devam ediyor 2a önce güncellendi
KARANLIKTA DÜŞERİZ
@aysegulcee1
KARANLIKTA DÜŞERİZ
"Hırsızlık yaptığını kabul ediyorsun yani Liz?"
Ellerim titriyordu. Gözlerine bakamıyordum. Gözlerindeki hayal kırıklığına nasıl katlanacaktım?
"Mecburdum. İnan başka şansım yoktu Teo."
Başını iki yana salladı. Dişlerini sıktığını görebiliyordum. "Her şeyi gelip bana anlatmak yerine kendi hayatını riske attın öyle mi?" Burnunu parmaklarının arasına aldı. "Anlamıyorum Liz! Dükkana hırsızlık malı katmaya neden ihtiyaç duydun? Üstelik pek bir değeri yokken." Eliyle dükkandaki antikaları işaret etti. "Üstelik daha kıymetlilerine sahipken..."
Hırsızlıkları tehditle yaptığımı düşünüyordu. Başımı yavaşça eğdim. "Her şey," dedim. "Bir ay önce başladı. Hiçbir şey bilmiyorsun. Uykularım, gecelerim, gündüzlerim haram oldu." Göz altı morluklarım zaten bunun açıkça kanıtıydı. "Bu illet beni mahvetti otuz günde. Öyle ki nefes aldırmıyor."
Kaşları havalandı. "Kim? Neyden bahsediyorsun güzelim?" Derin bir nefes aldı. "Bak benimle oyun oynama Eliz! Günlerdir her gece o manastıra girip bir şey çalıyor ve gömüyorsun."
Kaşlarım çatılmıştı. Haberdar mıydı yani? "Sen beni izliyordun öyle mi?"
Bana doğru bir adım atıp yüzümü ellerinin arasına aldı. "İzliyordum. Sonunun neye varacağını öğrenmek için. Ama seni geceleri dışarda kendi kendine konuştuğunu görmekten başka bir şey geçmedi elime. Üstelik şu gizemli cinayetlerle uğraşırken..."
Onlar yapıyordu. Kurbanlarını yalnızca erkeklerden seçiyordu.
Bunu ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Muhtemelen bir kaçık olduğumu düşünecekti. "Kase," dedim. "O bi-bizde! Yani dükkanda." Soluğumu hızla bıraktım.
"Kutsal kase," dedi sorar gibi koyu yeşil gözleri. "Günlerdir aradığımız manastırdan çalınan bildiğimiz şu lanetli olduğu söylenen kase!" Parmaklarını karamel rengi saçlarından geçirirken oldukça heybetli görünüyordu. "Neler dönüyor Liz? Onu da mı sen çaldın? Bana şaka yaptığını söyle!"
Başımı yavaşça salladım. "Evet," dedim. "Biz de ve başıma fena halde dert oldu." Dakikalardır saçımı parmağıma sardığımı saç canımı yakınca fark ettim. Kendimde değildim. Bu ben değildim. Bambaşka biri vardı sanki içimde.
Kollarını sıvadı ve öfkeli bir ifade ile bana doğru yaklaştı. Avuç içlerim neden terliyordu? Hayır öfkeliyken bile bu kadar yakışıklı olamazdı! "Anlat," dedi popomun çarptığı masaya kollarını yaslarken. Göğsüne hapis bir haldeydim. Elimi istemsiz göğsüne koydum. Yine onu baştan çıkarabilirdim. Her gün dikkatini dağıtmak için yaptığım gibi. "Her şeyi tek tek anlat!"
Bağırmasının etkisi ile gözlerimi kapatıp nane aromalı sakızı ile harmanlanmış nefesini içime çektim.
"Bi-bir ay önce dükkana bir adam geldi..."
***
Bir ay önce...
Annemin sabahtan işi olduğu için dükkanı bugün ben yalnız açacaktım. Annem nihayet büyüdüğümü ve artık yirmi üç yaşında genç bir birey olduğumu kabullenmişe benziyordu.
Amerika Kıtasında bulunan Willamette Nehri kenarında kurulmuş ünlü turistik kasabalarından olan Salem`de yaşıyorduk. Bahçeli güzel bir evimiz vardı. Cadı mahkemelerinden adını alan kasabamız adı gibi gizemli ve ürkütücü bir görüntüye sahipti.
Annemle babam ben daha doğmadan ayrılınca annem gebeliğini söylemeye gerek duymamış ve Türkiye`den ayrılarak Amerika`ya dönmüş. Ben öyle düşünmüyordum aksine bir babaya ihtiyaç duyuyordum.
Yıllar evvel dedemden kalan bu dükkan geçinmemiz için fazlasıyla yetiyordu. Burada büyümüştüm. Başlarda dükkan ve içindekiler bana çok korkunç geliyordu. Öyle ki bazı eşyalar gerçekten ürpertici göründüğü için perili ya da cinli olduğunu düşündüğüm zamanlar bile oluyordu. Çocukluk işte...
Anahtarı askılığa astım ve şemsiyemi kapattım. Salem genelde yağışlı ve soğuk olurdu. Kasvetli havası insanın içini ürpertirdi. Tarihi ansiklopedilerden fırlamış görüntüsü ile insanı kendine hayran bırakırdı aynı zamanda.
Benim gibi Türk olan birçok insan vardı. Böyle ki dilimi arada da olsa konuşarak unutmuyordum. Eski taş evleri ile birçok filmde de yer almıştı Salem.
Saçlarım anneminkiler gibi kızıldı. Gözlerimse onun aksine yeşildi. Yemyeşil gözlerimi severdim. Kendi görüntümle bir problemim yoktu. Yine de annemin benden güzel oluşunu içten içe kıskanırdım. Masum bir kıskançlık... Tanrı herkesin görüntüsünü kendisine özel kılmıştı tartışmasız.
Radyodan güzel bir parça açıp kendimi koltuğa bıraktım. Okumak için yanımda kitap getirmiştim. Jane Eyre. Şu sıralar başucumu o süslüyordu. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Yağmurlu havalarda pek müşteri olmazdı. Eşyaların tozlarını almak için ayağa kalktım. O sırada dükkanın kapısı oldukça sert bir şekilde açıldı.
İçeriye giren adama şaşkınlıkla bakmaya başladım. O kadar uzundu ki benden üç tane yan yana koysak ancak eşit olurduk. Göz göze geldik. Nefes nefeseydi. Başındaki şapkayı indirince yüzünü görebilmiştim. Uzun siyah saçları omuzlarına düşerken boynundaki yılan dövmesi dikkatimi çekmişti. "Şey... Merhaba."
Baştan ayağa süzdükten sonra arkasına baktı ve belinden bir silah çıkardı. Çığlık atacağımı anlayınca silahı öne doğru ittirdi. "Sakın bağırayım deme!"
Korkudan dilim damağım kupkuru olmuştu. Bir adım geri çekildim. Kalbim deli gibi vuruyordu göğsüme. "Ki-kimsiniz?" Bacaklarım titriyordu. Her an düşüp bayılabilirdim. "Benden ne istiyorsunuz?"
"Sana zarar vermek istemiyorum," dedi. Onun da bir şeyden korktuğu belliydi. Belki de birilerinden kaçıyordu. "Saklanmam için yardım et."
Tereddütle baktım adamın karanlık gözlerine. Yüzü oldukça ürkütücü görünüyordu. Kaşındaki façayı kendi yapmadığına emindim. "Be-ben..."
"Vaktim yok!"
Başımı yavaşça salladım. Annem fazla eşyaları koymak için bir mahzen yaptırmıştı. Arkamı döndüm ve "Benimle gelin," dedim. Doğru mu yapıyordum bilmiyorum. Bildiğim tek şey başka bir seçeneğimin olmadığıydı.
Mahzeni gizlemek için annem önüne kitaplık yaptırmıştı. Kitaplığı yavaşça kenara çekip mahzenin kilidini açtım. Omuzlarımın üzerinden dönüp adamı kontrol ettim. Yüzünde acılı bir ifade vardı. Eli ile karnına bastırıyordu. Aman Tanrım! Ben bunu nasıl görmem? Kıyafetine yayılan kan parmaklarından damlamaya başlamıştı.
Adam, karnını tutarak beni takip ederken elimdeki fenerle mahzeni aydınlatarak merdivenlerden aşağıya inmeye başladım. Bedenim kuru bir yaprak gibi titrerken bir şey belli etmemeye çalışıyordum. Adam önümde durdu ve ceketinin içinden altın renkli bir çanak çıkardı. Eski ve değerli bir parçaya benziyordu. "Bunu," dedi yüzünü acıyla buruştururken. "Çok iyi bir yere saklamalıyım. Bana yardım et!"
Yutkundum. Elimdeki feneri yere bıraktım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. "Bunu neden yapacakmışım? Hem bu şey... Fazla değerli bir şeye benziyor. Çaldınız mı onu?"
Dudağı hafifçe kıvrıldı. Nasırlı ellerini saçlarından geçirirken simsiyah gözlerini açarak yüzüme doğru çemkirdi. "Birincisi bana yardım ederek suç ortağım oldun. İkincisi çaldım ve bu seni alakadar etmez."
"Eder," diye çıkıştığımda sesimin fazla çıktığını fark edip yutkundum. "Beni de alet ettiğinize göre ve yardımıma ihtiyacınız olduğunu düşünürsek ilgilendirir. Pekala yukarı çıktığımda polisi arayabilirim."
Bana doğru bir adım atınca bir adım geri çekildim. "Çok akıllı olduğunu sanıyorsun küçük kız ama ufak aptalın tekisin!" Başını iki yana salladı. "Çıkıntılık yapmayı bırakta beni dinle. Ayrıca bu işi tek yapmış olduğumu düşündüren nedir? Dışarıda adamım var. Polisi aradığın anda annen ve büyük baban ölür! Benimle birlikte seni de tıkarlar. Aksini ispat edemezsin."
Dehşetle onu dinlerken terlediğimi hissediyordum. Nasıl bir belaya bulaşmıştım öyle? "Ha birde," dedi elindeki kaseyi havaya kaldırarak. "Sen de lanetine bulaştın. Bu kase lanetli!"
Güldüm elimde olmadan. Korku filminde olduğumuzu falan mı sanıyordu? "Hah," dedim alayla. "Büyücü filan mı var içinde?" Başımı sallayarak güldüğümde yüzündeki ifade kanımı dondurmaya yetmişti. "Bir dakika bir dakika..." Yutkundum. "Sen ciddi misin?"
Beni korkutmak için böyle yapıyorsa gayet başarıyordu. Cadı mahkemeleri... Salem... Bir dakika tüm bunlar çocukları korkutmak için uydurulmuş efsaneler değil miydi?
"Sorun değil," dedi. Yere oturdu ve karnını açtı. Yarasını görünce midem bulanmıştı. "Zamanla göreceksin nasıl olsa. Şimdi bunu sakla ve yaramı temizle. Kase ile yakalanırsak senin için hiç iyi olmaz."
Elindeki altın kaseye bakarken başımın döndüğünü hissediyordum. Ona doğru yaklaştım ve elindeki kaseyi güçlükle aldım. Ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Başıma nasıl bir bela aldığımı bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey varsa o da annemi ve kariyerini hiç düşünmeden ateşe attığımdı.
"Onca dükkanın içinden neden biz ya!" Sesim sitem doluydu. "Hayatını mahvetmek için neden bizi seçtin?"
Yüzündeki ifadeden ne kadar ağrısı olduğunu görebiliyordum ama bu hiçte umurumda değildi. "Sizi ben seçmedim," dedi kısık bir sesle. Dudaklarını dişleyerek gözlerini sıktı. "Onlar seçti?"
Adamın bir an için tımarhaneden kaçmış olabileceğini düşündüm. Söyledikleri deli saçmasından başka bir şey değildi çünkü. "Onlar kim?"
Bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi. Terliyordu. Yüzü ter içinde kalmıştı. "Tanışırsın çok yakında," dedi. Kalbim hızla çarpmaya devam ediyordu. "Şunu söylemeliyim ki onu pekte sevmeyeceksin."
Başımı iki yana salladım ve kaseyi yerde açtığım ufak çukurun içine sakladım. Üzerine annemin kış için aldığı buğday çuvallarını koydum. Salem, soğuk bir iklime sahip olduğu için tarım ürünleri bulmak zor oluyordu. İthal edildiği için de bir hayli pahalı satılırdı.
Kendinden geçen adama bakarken onu şimdi öldürüp kurtulmayı düşünmek geçiyordu aklımdan. Düşüncemle birlikte göz bebeklerim irileşmişti. Ben katil değildim. Onun canını ben vermemiştim. Yere dizlerimin üzerine çöktüm ve yarasını açıp aldığım ilk yardım derslerini hatırlayarak ilk önce temizledim.
Sonra onu uyuşturmadan diktiğimde gözlerini bile açmamıştı. Terliyordu. Yarasını kapattıktan sonra yukarı çıktım ve mahzenin kapısını kapattım. Annemi buradan uzak tutmam gerekiyordu. O adamı gördüğü anda polise gitmesi kaçınılmazdı çünkü. Dışarıda dolaşan tehlikeyi biliyordum. Polise gittiğimiz an başımıza gelecekleri de biliyordum.
İyileştiğinde gideceğini söylemişti. Onu gizlemekten ve korumaktan başka çarem yoktu. Akşamüstü olunca kabanını üzerime geçirip kızıl saçlarımı şapkama gizledim. Kasabada efsanelere dayansada bir zamanlar cadı mahkemeleri kurulurmuş. Adını oradan almıştı. Kızıl saçlılar pek sevilmezdi. Ben de inadına boyatmazdım. Saçlarım kızıl diye bir büyücü olmuyorum değil mi?
Sinir bozukluğu ile gülerek dükkanı kapattım ve arabama bindim. Saat 19.00`u gösteriyordu. Müzik açmak için radyoya uzandım. Cızırtılı seslerin arasından kulak tırmalayıcı bir ses yükselince korkuyla çığlık attım. "Lanet olsu!" Ödüm kopmuştu.
Ses nihayet normale döndüğünde gaza yüklenip evin yolunu tutacakken ani bir frenle arabayı durdurdum. Korkuyla büyüyen göz bebeklerimle dışarıya bakıyordum. Beyaz geceliğiyle önüme bir kadının fırladığına yemin edebilirim. Öne doğru eğildim ve buharlaşan camı sildim. Kimse yoktu...
Yavaşça yutkunup arabayı yeniden çalıştırdım. İyi değildim. İyi hissetmiyordum. Yaşadığım korku bedenimi ele geçirmişti sanki. Etkilenmiştim. Evet olan buydu. Uyuduğumda geçecekti. Geçmeyecekti. Mahzendeki adamın varlığı aklıma düşünce elimi direksiyona sertçe vurdum.
***
Eve geldiğimde akşam yemeği yedikten sonra kendimi duşa atmıştım. Annem neyim olduğunu sorup durmuştu. Geçiştirici cevaplar verip hızlıca yemiştim yemeğimi.
Üzerimde havlu ile yatağın üzerinde oturuyordum. Kötüydüm. Bedenim kuru bir yaprak gibi titriyordu. Hırsızın anlattığı şeyler kafamın içinde dolanıp duruyordu. Yalan söyledi... Hepsi beni korkutmak içindi... İtiraf etmek gerekirse de başarılı olmuştu.
Üzerime hızlıca bir şeyler giyip kendimi yatağa attım. Uyuyabilirsem sabaha kendimi daha iyi hissedeceğime emindim. Alarmımı saat altıya kurdum. Dükkana gitmeden önce koruda koşuyordum.
***
Sabah dükkanı annemle birlikte açmıştık. Öğleye kadar benimle kalmış sonra çıkmıştı. Annem çıkar çıkmaz mahzene indim. Yabancı ortada yoktu. Işığı açıp mahzende dolaşmaya başladım.
"Belki de gitti ha Eliz? Sanırım kurtuldum."
Birkaç adım atıp arka tarafı kontrol edecekken dudaklarıma kapanan el ile olduğum yerde kaldım. Belimden kavradı ve sırtımı duvara yasladı. Bedenini üzerimde hissedince beynimden vurulmuşa döndüm. Elini usulca çekti. "Bırak beni! Ne yapıyorsun sen?"
Güldü. Dudağında piercinge bakıp yüzümü ekşittim. "Şştt," dedi. "Özledim seni küçük fare. Geciktin."
Çenemle yiyecek tepsisini işaret ettim. "Annem yeni çıktı. O varken buraya inmem delilik olurdu değil mi?"
Tepsiye bakıp güldü. "İçine fare zehiri katmadığını nereden bileceğim?"
Güldüm. "Bilemezsin." Kollarımı göğsümde bağladım. Yüzümde muzip bir ifade vardı. "Yiyemeden bilemezsin değil mi?" Onu öldüremezdim. Ben bir katil değildim. Hayatımın içine edecek olsada...
"Gece iyi uyudun mu?"
Yere oturup dikkatle yüzüne baktım. Boynunda tuhaf bir dövme vardı. "Neden soruyorsun?"
"Hiç," dedi omzunu kaldırırken. "Sadece sana ne zaman bulaşacak diye merak ediyorum."
"Kim? Saçmalamayı kes! Aklımı böyle şeylerle doldurma. Huzursuz olmama varlığın yetiyor. Lütfen git buradan."
Çatalına beyaz peynir taktı. "Gidemem," dedi. "Gidersem ölürüm. Öldürürler beni. Hem polisler hem o üç kız kardeş."
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bilmece gibi konuşmayı bırakmalıydı. "Üç kız kardeş mi?"
"Anlamıyorsun değil mi?" Bakışları bedenimde dolanırken huzursuz oldum. "Seni ben seçmedim. Onlar seçti. Buraya kendim gelmedim."
Gözlerindeki ifade kanımı dondurmuştu. Doğru söylüyor olma ihtimali midemi bulandırırken içimdeki huzursuzluğu da büyütmüştü. Elimdeki pansuman malzemelerini yanına bırakıp dizlerimin üzerine çöktüm. "İyileştiğinde gideceksin değil mi?"
Dudağı usulca kıvrılırken yarasını açtı. "Gitmeme izin vermeyecekler." Yutkundum. İstediklerini onlara vermezsem beni de öldürecekler."
Kanım donduran sözlerinden sonra yarasını kapatıp ayağa kalktım. Ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. "Vaktiyle o manastırda üç kız kardeş yaşıyormuş," diye mırıldanınca omuzlarımın üzerinden dönüp baktım. Gözlerini kapamıştı. "Büyüyle uğraştıkları için etrafta cadı olduğunu söyleyenler artmaya başlamış."
Kanım donmuştu bir kez daha. Cadı hikayeleri... Çocukları korkutmak için uydurulmuş o hikayeler... "Salem`de yargılanmış ve ormanın sonundaki defne ağacına asılarak öldürülmüşler. Bu üç kız kardeşin en büyüğü ölmeden önce evlenmek üzereymiş. Ölümlerinden çok zaman sonra civarda delirme vakaları artmaya başlamış. Özellikle evlenmek üzere olan kadınlar. Hatta onları gördüklerini söyleyenler bile olmuş."
Onu daha fazla dinlemeye tahammül edemeyeceğimi anlayınca mahzenden çıkmak için hareketlendim. "Seni istiyorlar," diye bağırdı. "Senin yardımını. Ruhlarını bir bedene kavuşturup ablalarının sevdiği adamı arayacaklar ve mutluluğa kavuşacaklar."
Mahzenden çıktıktan sonra bir süre kendime gelememiştim. Bilgisayarın başına oturup manastırı araştırmaya başladım. Gerçekten söylediği gibi ilk rahibeleri üç kız kardeşti. Şaibeli ölümlerinin ardındaki gizem çözülmemiş. Burada kendilerini bir ağaçta asılı bulduklarını söyleyen köylülerin ifadeleri vardı." Bilgisayarı kapatıp montumu aldım. O manastıra gitmem gerekiyordu.
***
Bir ay sonra...
Mahzendeki adamın söyledikleri bir bir çıkıyordu. Uykular haram olmuştu. Her gece bir kabusla uyanıyor ve tuhaf halüsinasyonlar görüyordum. Bazen bahçeden duyduğum şarkılarla uyanıyordum. Bahçemizdeki defne ağacının altında beyaz elbiseli üç kadının dans ettiğini görürdüm.
Annemden saklamaya çalıştıkça daha da kötü bir hal alıyordu durumum. Kasabada ard arda üç cinayet olmuştu. Bu haberler sokağa çıkmak tam bir işkenceye dönüşmüştü. Ölen genç adamların üçünün de nişanlı olması mahzendeki adamın söylediklerini doğrulamıştı.
Bir gün mahzene indiğimde yarasının çürümeye başladığını görmüştüm. Öyle ki koku yukarılara taşmaya başlamıştı. Ölmemesi için elimden geleni yapmıştım çünkü bu lanetten kurtulmama bir tek o yardım edebilirdi. Bana anlattıklarından fazlasını bildiğine emindim.
Yakışıklı ve zeki Sheriff Teoman. Cinayetler ve çalınan kase yüzünden dükkana sıkça gelirdi. Onun da benim gibi babası Türk`müş. Gün içinde dükkanları gezer ve bir kahvemi içerdi. Benimle yakından ilgilenişi hoşuma gidiyordu lakin bunun işinin bir parçası olduğunu düşünmek canımı sıkıyordu.
Kapı açılınca başımı defterden kaldırdım. Teo`yu görünce gülümsememe engel olamamıştım. "Merhaba Liz." Bana böyle sesleniyordu. Yüzümü inceleyince kaşları çatıldı. "Yine mi uyumadın?" Uyku problemi yaşadığımı biliyordu. Sadece basit bir panik atak olduğunu söylemiştim.
Geceleri uyanıp yatağın ortasında kriz geçirdiğimi bilmesine gerek yoktu değil mi? Böylesine kuvvetli ve çekici bir adamın ilgisini kaybetmek istemezdim.
"Günaydın," diye mırıldandım. "Uyuyamadım. Boş ver beni. Senden ne haber?"
Sandalyeye oturdu ve elini masanın üzerinden uzatıp parmaklarımın ucuna dokundu. "Eğer varlıklarına inansaydım cinayetleri bir hayaletin işlediğini söylerdim." Güldü. Her şeyden habersiz bir gülüştü bu. "Üç cinayette ardında büyük bir gizemle gömülmüş gibi. Bir de şu manastırdaki kaybolan antikalarla ilgilenmemi istiyorlar." Burnundan güçlü bir nefes bıraktı. "Bu işin sonunda adım beceriksiz bir adama çıkacak."
Göğsümü şişirdim. "Bulacağınıza eminim." Parmaklarımı parmaklarına dokundurdum. "Size güveniyorum." Ah Eliz... Seni küçük yalancı.
"Umarım," diye mırıldanırken çalan telefonuna baktı. "Hemen geliyorum!"
"Bir haber mi var?"
Yüzündeki karanlık ifadeye bakınca bacaklarım titremişti. "Bir ceset daha bulunmuş. Ormanda..."
Dolan gözlerimi hızla kırpıştırırken hışımla ayağa kalkıp gidişini izledim. Her gece odama gelip benden o malikanedeki kalan antikaları çalıp defne ağacının altına gömmemi istiyorlardı. Kulağıma fısıldadıklarına göre ölürken hizmetinde oldukları iblis tarafından ruhları o malikanedeki antikalara mühürlenmiş.
Hepsini gömmeyi başardığımda yapacakları ayinle bir bedene sahip olan en büyük kardeş, sevdiği adamla evlenecekti.
Yapmadığım her gece acıyla inliyordum. Bedenimi kızgın demirle dağlıyorlardı. Yapmaktan başka şansım yoktu. Üstelik kasabadaki bütün erkekleri öldürmelerine göz yumamazdım.
***
Vakit gece yarısını bulduğunda evden çıkmıştım. Çalmam gereken bir antika daha vardı. Karanlık sokaklarda yürürken o iblisin hemen ensemde olduğunu hissedebiliyordum. Korkunç fısıltıları kalbimi durduracak kadar çarptırırken bacaklarım gücünü yitiriyordu.
Kız kardeşlerin kahkahaları geceye karışırken adımlarımı hızlandırdım. Bu işten nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Göz göre göre bedenimi ele geçirmelerine izin veriyordum.
Manastırın önünde durunca arka tarafına doğru hızla yürüdüm. Tesadüfen bulduğum yer altı geçitinin kapağını açtım ve elimdeki feneri yaktım. Berbat bir koku olurdu içeride. Çürümüş et kokusu... Sanki içeride binlerce ceset vardı. Burnumu kapatarak yürümeye devam ettim. Her yer örümcek ağı ve tozla kaplıydı.
Elimdeki fenerle manastırın büyük kapısından içeri girince koku ve fısıltılar da artmaya başlamıştı. İçeride yaktığım mumlar büyük bir esinti ile sönünce korkuyla elimdeki feneri de düşürmüştüm. Fısıltı öyle yoğundu ki dayanması imkansızdı. Acı ile kıvrandırıyordu, sanki bedenimi kızgın demirle dağlıyorlardı.
Son antikayı da alıp bahçeye çıktığımda karşımda yakışıklı Sheriffimi görmeyi beklememiştim. Öfke ve korkuyla doğrudan gözlerime bakıyordu. "Liz?"
Bakışları elimdeki vazoyla gözlerim arasında gidip gelirken yüzümün ateş gibi yandığını hissettim. Hırsızlık yaptığımı düşünmesi öyle bir utancın içine itmişti ki şu anda bedenimi ele geçirip beni bu azaptan kurtarmalarını istedim. Yüzümü kaldırdığımda bileğime taktığı kelepçeleriyle dudaklarım acıyla aralandı. "Teo ben..."
Bileğime kelepçe taktığı için öyle öfkeliydi ki gözlerine uzun süre bakmaya dayanamıyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan kayarken "Ben özür dilerim..."
***
"Manastırda beni bulmanın bütün sebebi işte bunlardı Sheriff."
Teo, ellerini saçlarından geçirip bir ileri bir geri gidip geldi. "Bana bu anlattıklarına inanmamı bekleme Liz!"
Başımı mahcupça ellerime çevirdim. Ona tüm bu yaşanılanlara nasıl inandıracağımı bilmiyordum. Bildiğim tek şey buradan çıkıp söylediklerini yapmak zorunda olduğumdu. Yoksa onu da öldüreceklerdi. "Buradan çıkmam gerek lütfen!"
"Mahzende bir adam bulundu Liz! Bana senin anlattıklarının aynısı anlattı. Seni bu aklımdaki lanet şüpheden nasıl kurtaracağımı bilmiyorum." Elini demir parmaklıklara vurdu. "Kahretsin sen nasıl boktan bir işe karıştın?"
"Ben..." Ağlamaya başladım. Konuşmak çok zordu. Hem de anlatarsam anlatayım bu saçmalıklara kimse inanmazdı. Kızarık gözlerle bana baktı ve ellerini yumruk yaparak hücreden çıktı. Olduğum yere çökerken delirmiş gibi ağlamaya devam ettim.
Sessizlerdi. Teo`nun beni hücreye attığı günden bu yana üç gün geçmişti. Annem, mahzendeki yabancı yüzünden benimle konuşmazken benim akibetim henüz belli değildi. Hırsızlık damgası yemem Sheriffin iki dudağının arasındayken üç kız kardeşin ortadan kaybolması düşündürüyordu.
Hücrenin kapısı açıldı ve Teoman yorgun görüntüsü ile içeri girdi. Kilitle hücrenin kapısını açtı ve çıkmam için kenara çekildi. "Konuşmamız gerek!"
Yüzündeki ifadeye bakıp kaşlarımı çattım. Epey uykusuz görünüyordu. "Ne oldu?"
Bileğimden yakaladı ve beni dışarı çıkardı. "Nereye gidiyoruz?"
Cipinin kapısını açtı ve beni itekleyerek içeri soktu. Arabayı hızla çalıştırdı ve köşeyi arkasında büyük bir toz bulutu bırakarak döndü. "Sabaha kadar korkunç kahkaha sesleriyle uyandım." Arabayı manastırın önünde durdurdu ve bana baktı. "Sonra ırmaktan bir erkek ceseti daha çıkarıldığının haberini aldım. İnananabiliyor musun bu da nişanlı bir erkek."
Aman Tanrım durmayacaklar... "Sana anlattım," diye mırıldandım. "Gerçek bu! Ayinlerini yapmalarına yardım etmeliyiz."
Derin bir nefesle göğsünü şişirdi. Gözleri manastırın üzerindeydi. "O ayinle seni ve beni ele geçirecekler Liz. Ölen birini geri getiremezsin. Sana anlattıkları ne bilmiyorum lakin amaçlarının farklı olduğu kesin."
Yutkundum. Boğazım diken dikendi. Bana amaçlarının yeniden hayata dönmek ve evlenmek olduğunu söylemişlerdi. "Bir önerin var mı?"
"Bir rahiple görüştüm. Üç kız kardeşin hikayesi doğru. Seni seçmeleri tesadüf değilmiş." Bana doğru döndü. Bakışları kızıl saçlarımda dolanıp durdu. "Soy ağacınızı araştırdım. Aynı soydan geliyorsunuz Liz. Çok eskiye dayansada bir bağınız var. O hırsızı dükkanına göndermelerinin sebebi bu. Seni, onları esir tutan o şeytani varlığa sunacaklar ve bütün kasabayı yok etmeden durmayacaklar. Kendilerine yapılanın intikamını almak istiyorlar. Üç kız kardeş bir aracı. Önce o insan olmayan garabet yaratıktan kurtulmamız gerek."
Torpido gözünü açtı ve üç tane kalın kitap çıkardı. "Üç kutsal gibi kullanarak onu manastırla beraber yakacağız." Elinde Kuran, İncil ve Tevrat vardı. Cipin kapısını açtı ve önünde durdu. Peşinden inerken fenerimi yaktım. Omuzlarının üzerinden bana baktı. "Feneri kapat. Kutsal kitaplar varken bize yaklaşamazlar."
Arabanın arkasından bidon aldı ve manastırın etrafına döktü. Yanıma döndüğünde başıyla onu takip etmemi işaret etti. Birlikte defne ağacının altında durduğumuzda kalan benzini ağacın dibine döktü. Cebinden çıkardığı şişeyi ağacın dibine dökünce ağaç bir anda kurudu.
Kulaklarımızı sağır eden bir çığlık yükselince ikimiz de kulaklarımızı kapadık. "Kutsal sular," dedi şişeyi havaya kaldırarak. "İçinde kutsal su ve zemzem var. Rahip verdi." Ağaca bakarak güldü. "Üç dinde de önemli oldukları için iblisi çok kızdırdık."
Büyük bir rüzgarla ağaçlar eğilince korkuyla Teo`ya sokuldum. "Bizi öldürecek Teo! Şimdi ne yapacağız?"
Ağacın arkasında beliren üç tane silüeti görünce korkuyla başımı kaldırdım. "Geldiler." Hemen arkalarında büyük bir kara bulut vardı. Onlara acı veriyordu. Üçü de acıyla çığlık atarken kulaklarımı kapadım. Buna dayanamıyordum. "Bize yardım et!" diye bağırdı en büyükleri. "Sen bizim kanımızdansın Liz. İnanma o adama."
Teo, elindeki şişeyi onlara doğru salladı. Kutsal sular yüzlerini yakınca tiz bir çığlık daha yükseldi. Kardeşler eriyerek toprağa karışırken iblisin feryatı bedenimi savurarak ağacın gövdesine çarptırdı. Acıdan kendimden geçerken Teo elindeki üç kitapı açarak havaya kaldırdı. Okuduğu dualarla her yeri yıkan iblis Teo`yu da yere savurdu.
Bedenini havaya kaldırınca gözlerim korkuyla büyüdü. "Bırak onu!"
Teo havaya yükselirken duaları okumaya devam etti. Karanlığın içinden koşan adama bakınca derin bir nefes aldım. Bu adam bahsettiği rahip olmalıydı. Elindeki haçı ve kutsal suyu iblise doğru uzatınca iblis alev alarak yanmaya başladı.
Teoman yere sertçe düşünce yanına koştum. Arkamızda duran devasa bina cayır cayır yanmaya başlamıştı. Gökyüzü güneş doğmuşçasına aydınlanırken bedenimden bıçak çekilmiş gibi kıvrandım. Öyle ki attığım tiz çığlık boğazımı parçalamıştı.
Doğum sonrası rahatlayan anne gibi bedenim gevşerken Teo`nun kollarına yığıldım. Gülerek yüzüme bakarken dudaklarımı dudaklarıma bastırmasıyla gözlerimi kapadım. Uzunca öperken ellerimi ensesinde birleştirdim. "Seninle başka şekilde karşılaşmalıydık Sheriff!"
"Hayır," dedi dudağımı çekiştirerek çekilirken. "Tam da olması gereken şekilde karşılaştık Eliz!"
Yangının ortasında yeniden öpüşmeye başlarken bedenimi kucağına alıp ayağa kalktığını hissettim. İtfaiye sesleri kulaklarımıza dolarken arabaya kadar öpüşmeye devam ettik. Arabaya bindiğimizde de durmayacağımızı biliyordum. Durmasını istemiyordum. O benimdi. Benim kurtarıcım. Onundum...