
Selamun aleyküm sevgili okurlar.
Ramazanınız mübarek olsun. Bu mübarek ayda birbirimize dua edelim.
Finalden önceki bölümle geldim, diğer bölüm final inşallah. Bu yüzden sizden ricam final öncesi güzel bir yorum desteği almak.
Bölümün sonu benim en sevdiğim yer.
Keyifle okuyun.
...
Herkesin bir hayat hikâyesi vardı, benimde hayat hikâyem kıyametle başlayıp kıyametin en çetiniyle devam ediyordu. Hayır, ölmüyordum, uçurumun ucunda ölümü bekliyordum. Elini uzatan kişinin kaybıydı beni bu uçurumdan kurtaracak ve her an onsuzluk ayağımı kaydıracaktı.
On dakikadır tavanla bakışıyordum. Kıyametin hesabını yapmaktan vazgeçmiştim artık. Şimdi ise saniyelerin bile geçmediği anda hesabımı yapamaz haldeydim.
Eve getirilmiştim zorla. Onu gördüğümde ameliyattan yeni çıkmıştı. Durumunu öğrenememiştim çünkü buna zamanım yoktu. Tehlike o kadar dibimizdeydi ki resmen kaçmıştık bundan. Savaşamamış, onun mücadelesine ortak olamamıştım.
Ruhumu zedeleyen, yüreğimi kan revan içerisinde bırakan bu düşünceleri bir kenara atıp yattığım yataktan kalktım. Nefes alamıyordum, ölüyordum adeta. Evden çıkıp bahçeye geçtim. Hava sıcaktı ama ben üşüyordum, en çok da yüreğim üşüyordu.
Günlerin hasretine bir de kaybetme duygusu eklenince kalbimdeki o çiçekler bir bir soluyordu. Ona ihtiyacım vardı, ona öyle bir ihtiyacım vardı ki sanki patlamada ben hasar görmüşüm gibi can çekişiyordum.
Başımı karnıma çektiğim dizlerime yasladım. Dayanılmaz bir girdabın eşiğindeydim. Olduğum yerde duramıyordum. Evden çıkıp köşede bekleyen Betül’e bakındım. Beni görünce direkt yanıma geldi.
“Kötü gözüküyorsun.”
“İyiyim,” dedim kısa keserek. Etrafa bakındım. Korumaların sayısı artmıştı. Betül durumu sezdiğimi görünce, “Sadece tedbir,” dedi. “Şu anlık kötü bir durum yok.”
“Daha ne olabilir ki?”
“Zeynep, Yiğit Bey iyi ama sen hiç iyi gözükmüyorsun. İstersen hava almaya çıkalım kendine gelirsin.”
“Tamam,” dedim. Buna ihtiyacım vardı çünkü. Ayağa kalkmamla birkaç arabanın avluya girdiğini gördüm. Merakla bekledim, önce Efe sonra Serkan çıktı arabadan, ardından ise Yiğit. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi sendeledim. Yaralıydı, yarasından ötürü ise hafif kambur yürüyordu. Eli karnının üzerindeydi. Eve geleceklerinden haberim yoktu. Hatta Yiğit daha toparlanamamıştı bile. Dolu gözlerle yanına koştum, sarılmak istesem de yapamadım. Dokunamadım, incinirdi çünkü. Zaten zor yürüyordu, en fazla koluna girebildim. Önce hafiften yüzünü buruşturdu. Bilse ona ne kadar hasrettim, ne kadar acı çekiyordum hiç durmaz sarmalardı beni.
Eve girdiğimizde herkes geldiğini görecek ki kapının önüne dizilmişlerdi. Aysun anne ağlar gözlerle oğlunun diğer koluna girip bizimle yürüyordu. Onu odasına çıkarıp yatağa yatırdık. Aysun anne art arda Yiğit’in saçlarından öpüyor, “Çok şükür, çok şükür,” diyerek dualarını yeniliyordu. Zaten bize kızmıştı ona hiçbir şey anlatmadığımız için ama onun üzülmemesi gerekiyordu.
Herkes aralarında konuşurken ben sessizce anlatılanları dinliyordum ama sadece Yiğit’e bakarak. Durgunluğum onunda dikkatini çekecek ki yanında olduğum için elimi kavrayıp, “Geçecek,” der gibi hafiften sıktı. Geçer miydi sahi? Gördüklerimden sonra geçeceğine dair ümitlerim yok olmuşken buna inanacak bir gücümde kalmamıştı. Bu yüzden tepki veremedim. Sadece keyifsizce dinliyordum, keyifsizce bakınıyordum.
“Biz gidelim artık, sen de dinlen oğlum. Bir şey olursa beni ararsınız.” Kemal amca ayağa kalkınca diğerleri de kalktı. Ezgi de aynı şekilde keyifsizdi. En son duyduğum kadarıyla Bahadır iyiydi ama Ezgi onu göremeyince rahat etmezdi bilirdim.
“Tamam amca, sizi de yorduk zaten.” Kemal amca Yiğit’in omzuna şefkatle elini koyup, “Sen de bir an önce iyi olup işinin başına dönmeye bak,” dedikten sonra vedalaşarak evden çıktılar. Babamlarda onlarla beraber gittiler. Uyukladığını görünce onu biraz daha yatırdım yatağa. Yıpranmıştı, bu yüzden uyuması onun için iyi olacaktı. Pikeyi üzerine biraz daha örttüm. Boş kalan yere rahatsız olmasın diye yavaşça oturdum. Kollarının arasına kıvrılmak istedim lakin yapamadım. Ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Ellerim gür saçlarına ulaştı. Kıyamadığım her zerresine zarar gelmesi büyük hezimetti. Bu sefer düşünmedim, kıvrıldım o ufacık yere. Seyre daldığım yüzü bembeyazdı. Benimde kapandı gözlerim, birkaç günlük yorgunluğumun sonlandığı güzel yerde belki de dinleneceğim tek yerde artık sessizliğin içine gömüldük ikimizde.
…
Gözlerimi araladığımda bir çift lacivertlerle göz göze geldim. Yeni uyanmıştı, gözleri tebessümle kısıldı. Ruhum dinginleşti, günüme güneş doğmuş gibi sıcacık oldum. Uzandım yanağına, sevdim, sevdikçe yenilendim. O an dayanamayıp tek bir damla gözyaşımı serbest bıraktım. Bu sefer o uzandı yanağıma ve gözpınarımdaki nemi yavaşça sildi akabinde bir buse bıraktı gözüme. Başımı göğsüne çektiği gibi kokusu da ciğerlerime doldu. İşte benim evim burasıydı, benim yuvam benim tek yaşam merkezim burasıydı. Çenesini başıma koyduğu gibi boğuk bir sesle ağladım. Ağlama demedi, biliyordum ki o benden daha kötüydü. Alnımdan öptüğü yer dudaklarındaki en büyük ihtişamı da kazımıştı tenime.
“Korkuyorum.” Sessizliği sadece fısıltım bozdu. O sadece beni dinliyordu. Elim beline gittiği anda sarılmam da sıkılaştı. Çenesi hâlâ başımdaydı.
“Ben de.” İç çekti. “Son kez gözlerine bakamayacak olmam beni korkuttu.” Alnıma yaslı dudakları titriyordu. Kalbimdeki o uçsuz hüzün kendini huzurlu bir ana bıraktı. Artık o yanımdaydı, artık biz birbirimize aittik. Kolay kolay silinmeyeceğini sandığım darbeler her ne olursa olsun iyi olmaya başlamıştı. Belki çok yorulmuştuk ama bundan sonrasında ufuk gözüküyordu.
“İyi misin biraz daha?” Solgun gülüşü bana karşı ihtişamla genişledi. Zaten ne zaman bana karşı mesafeliydi ki? Hep daha güzel gülümsüyor, hep daha güzel bakıyordu. Onun yanında özel bir kadındım, bunu bana hep hissettiriyordu.
“Şimdi bir nefes kadar yakınımdasın ya, iyi olmamam mümkün mü?” Uzun zaman sonra ilk defa yakından bakıyordum yüzüne. Kusursuz yüz hatları, uzun sık kirpikleri kalbimin en ücra köşesini ısıttı.
“Ağrını sordum. Benden saklama ne olur.”
“İyiyim merak etme. Ağrı kesiciler iyi geliyor.”
“Bir daha böyle tehlikenin içine girme. Ya sana bir şey olsaydı!”
“Girmem.” Yüzünü sevmeye devam ettim. Kaybetme hissi zehirli bir sarmaşık gibiydi. Her yönüyle ruhumu emiyordu ve ben bunun şifasını şu an bulmuştum.
…
Olayların üzerinden dört gün geçmişti. Evdeki hareketlilik kendini yavaş yavaş sakinliğe bırakmıştı. Yiğit biraz daha iyiydi artık. En azından ağrısı yoktu ve iyi oluyordu. Bu, beni oldukça mutlu ediyordu.
Halime ablaya kahvaltı için yardım ediyordum. Elimdeki ekmek sepetini salondaki masaya götürdüğümde onu gördüm. Kucağında Hümeyra ile merdivenlerden iniyordu. Yine her zamanki gibi manzaram müthişti. Gülümsemem genişlediği gibi Hümeyra’ya bakınca soldu. Çünkü Hümeyra Yiğit’i öyle bir sarmalamıştı ki olan biten her şeyi hissetmiş gibi kaybetme korkusu yaşıyordu adeta.
“Günaydın,” dediğim anda Hümeyra hiç istifini bozmadı. Yüzü Yiğit’in boynunda saklıydı. Yiğit’te, “Günaydın,” deyip yanağımdan öptü. “On beş dakikadır böyleyiz.”
“Sana çok alıştı. Sanırım o da hissetti her şeyi.” Dediklerimle başını salladı. O da Hümeyra’ya düşkündü, bunu her gece yanına gittiğinde fark ediyordum. Sabah sesini ilk o duyuyor, ilk o gidip ilgileniyordu. Babalık ona çok yakışmıştı.
“Sandığımdan da güzel hismiş Zeynep.” Sandığımızdan da. O bize verilmiş en güzel hediyeydi. Bana derin derin bakan bu gözler ise Allah’ın en güzel lütfuydu.
“Ağrın varsa bana ver Hümeyra’yı.” Başını iki yana sallayıp, “Kuş kadar zaten,” deyip salona yöneldiler. Tekrar mutfağa geçip diğer kalanları masaya taşıdım. Aysun anne de gelince masaya oturduk. Hümeyra huysuz bir şekilde Yiğit’ten ayrılmak istememişti ama onu doyurmak için mama sandalyesine oturtmuştum. Bu halleri beni tedirgin ediyordu artık. Düşkünlükten ziyade farklı bir şeydi bu. Ben değil Yiğit doyurmaya başlamıştı, önümden tabağı alıp hem oynuyor hem de yediriyordu. “Bahadır’dan bir haber var mı?” Aysun annenin sorusuyla Yiğit bakışlarını Hümeyra’dan çekti.
“Eve getirmişler.”
“Ziyaretine gitmemiz iyi olur.” Yiğit bu teklifle başını salladı sadece. Bahadır’ın durumu daha ağır olduğu için tedavisi uzun sürmüştü. Kahvaltıyı yapmış, mutfağı toparlamıştık. Bahçeye Yiğit’le Hümeyra’nın yanına çıktım. Kısa bir an kucağında uyuyakalmıştı bile. Hamaktalardı ve Hümeyra babasının kucağına yüzüstü yatmıştı. Yiğit saçlarını okşuyordu, beni fark etmesi geç oldu.
“Alayım mı?” Ağrısının olduğunu anlamam çok güç değildi.
“Olur,” dedi. Kucağında yatan Hümeyra’yı alıp odasına çıkardım. Bende Hümeyra’dan farklı değildim, üzerime çöreklenen ağırlık beni odaya yöneltti. Odaya döndüğümde Yiğit yatakta uzanıyordu. Uyumuş muydu yani? Hem de bu kadar kısa zamanda.
Yanına ne zaman gittiğimi bile fark etmedim. Yatağa diz üstü çöküp tepeden yüzüne bakıyordum. O gece birbirimize sarılarak uyumamız dışında başka hiç yan yana gelmemiştik.
Biraz daha yaklaştığım an sırtıma baskı uygulayıp kendine çekti. O an bu durumu beklemiyor olacağım ki, ufak bir çığlıkla üzerine düştüm ve destek almak için ellerimi omzuna bastırdım. Dudağı kıvrıldı. Şu an yüzümüz birbirine oldukça yakındı.
“Uyumuyor muydun sen?”
“Uyutmadın ki.” Kaşlarım havalandı.
“Durumu kullandığının farkındayım.” Üzerinden kalktım. Biraz önceki gibi diz üstü oturdum. Bedenine baskı uygulamak istemiyordum.
“Bazı zamanlar işe yarıyor ama.” Böyle emin konuşmasına karşın dilim tutuluyordu. Ona ne zaman laf yetiştirmeye kalksam hiç etkili olmuyordu. Yataktan kalktım.
“Sen iyi olmuşsun anlaşılan.” Yattığı yerden doğrulup sırtını baza başlığına yasladı. Yaptığım hareketleri bir bir izledi.
“Yine de biraz ağrım var. Hatta şurama birden ağrı girdi.” İnlediğinde panikle yanına gittim. Neresinin ağrıdığını bilmediğim için ne yapacağımı bilemedim.
“Neren ağrıyor?” Yeniden inledi. Yatağın ucuna oturdum. Komodinin gözünden ağrı kesici alıp uzattım.
“Ağrı kesici etki etmez ama.” Elimi tutup kalbine götürdü. “Bak burası işte.” Beni resmen kandırmıştı. Ciddi halinden uzaklaşıp gülmesi ile elimi çekecektim ama izin vermeden yüzüne götürdü. “Ama burayı öpersen geçermiş gibi geliyor.” Bu tavrı ile burnumu kırıştırdım.
“Çok beklersin. Bir de beni kandırıyorsun utanmadan.” Yanağını öpmek yerine hafiften vurup, “Burası da şansına küssün artık,” diyerek tekrar yanından kalktım. Arkamda kalan bakışlarına gülmek istemedim ama bu imkânsızdı. Şu sıralar nazlandığını bile göstermişti bana.
…
Ezgi’ye iyi gelsin diye kahve alıp sahilde bir köşeye oturduk. Ezgi, Bahadır geldiğinden bu yana biraz daha iyi gözüküyordu ama yine bir şeyler eksikti hayatında. Kemal amcanın bu inadı belki de olmadık şeyler yaşatacaktı.
Ezgi kahve bardağını avuçları arasına alıp karşıya dalgınca bakıyordu. Şu anlık sessizce bekledim, ilk o konuşsun istiyordum. Belki benimle dertleşirse kendini iyi hissederdi. İstediğimde oldu, ilk o konuştu.
“Bazen her şeyi arkada bırakıp gidesim geliyor.” Sesi yılgındı. “Yorgunum Zeynep. Babamın kendi istekleri doğrultusunda hayatıma müdahale etmesi yordu artık beni.” Bir şeyleri itiraf etmesi kadar yaşadığı psikolojik baskı her şeyiyle anlaşılıyordu.
“İstersen birkaç gün biz de kal.” Başını iki yana salladı ve ayağa kalktı.
“Sana ayıp olmazsa biraz yalnız yürümek istiyorum.” Onun gibi ayağa kalktım. Karşısında durup, “İyi olmanı istiyorum, sen üzülünce benim de keyfim kaçıyor,” diyerek kolunu sıvazladım. Gülümsedi ama bir şey demedi. Sessizce yanımdan gidişi bile arkadan ona bakmamla bütün dirençsizliğini anlayabiliyordum. Şimdilik sadece zamana ihtiyaç vardı. Bizzat gidip Kemal amcayla ben konuşacaktım.
Kahvemin son yudumunu alıp karton bardağı çöpe attım. İleride beni bekleyen Kerem ve Betül sıkı muhabbete dalmıştı. Beni görünce sustular. Onlara hiçbir şey demeden yerime oturdum. Kerem’e gelen telefon dışında bir ses yoktu.
“Şu an Zeynep Hanım’ı götürüyordum, bir şey mi oldu, neden endişelendiniz ki?” Sesi endişeliydi bu yüzden dikkatim direkt Kerem’e kaydı.
“Tamam, bir şey olursa muhakkak beni arayın.” Telefonu kapatınca dikiz aynasından bana baktı. O an anladım bir şeyler olduğunu.
“Söylemezsen sana Halime ablanın kurabiyelerinden vermem.” Resmen saçmalıyordum ama diğer türlü de beni ciddiye almazdı. Çok mühim bir konu olduğunu da düşünmüyordum. Fark ettirmemeye çalıştı ama gülümsemişti.
“Bu tehdit karşısında boynum kıldan incedir.”
“O zaman?” Sıkıntıyla soluyup Betül’le bakıştılar.
“Yiğit Bey, Büyük Cami’de görünmüş.” Kaşlarım çatıldı, o an ne ima ettiğini anladım. Bu bir tehlike değildi ama onun içinse büyük tehditti.
“Bugün toplantısı vardı.”
“Kenan Bey’in işi çıkmış, yarına kalmış.”
“Beni oraya götürür müsün?” İtiraz edecekti ama önce ben davrandım ve, “Kerem, lütfen, ona bir tek benim yardım edebileceğimi biliyorsun,” dedim. İstemese de kabul etti, biliyordu ki Yiğit’e bir tek ben yardım edebilirdim.
Diğer şeride geçtiği gibi yol trafikten ötürü bitmiyordu. Arada çok bir mesafe yoktu lakin düşünmekten yolu bitiremiyordum. Aslında bu olması gereken bir durumdu, bununla yüzleşmesi gerekiyordu ama ben onun üzerine çok gidemezdim.
Caminin oraya geldik, sanki bir şeyler boğazıma yapışıyor nefes almamı güçleştiriyordu. Arabadan çıktım. İkindi vaktine bir buçuk saat vardı ve şimdiden caminin önü hiç boş değildi. Ama onu göremiyordum. Geniş ve dar merdivenleri çıktım. Avluda onu aradım, hemen ilerideki köşede ağaçlıkların oradaki bankta oturuyordu. Etrafındaki insanlardan kendisini soyutlamış bir vaziyette öylece camiye bakıyordu. Yüzündeki ifade mahzundu, çocukluğu gelip oturmuştu çehresine. O hep iyi gözüküyordu ama içi kan ağlıyordu. Gülüşlerini sunarken aslında yaralı yanını hiç göstermiyordu.
Yanına adımladım, beni hiç fark etmemişti en çok da kendinde değil gibiydi. Yanına oturduğumda bile fark etmedi, bense onu dakikalar boyunca yüzünü izledim. Beni fark eder dedim ama o sadece bir şeylerle savaşıyordu.
“Sen o çocuk değilsin.” Birkaç dakika sonra çıkan sözlerim en fazla bu oldu. Bakışları yavaşça bana çevrildi. Lacivertleri gölgelenmiş, gözleri kızarmıştı. “Sen suçlu değilsin, Yiğit.” Hafiften esen rüzgâr gür saçlarını dalgalandırıyordu. Ona bakarken birçok şey görüyordum. Elimi uzatsam da yetişemezdim aklındakilere.
“Fakat onu öldüren bendim, bu bilincim kapalıda olsa.” Kucağında birbirine kenetlenmiş elini tuttum. Elleri buz gibiydi, hiç üşümeyen adam üşüyordu. Sağ elimle sol elini tutup parmaklarımızı birbirine kenetledim.
“Amaçları da buydu zaten. Söylesene kim yapmak istemediği suçla yargılanır? Sen çocuktun daha, kendinde değildin. O zehrin nasıl bir şey olduğunu en çok sen biliyorsun Yiğit.” Kurumuş dudaklarını yaladı. Ona ne desem bu onu etkilemeyecekti biliyordum. O hep kendini suçlayacaktı. Biraz da vicdanını susturamamaktı bu. “Girmelisin.” Bu belki şu anda acı çeken adam için acımasız sözlerdi ve ben, bunu yapıyor oluşumdan ötürü vicdan yapamazdım. O içeriye girip kendiyle yüzleşmeliydi. Ayağa kalkmasıyla bende kalktım. Başını iki yana sallayışı, tedirginliği, ne yapacağını bilmeyişi hep bir bir onu gasp ediyordu. Camiye değil çıkışa yöneldi. Arkası bana dönüktü ama sütun aralarında yapılanmış camekândan görebiliyordum. Başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Âdemelması sıkkın nefesinin arasındaki yutkunmada belirginleşti.
“Hiçbir şey anlamıyorsun,” dedi. Evet, belki onun açısından bakamıyordum ama onu anlıyordum yine de demedim bir şey. İlerledi ve şadırvanın önünde durup bana baktı. Gelip geçen insanlardan ziyade sanki avluda sadece biz vardık.
“O gün ölmeliydim,” dedi bağırarak. Ellerini iki yana açtı. Herkesin gözü Yiğit’in üzerindeyken bu Yiğit’in pek umurunda değildi. “İşte bende yaşamakla cezalandırılıyorum.” Yanına hızlıca girip elimle ağzını kapattım. “Konuşma böyle,” dedim. İsyan etmesini istemiyordum. Bu bir imtihandı ama o bunu anlamıyordu.
“Ne zamandır imtihan ceza oldu Yiğit, asıl cezayı kendine böyle veriyorsun. Yapma, yakışmıyor bu.” Geri çekildi ve ellerini sertçe saçlarının arasına geçirdi. “Yapamıyorum Zeynep,” dedi pes edercesine. Omuzları yılgınca düştü. O güçlü adam yoktu karşımda. Sanki bu zamana kadar gösterdiği acımasızlığı bilerek bırakmıştı arkasında.
“Yapacaksın,” dedim. Onu kendine getirmeliydim. “Sana iyi mi gelmiyorum, söylesene yaralarını sarmama izin vermeyecek misin?” Yüzünü avuçlarım arasına aldım. O an yumuşadı bakışları. “Her kışın bir sabahı vardır Yiğit, sen Allah’tan umudunu kesmezsen o sana bu sabahları verecektir.” Bütün umudun tükendiği yerde tutunduğumuz daldı bizi ayakta tutan. Yiğit’in bunu kavraması için zamana ihtiyacı vardı. Ne yazık ki şu an bunu anlayamazdı. Allah’tan o kadar çok uzaklaşmıştı ki sadece inandığı bir varlıktı onun için.
“O sabahlar bana hiçbir zaman gelmeyecek Zeynep ve ben karanlıkta kalmaya devam edeceğim.” Bir şey dememe fırsat bırakmadan avludan çıktı. Bu sözlerin onu da yaralıyordu, o bunun gayet farkındaydı. Yine de savaşıyordu, bir umudu beklediğini biliyordum.
…
Caminin avlusundan çıktıktan sonra ben Yiğit’le yola devam ettim. Kerem bizim peşimizdeydi ve birkaç araç daha bize katıldı. Yiğit, tekken kimse olmuyordu yanında ama ben yanındaysam kesinlikle en az üç araç peşimizde oluyordu. Bu beni hiç tatmin etmese de artık Yiğit’e karşı savunma yapmıyordum. Biraz önceki keyifsizliği azda olsa gitmişti.
“Aç mısın?” On dakikadır konuşmayan kendisi şimdi bana hiçbir şey olmamış gibi aç mısın diye sorabiliyordu. “Hı hım,” dedim. Benimde bütün keyfim kaçmıştı ve ona sadece kısa kısa cevaplar verebiliyordum.
“İşte bu yüzden senin yanında bunları dile getirmiyorum.” Ne demek istediğini kısa bir an anlamamıştım ama o hiç beklemeden konuşmaya devam etti. “Narinsin, kırılgansın ve kendinden çok başkaları için çabalıyorsun. Üzülmene gönlüm elvermiyor, hele benim için üzülünce kendimle düşman kesiliyorum.”
“Sana iyi gelmek istiyorum. Söylesene ben üzülsem sen de aynı şekilde bana yaklaşmaz mısın? Ben sana yüreğimi açtım Yiğit, o siyahın içindeki beyazı gördüm. Sen benden kaçtığın an ben çok mu farklı oluyorum? Asıl o zaman üzülen ben oluyorum.” Çok farklı baktı yüzüme, parmakları yüzüme değdi ve kısa bir an orayı sevip, “Bu güzelliğine karşı hep beni alt ediyorsun mavi,” dediğinde ikimizde gülüştük. “Her yıkılmışlığımda keyfimi yerine nasıl getirmeyi başarıyorsun bilmiyorum ama sen bana bu dünyada iyi gelen tek güzelliksin.”
“Biliyorum.” Tek kaşını hayretle kaldırdı, o da öyleydi benim hayatımda.
“Hıı, diyorsun ki ayağını denk al yoksa dünyanı başına da yıkarım.”
“Bilmem, beni kızdırırsan belki.” Güldü, bu sefer gerçekten sesli güldü.
“Bunu bilmez miyim!” Gözlerim kısıldı ve sahte kızgınlıkla, “Şansını zorlama Yiğit,” dedim. Tek elini dudağına götürüp hayali bir fermuar çekti. Aslında keyifli bir tartışmaydı ama eskileri açmak istemiyordum.
Uzun bir yolculuktan sonra büyük bir restoranın önüne geldik. Hatta restorandan ziyade bir tesisti burası. Arabadan inip Yiğit’in yanında yerimi aldım. Daha önce buraya gelmemiştik, daha doğrusu Yiğit bizi şehir merkezinden uzak bir yere getirmesi en iyisi olmuştu, zira bu aralar etrafımdaki kalabalıktan kaçmak istiyordum.
Masalardan birine oturduk. Balık sipariş etmiştik, diğer türlü başka bir şey çekmiyordu canım. Kalabalıktan kaçacağım diye kalabalığa tutulmuştum, restoran oldukça işlekti. Geri yaslanıp büyük camdan dışarıyı seyretmeye başladım. Doğayla iç içe bir yerdi, bu yüzden ferah bir havası vardı.
“Güzel yermiş.” O da benim gibi etrafı izleyip, “Küçükken babam bizi buraya getirirdi hep. Hem doğayla iç içe olmamızı ister hem de lezzetli yemeklerinden mahrum kalmamamızı,” deyince yüzüne bir hüzün oturdu ama hemen toparlandı.
“Hümeyra’yı da biz getiririz.”
“Elbette. Burada oyun alanları da çok.”
“Yiğit?” dedim soru sorar gibi. Ne soracağımı bekliyordu ve ben konuşmaktan vazgeçmedim.
“Aysun anneyle…” Sözümü yarım kesti ve benden önce konuştu.
“Akşamı bekle,” deyince bir planının olduğunu gördüm, hatta bunu daha önce planlamış gibiydi. Ben de dediğini yapıp akşamı bekleyecektim.
Balıklar geldiğinde ikimizde sessizleştik. Yiğit, pek acıkmış gibi durmuyordu ama ben maşallah pek iştahlıydım, bir de biraz önce canım çekmemesine rağmen…
“Yusuf ilk geldiğiniz zaman bir şeyden bahsetmişti.” İlk başta ney olduğunu anlamamıştım ama fark ettiğim an yüzümün kireç gibi olduğunun farkındaydım. Elimdeki çatalı köşeye koydum.
“Önemli bir şey değil.”
“Benim yüzümden geçirdiğin zor hamilelik ve o…” Konuşamadı, öğrenmiş olmalıydı. Nereden öğrendiğini bilmiyordum, merakta etmiyordum doğrusu.
“Önemi yok artık, geçti gitti.”
“Geçmedi.” Kendini suçlaması bitsin istiyordum artık. Bu gerçekten onu yıpratıyordu. “Sana yaşattıklarımı görmezden gelme, beni affetmeni isteyen ben bu kadar kolay kolay affetmene de gönlüm razı gelmiyor.”
Masanın üzerinde duran elini tutup, “Bundan sonrası için bana söz vermiştin, her şeyi güzelleştirebiliriz Yiğit. Geçmişi açma artık, böyle yaptığımızda gerçekten yoruluyorum,” dedim. Başını her ne kadar olumlu sallamış olsa da yüz ifadesi onu ele veriyordu. Yemeği yedikten sonra kalktık. Birbirimizle o konuşmadan sonra konuşmadık. Yol boyunca sadece müzik çaların sesi vardı.
Hızlı giden araba ve akıp giden yol düşüncelerimi yeniden meydana çıkardı, bu sessizlikte tuzu biberi oldu. En çok da ara sıra baktığım adamın sessizliğinde yatan düşünceleri tahmin edebilmem güç değildi.
Eve geldiğimizde yanımıza koşan Hümeyra karşıladı bizi. Daha doğrusu Yiğit’e koştu demem gerçekçi olurdu.
“Birileri beni iyice unuttu.” Minik kolları benim içinde açıldı. Hem Yiğit’e hem bana sarılıyordu. Burnuna ufak bir fiske atıp yanlarından uzaklaştım. Önce üzerimdekilerden kurtulup rahatlamam gerekiyordu. Banyoya girip kendimi rahatlatmak için duş almaya karar verdim. Üzerimdekileri çıkarıp ılık suyun altına girdim. Su vücudumdaki gerginliği atamıyordu. Düşüncelerim, kalbimdeki acı daha da çoğalıyordu.
Duştan çıkıp hızlıca üzerimi giyindim. Saçlarıma sardığım havluyu alıp makyaj aynasının önündeki pufa oturdum. Tarağa uzanacakken benden önce uzanan elle aynadan arkamdaki yansımaya baktım. Tarağı saçlarım değdirdiği an ufak bir gülümseme meydana geldi ikimizde de. Eğilip başımdan öptü, öpüşten ziyade nefes alıyor gibiydi.
“Hümeyra bırakmış seni.” Güldü bu duruma.
“Kucağımda uyuyakaldı, biz gelmeden önce hiç uyumamış, annem bizi aradığını söyledi.”
“Ya,” dedim dudağım hüzünle kıvrılırken. O böyle yapınca bütün gün keyfim kaçıyordu. Yarın onunla daha fazla vakit geçirmeliydim. Yiğit saçlarımı tarayıp tarağı masanın üzerine koydu. Kendisi de üstünü çıkarmak için gardırobun önüne geçti. Rahat kıyafetlerini alıp yatağın üzerine koydu.
“Yarın şirkete geçeceğim.” Bu sadece geçeceğini söylemekten ibaret değildi, en çok da neler yapabileceğinin fragmanıydı.
“Bu da yarın akşam gelmeyeceğin anlamına geliyor.” Yüzüm düştü, buna alışamayacaktım hâlâ, alışmakta istemiyordum aslında. Yiğit tişörtünü giyip yanıma geldi. Yüzümün düşmesi onu bir hayli rahatsız ederken bu durumdan en çok ben mustariptim aslında.
“Geleceğim,” dedi. Parmakları dudağımın iki kenarına ulaşıp orayı çekiştirdi. “Artık güzel yüzüne düşmesin hüzün.” Çocuk gibi omuz silktim, bilmiyorum bunu neden yapıyordum ama surat asmaya devam ettim.
“Söz veremem.” Parmakları geri çekildi ama yüzüme değen bakışlarına değmedi gözlerim. “Hem yarın akşam için başka planlarım var.”
Ona şu anda verdiğim kararı açıklamam beni bile şaşırttı. Öyle bir bakıyordu ki planım neydi onu ben bile unutmuştum. “Bunu neden şimdi söylüyorsun?” Öyle bir bakıyordu ki gülmemek için kendimi zor tuttum. Her zamankinin aksine başka bir ifade vardı çehresinde.
“Bilmem, şu anda karar verdim.” Bu sefer ciddi ciddi bakıyordu, ben de ayrı bir tuhaftım, neyin hırçınlığıysa bu? “Hem senin de işlerin var.”
“Önce söylersen ona göre karar veririm.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım fakat başarılı olamadım. “Zeynep, beni mi sınıyorsun?” Dibine yaklaşıp yanaklarını sıktım. Bunu yapmazsam ukde kalırdı vallahi. “Ama öyle bir bakıyorsun ki gülmemek elde değil.” Hâlâ öyle bakıyordu. Bu sefer pes eder gibi elimi kaldırdım. “Tamam ya söylüyorum.” Resmen adamla oynuyordum, ben de az değildim.
“Bakma öyle, benim ne planım olur ki, mahalleye gideceğim.”
“Çok iyi oynuyorsun.”
“Kim, ben mi?”
“Hı hım,” dedi ve oturduğu yerden kalktı. “Hadi aşağıya inelim.” Dediğini yapıp peşinden yürüdüm. Odadan çıkışımızı bile beklemeden elimi tuttu. İçimi kaplayan taptaze hisle parmaklarım daha çok dolandı ellerine. Birbirimize iyi geliyorduk, belki de iyi olan yaralarımız vardı. Bu Yiğit olmadan olmazdı bilirdim.
Aşağıya indiğimizde salondaki kalabalık dikkatimi çekti. Bir saat öncesinde epey sessizdi oysaki ev. İlerledik. Herkes buradaydı, hatta annemler bile. Yiğit’e baktığımda haberi var gibi duruyordu. Köşede özenle kurulmuş masa, Aysun annenin kucağına süslenmiş bir Hümeyra. Düşündüm, düşündüm o an aklıma geldi. Bugün benim doğum günümdü. Ama biz hiç kutlamazdık ki daha doğrusu kutlamayı biz istemezdik. Zaten ortama bakınca da öyle şaşalı bir görünüm yoktu.
“Ben tamamen unutmuşum.” Yiğit’e döndürdüm bedenimi. Hiç belli etmemişti. “Ne zaman planladınız bunu?” Resmen ayakta uyutulmuştum. Sadece gülümsedi, bir cevap vermedi.
“Kutlamadığını biliyorum, bu yüzden az da olsa bir şeyler yapmak istedim, tabii mahsuru yoksa.” Önce bana sonra babamlara baktı. Böyle konularda her şeyi ince eleyip sık dokuyordu. Başımı iki yana salladım.
Annemlerin yanına geçip onlara sarıldım. Köşede oturan Bahadır’a mahcup bir şekilde, “Çok geçmiş olsun Bahadır,” dedim. Ziyaretine gidememiştik, ayıp olmuştu ama o bunu takmadı sıcacık gülümsemesiyle, “Sağ ol,” dedi. Bu sefer Yusuf’a yaklaştım, en azından bu gece yüzü asık değildi, her ne kadar Yiğit’e karşı mesafesi olsa da. Ben sarıldım ardından Yiğit uzattı elini. Bu bir ateşkesti onun açısından. Yusuf kısa bir bakışın ardından eski soğukluğu olmadan Yiğit’in elini tutu lakin ifadesi hâlâ ona karşı mesafeliydi.
“Masaya geçmeden evvel kısa bir şey söylemek istiyorum.” Konuşan Kemal amca oldu. Herkes pür dikkat ona bakıyordu şu an. Kemal amcanın dalgın bakışları Bahadır’ı buldu.
“Bahadır, babanlara söyle haftaya sizi bize bekliyorum.” Şaşkınlık… Kimse neredeyse nefes almıyordu. Ezgi’nin yüzünde kocaman gülümseme yer edinirken Bahadır’da pek farklı değildi.
Kemal amca Bahadır’ın konuşmasını bile beklemeden masaya ilerledi. Herkes bir anda sus pus olmuşken artık kimse ne diyeceğini bilmiyordu. Aslında bu güzel bir haberdi ama Kemal amcanın tadının kalmamasıydı bizi de susturan.
Ayşe Sena ile Hümeyra oynuyorlardı. İkisi de birbirinin yanında öyle uysaldılar ki Ayşe, Hümeyra’ya ablalık yapıyor Hümeyra ise onun dibinden hiç ayrılmıyordu. Bu tatlı halleri gülümsetti. Zaten bir evde çocuk cıvıltıları varsa o ev bir yuvaydı.
“Ben de yarın akşam mahalleye gelmeyi düşünüyordum. Siz benden önce davrandınız.” Sesimdeki neşe en azından herkesin keyfini yerine getirir diye düşündüm.
“Olsun yine gelirsiniz. Hem önümüzdeki hafta içerisinde babanla umre seyahati düşünüyoruz.” Gözlerim parlayarak baktım anneme, onunda nasıl heyecanlı olduğunu görebiliyordum.
“Hiç haberim olmadı, yeni mi aldınız kararı?”
“Yok kızım uzun zamandır aklımızdaydı.” Anladım der gibi başımı salladım. Annem çok istiyordu zaten, şimdide babamla uzun zamandır hayalini kurduğu ülkeye gül nebiye kavuşuyorlardı. Tarifsiz bir hüzün kapladı içimi, benim de tek hayalimdi ama bu biraz zor gibi gözüküyordu.
“Ne güzel çok sevindim adınıza.” İç çektiğim esnada Yiğit’in bakışlarını fark ettim. Hızla çektiğim bakışlarıma rağmen bakmayı sürdürüyordu.
Yemek faslı bittiğinde herkes köşesine çekilmişti. Kemal amcayla babam, Aysun anne, Meral yenge ve annem koyu sohbete dalmışlardı. Ezgi’yle Bahadır’ın arada birbirlerine bakışmaları etraftaki tek boş olanın ben olması kadar irdeleyiciydi. Büşra bile annemlerle kahkahalı sohbetler ediyordu, en çok da Aysun anneyle şakalaşıyorlardı. Bir süre sonra olaya Ezgi’de dâhil oldu.
“Değil mi kızım?” Koluma dokunan el ve sonradan fark ettiğim sözlerle, “Hı,” diyebildim. Dalmıştım, daha çok Yiğit’le Kemal amcanın ne konuştuklarını anlamaya çalıştığımdan etraftakileri duymuyordum bile. “Kusura bakmayın duymadım, bir şey mi demiştin anne?” Annem baktığım yere bakıp neden daldığımı anlamıştı.
“Turgay amcanlara bu akşam haber verelim, en azından bizimde ne yapacağımız belli olur.”
“Tabii olur.” Dakikalardır konuştukları bu konuyu duymayışıma annem başka bir soru yöneltmedi. Ezgi’nin utanmaları bile şu an dikkatimi çekti, kıpkırmızı olmuştu. Kahve yapmak için ayağa kalktığımda erkekler bahçeye geçmişti. Dalgındım hâlâ, bu dalgınlığımı bozan kızlar oldu. Ezgi doludan kaçar gibi kaçmıştı anlaşılan. Onun bu haline gülümserken Büşra hiç durmayıp takılmaya başlamıştı bile. Ezgi’nin öldürücü bakışları altında, “Hadi bakalım, haftaya sende bizim kervana adım atacaksın,” dedim. Ona biraz takılmak istedim. Büşra göz kırpıp, “Kimsenin bizden daha mutlu olmaya hakkı yok görümceciğim,” deyince gülmemek için zor tutuyordum kendimi. Ezgi kötü bir bakış atarak Büşra’nın koluna çimdik attı. “Sen de gülme.” Birbirine bastırdığım dudaklarımın arasından artık bir kıkırdama sesi çıktı.
“Bence de,” dedim Büşra’ya hak vererek. “Neyse alışırsın sende, bak bize hâlâ ayaktayız.” Kolunu sıvazladım. Onu şu an gıcık ediyorduk. Büşra’nın yüzünden başlayan olaya resmen destek olmam benimde pek uysal olduğum durum değildi. Buna son verip pişen kahveleri fincanlara boşalttım.
“Neyse kızlar, sohbete salonda devam edelim.” Ezgi Büşra’ya tirip atıyordu. Bu sefer ok bana yöneldi.
“Lafı at ortaya sonra kaç.” Peşimden söyleniyordu, gülüp dil uzattım. Gözlerini kısıp öldürücü bakış attı. Ben bahçedekilere verirken kahveyi, Ezgi diğerlerini içeriye götürdü. Bir saat önceki o soğukluk yok olmuş gibiydi. Kemal amcanın keyfi yerindeydi.
Yiğit’le bakıştık o an. Kahveyi verirken parmakları elime değdi. En azından onun da yüzünde keyifsizlik yoktu. Hemen ilerisindeki Yusuf’a baktığımda gözlerim kısıldı. Yusuf’un öldürücü bakışları artık yoktu hatta buraya mecburiyetten de gelmediği aşikârdı. Bu beni mutlu etmeye yetiyordu.
“Gel gel.” Ezgi beni çekiştirip hemen köşedeki üçlü koltuğa oturttu. Tek tarafımda o diğer tarafımda ise Büşra vardı. İkisine de meraklı gözlerle baktım. Annemlerden uzaktaydık, en önemlisi de onlar sohbete dalarken bizleri duymuyor oluşuydu.
“Yine ne hinlik peşindesiniz?” Elini kaldırıp, “Ağzının ortasına vururum şimdi,” dediğinde kıkırdadım. “Şimdi söz yapacağız ama Bahadır’ın ailesiyle çok bir tanışıklığım yok, korkuyorum. Bana onları hemen anlatmanı istiyorum.” Şimdi mesele anlaşılmıştı. Daha çok onların neyden hoşlandığını öğrenmek istiyordu.
“Kendin ol sadece Ezgi, kasılacak bir durum yok.”
“Beni duyduklarında ne tepki verecekler acaba.” Bunu ben de bilmiyordum.
“Melek yengemin seni çok seveceğinden eminim.” Büşra benim ne demek istediğimi anlayınca kıkırdadı, Ezgi’nin bakışıyla ise dudaklarına yalancı fermuar çekti.
“Yaa,” dedi çocukça. Gözleri parlamıştı. Daha fazla üzerine gitmek istemedim, zaten heyecanı tazeydi. Babamlar kalkması gerektiğini söyleyince hep beraber ayaklandılar. Saat neredeyse on ikiye yaklaşıyordu. Saatin ne zaman geçtiğini bile anlamış değildim.
Bu sefer kapı zili tekrar çaldı. Kim o dercesine Yiğit’e baktım, Yiğit’in haberi varmış gibiydi.
“Anne dur bir dakika.” Merdivenlerden çıkan Aysun anneye seslendi. “Konu seninle ilgili.” Aysun anne çıktığı iki basamağı geri indi. Kapı açıldığında içeriye Serkan girdi. Konunun sabah ki dediği mesele olduğunu anlamam beni daha da meraklandırıyordu. Yiğit, annesinin dibine gidip tuttuğu eli şefkatle okşayıp salona doğru çekiştirdi. Koltuklardan birine oturtup hemen dibine oturdu. Aysun anne hâlâ şaşkındı, bu gece Yiğit ona adım atacaktı.
“Bunca zaman senden kaçtım, şimdi ise nasıl yaklaşacağımı bilmiyorum.” Bu sözler yaralı bir çocuğun sesiydi. Serkan bir kutu uzatınca hiç düşünmeden aldı. Kutuyu direkt annesine uzattığında Aysun annenin ikilemde kalmış bakışları Yiğit ve kutuda gezindi. Titreyen eli kutuya kaydı. Şu an kendini zor tutuyor gibiydi. Korkuyordu da.
Kutuyu yavaşça açınca ağlamaya başladı. Kutudakini göremiyordum ama onun için değerli bir eşya karşısındaymış gibiydi. Kutunun içinde duran şeyi eline aldığında parmaklarının arasındaki bir kolye vardı, hemen yanında ise bir bellek…
“Bu…” Yiğit başını salladı.
“Onu o gün düşürmüştün.” Sarsılarak ağladı, Yiğit’in ona ilk defa sarılışını gördüm. Aysun anne hem sevinçle hem hüzünle sarılıp ağlıyordu. “Bellektekiler sana özel, onu ne kadar aradığını biliyorum. Bellektekini teyit etmek için baktım. Tek bir videoya denk gelince babamdan sana kalan bir hediye olduğunu anladım. Sen de çok beğeneceksin.” Başını sallayıp geri çekildi. Yiğit avuçlarını annesinin yüzüne sarıp, “Ben de seni çok üzdüm, telafisi olur mu bilmem ama artık ne ben sana yabancı kalayım ne de sen üzül anne. Hakkını helal et,” dedi. Aysun anne hiç tereddütsüz Yiğit’i sarmalamıştı bile. Aysun annenin özlemini daha iyi gördüm. Yiğit’in de öyle… Birbirlerine ilk defa bu kadar içten sarılıyorlardı.
“Halan,” dedi korkuyla bu sefer.
“Kemal amcamda kabul etmemiş onu, büyük ihtimal gideceği yer belli.” Aysun anne kucağındaki kutuyu alarak yukarı çıktı, büyük ihtimal bellekte ne varsa ona bakacaktı. Yapacak bir şeyin kalmadığını varsayarak ben de merdivenlere yöneldim, ta ki onun sesini duyana kadar. Tek bir adım attığım yerden ona dönüp baktım.
“Eğer uykun gelmediyse benimle bir yere gitmeni istiyorum.” Nereye dercesine baktım ama cevap vermedi, çok da uykum gelmemişti zaten. “Olur,” dedim, “Hazırlanıp geliyorum.”
“Gerek yok, böyle gel.” Kapıyı açtığında aralık kapıdan geçtim, o da peşimden geldi. Nereye gideceğimizi bilmeden ona ayak uyduruyordum. Arabaya bindiğimde sordum ama cevap vermedi.
“Uzak mı gideceğimiz yer.”
“Çok değil.” Gecenin bu saatinde tek tük araba vardı, ıssız bir yola girişimizle merakım daha da arttı. Çok soru sormak yerine sadece yolu izledim.
Geldiğimiz yer Amisos Tepesi’ydi. Denize münhasır bir yükseklikte durduk. Yiğit, benden önce indiğinde öylece bekledim. Fakat o buna izin vermeden gelip kapımı açtı.
“Hadi ama, gel benimle.” Uzattığı elini tuttum. Yavaşça indiğim arabadan sonra serin bir hava karşılamıştı beni. Arabanın önüne geçtik. Tepeden bakılınca deniz kendini ışıltılı şekilde önümüze seriyordu.
“Neden geldik buraya?”
“Birazdan görürsün.” Sözlerindeki mistiklik gecenin bu saatinde pek de mantıklı gelmiyordu. Arabanın kaputuna oturduk. İkimizde karşıya bakıyorduk ve sessizdik.
“Akşamdan beri durgunsun.” Söz sözü açıyordu ama o da bunun böyle olmadığını biliyordu, sadece ne diyeceğini bilmiyor, kelimelerini toparlayamıyordu. Bu sefer ona baktım. Ay ışığı yüzüne yansımıştı. Rüzgâr saçlarına ahenk veriyordu.
“Ne zaman tedavi olmayı düşünüyorsun?” Onun açması gereken konuyu ben açtım. Bakışlarını benden çekip önüne döndüğünde başı aşağıya düştü. Eli ensesinde sıkkınca gezindi.
“En kısa zamanda.” Bir şey demedim. Geçen gün şirkette hastalandığını duyduğumda yanına gitmeme izin vermemişlerdi. Ben o üzülmesin diye konuyu hiç açmamıştım. Bu sefer kendisini bana tamamen döndürüp, “Güvenini kazanmam çok zor biliyorum, bu hep böyle oldu. Ne zaman sana gelsem senden kaçtım. Seni kazanmam zor olacak ama inan bana tedaviyi de olacağım güvenini de kazanacağım,” demesi içimdeki kasveti biraz olsun dindirdi ama bu beni yine de tedirgin ediyordu. Cebinden bir kutuda benim için çıkardı. İçerisinde yüzüğüm vardı, en önemlisi de benim mi değil mi diye baktım bizimdi, sadece parlatılmıştı.
“Bir gün takacağını biliyorum.” Kendisininki parmağındaydı, hiç çıkarmamıştı da zaten. Sertçe yutkundum, kapanan gözlerimle beraber o gece geldi gözlerimin önüne. Bu beni öyle yaralamıştı ki suçu yoktu belki ama ben o günü zihnimden bir türlü atamıyordum.
Gözümden düşen bir damlanın üstünü Yiğit kapattı. Parmağına değen gözyaşımda beraber, “Seni suçlamıyorum,” dedim. Sesim güçsüzdü. “Sadece o gece aklımdan silinmiyor, bu benim güçsüzlüğüm,” dedim. Beni kolları arasına aldığında dinmeyen çaresizliğimden çekip almış gibiydi. Sarıldım, sarılmamın ne kadar tesiri varsa o kadar çok sokuldum ona.
Aramızdaki yakınlaşmayı bozan sese yöneldik. Gelen kişiyi tanımıyordum. Neden buradaydık, bu adamla neden buluştuk bilmiyorduk. Yiğit oturduğu yerden kalkınca adam bize yaklaştı. Sonra Muaz Bey geldi, en çok da bu benim merakımı fazlalaştırdı. Muaz Bey gülümseyerek bize yaklaştı. Bu adamın ara sıra ortaya çıkması hep bir olayları yanı başında getiriyordu.
“Madem görüşecektik, şirkette neden görüşmedik.” Yiğit soruma yanıt olarak, “Bilinmedik yer olması gerekiyordu,” dedi. Anlaşılan şirket eskisi gibi güvenilir değildi. Daha doğrusu artık kimseye güvenemiyorduk, fakat hâlâ konu neydi bilmiyordum.
“Merhaba.” Adamın uzattığı elini tutup resmi bir edayla tokalaştı ve, “Hoş geldin Yakup,” dedi. Yakup karşılık vererek yanına gelen Muaz Bey’le de aynı şekilde tokalaşıp ikisi de bana baş selamı vererek önlerine döndüler.
“Nasılsın kızım?” O konuşmadan sonra bana karşı hep çekingenlik oluşmuştu, bunu ben sağlamıştım. Bunu birazda kendi sağlamıştı. Onun bende bıraktığı iz hiç geçmeyecekti.
“İyiyim, siz?” Soğuk bir üslup takındım, aslında o bizim kötülüğümüzü hiç istememişti ama bu durumu biraz o sağlamıştı.
“İyiyim,” diyerek sessizliğine büründü. Bu sefer Yakup çantasından bilgisayarını çıkarıp arabanın kaputuna koydu. Hep beraber ekrana odaklanmışlardı. Ben de merakla ekrana baktım. Bir dosyayı yabancı bir maile attı. Yüzümde duran saf ifade ciddiyete büründü. Yiğit kambur sırtını doğrultup Yakup’a döndü. Yüzünde artık ciddiyetten eser yoktu keza diğerlerinin de öyle. Bu sefer bana döndüğünde artık bir cevap bekliyordum.
“Mailde ne vardı?”
“Enkaz.” Üstü kapalı konuşması beni pek tatmin etmedi. “Yıkım değil ama o enkazda çok can çekişecek var Zeynep. Artık babam adına bir mahcubiyetim yok.” Gülümsedim. Diğerleri bizim yanımızdan ayrıldığında şu an bu durumda baş başa olmamız daha doğru olacaktı. Yiğit bilgisayarı açıp bana döndürdü. “Şimdi asıl başlangıç. Doğum günün kutlu olsun maviş.” Ekranda gördüklerimle gözlerim doldu, bu sefer mutluluktandı. Uzun zamandır beni vicdanen üzen Beyza ablanın durumu bir nebze olsun yüreğimi ferahlatmıştı. Beyza ablanın eşi tekrar işe dönmüş çocukları Yiğit’in himayesinde okula başlamıştı, en önemlisi de Beyza ablanın katili hak ettiği cezayı almıştı. Bunu biliyordu Yiğit, Beyza abla için ne kadar üzüldüğüme anbean şahitti.
En önemlisi ise diğer dosyadakiydi. Babasının bana bıraktığı araziye bir bina yapmıştı ve o bina Kur’an Kursuna dönmüştü. Altta yazan satırda ise bizzat ben ilgilenecektim. Hatta kursa bizzat o zor şart altında kalan çocuklar yerleşecekti. Yiğit hepsinin eğitim ve bakım masrafını karşılayacaktı. Heyecanla Yiğit’e döndüm. Bu onun nezdinde küçük bir hediye olabilirdi ama benim nezdimde kocaman bir hediyeydi.
“Bu, bu çok güzel.” Mutluluğum onu da mutlu etmişti. Sıkıca sarıldım. “Teşekkür ederim.” Hiçbir şey demedi. Bilgisayarı kapatıp arabaya koydu. Bizimde artık gitme vaktimizdi ama Yiğit biraz daha durmamızı söyledi. Neredeyse saatler geçmişti ve birazdan gün doğacaktı. Kaputa oturduk ve sessizce karşıyı izledik. Gün doğumu bizim içindi sanki, eksiklerimizle yeni bir sayfa açmak ister gibi… Başım omzunda sessizliği dinlerken aslında kendimize de bir alan açmıştık.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.65k Okunma |
1.85k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |