devam ediyor 8s önce güncellendi
FIRTINANIN ARDINDA KALANLAR
@aytenhanim
Okuma
3
Oy
3
Takip
0
Yorum
0
Bölüm
2
Biz dört kardeşiz... Annem hasta. Öyle böyle değil, ciğerleri her nefeste feryat eden bir kadın. Öksürük sesleri, bizim evin sessizliğini delen tek şey. Babam... O da var ama aslında yok gibi. Alkolik. Daha doğrusu, alkol onu bizden çalmış. Belki de bizi ondan çalmış.
Evde ne yemek ne de huzur var. Ablam Hanife, ailemizin sessiz kahramanı. On altısında ama yirmisinde gibi durur. Zaman, ona erken yetişmiş. Çamaşır yıkar, yemek yapar, annemin altını temizler, bizi yıkar. Ellerinin su topladığına, gözlerinin kızarıklığına aldırmadan, sabahın köründen gecenin karasına kadar çalışır. O bizim ikinci annemizdir. Ama onun da gözlerinde hep o soruyu görürüm: “Benim suçum neydi?”
Ağabeyim Rıfat, çocukluğunu köyün taşlarına gömüp büyümüş. Köyde çobanlık yapar, hamamda sırt keseleyerek üç kuruş kazanır. Bazen eve yorgun argın gelir, üstü başı çamur içinde. Ama yine de güler yüz göstermeye çalışır bize. O gülümsemenin ardında taşıdığı yükü, hayatın ona verdiği haksızlığı hep hissederim. Çobanlık yaptığı dağlarda rüzgarı sırtında taşır gibi taşır bizi.
Ben Ali. Yaşıtlarım sokakta ip atlar, misket oynar; bense ikizim Seyit’le evin köşelerinde oynuyorum. Çocukluk mu? Evet, biz de çocuğuz, ama bizim oyunlarımız başkalarının hayallerinden uzakta, sessiz ve saklı. Babamın ayak sesleri yaklaşınca, oyun bitiyor. Annemin sessiz çığlıkları ve babamın bağırtıları, oyunlarımızın fon müziği oluyor. Korku, bizim en iyi arkadaşımız.
Babamın akşamları eve sarhoş geldiği o anları unutamıyorum. Sebepsiz yere anneme bağırır, eline ne geçerse fırlatır. Anamın yüzünde bazen bir çaydanlık izini, bazen yumrukların gölgesini görürüz. Hanife ablam koşar, annemi korumaya çalışır ama babam kimseyi dinlemez. Oysa biz küçük ellerimizle annemize sarıldığımızda, onun titreyen nefeslerini hissetmekten başka bir şey yapamayız. Gücümüz yetmez. Daha büyüyemedik ki...
Hanife ablamın yaptığı çorbalar... Ah o çorbalar! Yokluk içinde, elinden gelenin en iyisini yapar. Bazen içinde bir avuç bulgur olur, bazen de yalnızca su. Ama o, o çorbayı sunarken, içine sevgisini de katar. Biz yerken boğazımızdan acı tatlarla geçer, çünkü biliriz: Ablam karnını doyurmadı. Hepimizi doyurmaya çalışırken kendini aç bırakır. Ama o, hiç şikayet etmez. Gülümseyerek bakar bize. Ve biz, o gülüşün ardındaki gözyaşlarını görmezden gelmeye çalışırız.
Rıfat abim, kazandığı üç beş kuruşla eve gelir. Gözlerinde yorgunluk, ellerinde nasır vardır. Ama o paralar hiçbir zaman bize yetmez. Babam, o parayı cebine koyar ve doğruca kahveye gider. Gecenin bir vakti eve döner; eli boş, ruhu da öyle. O sırada hepimiz gözlerimizi sımsıkı kapatırız, sanki hiçbir şey görmemişiz, duymamışız gibi. Ama duyarız. Annemin feryatlarını, ablamın ağlamaklı sesini, evdeki her kırılan eşyanın yankısını...
Bazen düşünüyorum; bu dünyada adalet var mı? Biz çocuklar, ne yaptık da böyle bir kaderi hak ettik? Ama sonra annemin yüzüne bakıyorum. Yorgun ama hala sevgi dolu o gözlere. O gözlerde kendime bir umut buluyorum. Ablamın kollarına bakıyorum. Küçücük bedeninde koca bir evin yükünü taşırken bile, kardeşlerini düşünmeye devam ediyor. Ve Rıfat abim... O dağlarda, rüzgarın altında, hep bizim için çalışıyor.
Evet, hayat bizim için acımasız. Ama bu evin içinde, tüm acıların arasında bir şey var ki dimdik duruyor: Sevgi. Biz, kırık dökük de olsa, sevginin bizi ayakta tuttuğu bir aileyiz. Ve bir gün... Bir gün her şeyin değişeceğine inanmak istiyorum. İnanmak zorundayım. Çünkü o gün gelene kadar, başka hiçbir şeyimiz yok.