.

Yiğit annemin suyuna gidip bu gece burada kalmayı başarmıştı. Bir saattir beni sinir etmek için sırıtıyor, zafer kazanmış gibi bakıyordu. O andan beri ben odadan hiç çıkmamıştım. Saat eper geç olmuştu ve Hümeyra hâlâ uyumamıştı. Odadan çıkarak Hümeyra’yı aradım. Salonda annemle babam oturuyorlardı. Evin içini aradım, diğer odaya girdiğimde gördüklerimle o an duraksadım. Koltuğa uzanmışlar birbirlerine sarılarak uyumuşlardı. Öylece kaldım kapı dibinde. Ben neyle savaşıyordum böyle? Olmayacak bir savaşın içerisinde miydim? Sanki bu manzara bütün yaralarıma şifa olmuştu. Sanki bu anı görmesem acıdan kıvransam da ölmeyecekmiş gibiydim. En çok da ihtiyacım olan buymuş, benim muhtaçlığım buymuş.

Odadan pike alıp geldim. Tepeden bir müddet güzelliklerine baktım. İçim huzur doldu ve ben sanki bütün yükümü üzerimden attım. Pikeyi üzerine örtüp geri çekileceğim esnada bileğim tutuldu. Yiğit beni kendine çektiğinde üzerine düşmedim ama yüzlerimiz birbirine çok yakınlaştı. Nefesi yüzümdeydi. Bileğimi elinden kurtaramadığım gibi geri çekilmem böyle beni çekmesiyle imkânsızdı. Gözlerini kapattı ve nefesini soludu.

“Kokunu özlemişim.” Açtı gözlerini. Lacivertleri gülünce kısıldı. Eli havalandı ve yüzümü sevmek ister gibi tenime yaklaştı. Yapamadım, geri çekildim. Kaşlarım çatıldı artık ona engel olmalıydım, bu kadar yakınımda olması geçmişi törpüleyemiyordu.

“Yiğit,” dedim. Bu sefer sesim diğerlerine göre ciddi çıktı, o da bunu anlayacak ki gülüşünü yok etti. “Aramızda Hümeyra’dan başka bir bağ yok. O yüzden sabah buradan git. İstediğin zaman onu görmeye gelebilirsin ama seninle ben bir daha olamayız.” Kısa bir an yüzüme baktı. Sanki bir can almışım gibi ondan, ifadesi değişti. Hümeyra’yı güvene alıp köşeye yatırdı. Ayağa kalktığında ben de ayaktaydım ve tam karşısındaydım.

“Ben…” Sözünü kesip, “Bitti diyen sendin, şimdi ise benim. O gün orada bitirmiştik. Şimdi senden tek istediğim durumu zorlaştırma,” deyip kapıya yöneldim. Bakışları boşlukta kaldı. Kapıyı açıp son kez ona bakarak, “Artık biz olamayız. Buna inanmak istemesen de gerçek bu,” deyip kapıdan hızla çıktım. Onun hâlâ orada dikeldiğini biliyordum ama artık kendi kırgınlıklarım güçsüzlüğümle birleşmiş gibi kendimi hep ya bir yerlerde ağlayarak ya da sessizliğime gömülerek çıkarıyordum. Ama artık ben o ben değildim. Ona karşı hislerim değişmese de güvenim değişmişti. Bu evlilik bu güvensizlikle ilerleyemezdi.

Yarım saattir yatakta dönüp duruyordum. Bütün gece uyuyamamıştım. Aklım hâlâ onun gidip gitmediğindeydi. Oflayarak yataktan kalktım. Bu böyle olmayacaktı, ondan kaçacağım diye kendimi odaya hapsedemezdim. Üzerimi giyinip odadan çıktım ama bütün merakım o odadaydı.

Yavaş adımlarla o odaya yöneldim. Elim kapı kulpundayken genzimi yakan sızı kapının arkasındaki olacakları gösteriyordu. Açtığım kapı ve boş olan oda omuzlarımın düşmesine neden oldu. Geri dönüp girdiğim mutfağa girdim. Bahçe kapısı aralıktı ve beni de oraya yönlendirdi.

Gitmemişti, hâlâ buradaydı. Arkası bana dönüktü ve sigarasını üfürüyordu. Beni çok fazla ikilemde tutuşu ona karşı mesafemde sıfır etkiydi. Düşünceliydi, bu düşüncesini zaten bilebiliyordum. Ona görünmeden mutfaktaki işleri halletmeye başladım. Kahvaltı için erkendi ama en azından kafamı biraz dağıtmalıydım.

“Anne, çüt.” Hümeyra elindeki biberonla koşa koşa yanıma geldi. Bu tavrına gülümseyip boyuna gelecek kadar eğildim.

“Sen neredeydin bakalım küçük hanım?” Biberonu elinden alıp yüzüne baktım.

“Dede,” dedi. Babamın yanında olduğunu anladım. Tam konuşamadığı için kısa kısa cümleler kuruyordu ama anlıyordum. Bu hali öyle şirindi ki gülümsemeden edemedim. “Anne, baba.” Yan tarafımdaki Yiğit’in ne zaman geldiğini anlamadım. Durgun bir şekilde Hümeyra’ya döndü. Hâlâ Hümeyra’ya karşı bir çekingenliği vardı. Hümeyra’ya sütünü vermek için ayaklandım. Hareketlerim seriydi, aslında ona bakmamak için ne yaptığımı da bilmiyordum ya.

“Seni görmeden gitmek istemedim.” Duraksadım, gideceğini söylediğinde girdiğim hal bir çukura takılmışım gibi hissettiriyordu.

“Vedalar senin için yabancı değil miydi?” Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Ama gerçekler buydu. O bana gideceği vakit hiç söylemezdi ki.

“Bu veda değil, akşam geleceğim.”

“Yiğit, artık uzatma. Eğer gelirsen ben giderim.”

“Bu sefer nereye gidersen git bulurum.” Geri çekildi. Başka bir şey demeden kapıyı açtı. Bakışlarından kaçtım. Kapanan kapı yüzüme çarpmıştı sanki ve ben yine bu eve sığamaz olmuştum.

Bölüm : 21.02.2025 15:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...